İşçinin Yaktığı Kendi Bedeni mi: Birikim Stratejisi Olarak Bedenin Siyasal Sınırları Üzerine

Güvenpark’ta kendini yakan 59 yaşındaki Recep Peker’in eylemden önce kaleme aldığı mektubundaki “Aç kaldım, adaletten umudumu kesmemiştim. Ama adaletin zenginin, gücü olanın yanında olduğunu anladım” cümleleri, gündelik yaşama içkinleşmiş patetik bir rutinin sıradan dışavurumu gibi durabilir. Ne var ki, hemen her ay farklı illerden, benzer gerekçelerle yükselen bir protesto biçimi olarak kendisini ateşe veren çok sayıda emekçinin haberi gündeme düşmektedir—eğer ölümle sonuçlanmamışsa düştüğü gibi de kaybolmaktadır.

İşsiz kaldığı, borçlarını ödeyemediği, ekonomik gerekçelerle özel yaşamı allak bullak olduğu, gündelik yaşamda itibarını ve özsaygısını yitirdiğini düşündüğü için çok sayıda işçi, ya tıpkı yaşamını sürdürdüğü sadeliğe benzer bir şekilde sessizliğin çöktüğü bir anda yaşamına son vermekte veyahut ölümünü açık ve çıplak bir protesto olarak kurgulayarak sonnotunu herkesin okumasını istemektedir. Her iki gerekçenin ağır yükünü cümlelere dökerek belirli kategoriler altında toplamak başlı başına çok zor ancak son bir yılda kendisini ateşe vererek mevcut sınıfsal ve toplumsal konumuna yanmış bedeni dolayımıyla itiraz eden azımsanmayacak kişi olduğunu görmek/göstermek gerekiyor.

Aziz Pavlus’un “her an ölürüz” ifadesi Türkiye’deki iş cinayetleri ve işçi intiharları bağlamında tekrar düşünülebilir: “Türkiye’de işçiler her an ölür.” Bu ifadenin birinci doğrulaması istatistiklerdir, son 17 yılda trafik/servis kazası, düşme, ezilme, çarpma, zehirlenme, iş stresinden ve aşırı çalışmadan kaynaklı kalp krizi, meslek hastalıkları nedeniyle 22 binden fazla iş cinayeti gerçekleştiği biliniyor. Benzer şekilde işsizlik, patron/amir baskısı, borç nedeniyle onlarca işçi intiharı da bu istatistiğe eklenebilir. Ancak kendisini kamusal alanda ateşe verme ediminin kendisi hem öznel hem de yapısal bazı limitler içeriyor ve analitik bir titizlikle incelemek gerekiyor.

Meclis önünde, işlek bir caddede, işten çıkarıldığı işyeri önünde, bir parkta başka insanların varlığının hissedildiği bir mekan ve zamanda bir insanın bedenini ateşe vermesi, “şov” veya “provokasyon” diye niteleyen liberal çanak yalayıcılarının asla anlayamayacağı, dayatmalar, çaresizlikler ve itkiler barındırır. Başkalarına kendi ölümünü izletme duygu durumu ne bir tür ölüm ilahisidir ne de artık yaşama istencinin yitirilmesi sonrasında ortaya çıkan içeriye doğru büzüşmedir. Arthur Schopenhauer’in vaktiyle tanımladığı bir bellum omnium[1] halidir: geçici bir arzu, uzun ve yoğun bir acı, duraksamayan bir mücadele, baskı, ihtiyaç, kaygı…[2]

Asgari ücretle çalışan geçim sıkıntısı yaşayan bir işçi de kapitalist gündelik yaşamda;

— “şimdi al üç ay sonra öde”, “kefilsiz şartsız anında kredi” hülyalarının dayatması eşliğinde borçluluğa dayalı tüketimin geçici arzularını,

— haftada 45 saat ve günde 8 saatten fazla, fazla mesailerin ücrete yansıtılmadığı çalışmanın verdiği uzun ve yoğun bir acıyı,

— “her an işten atılabilirim”, “sigortam yanar” korkusu ile yanlış giden bir şeylere ses çıkaramamanın hissettirdiği baskıyı,

— temel besin ihtiyaçları, kira, ulaşım, ısınma, sağlık, sosyal güvenlik, okul ve pazar masraflarıyla örülü ve her geçen gün büyüyen ihtiyaçlarını,

— kredi borçlarının ödenip ödenemeyeceğinden emeklilik hesabına uzanan en genel anlamda bir gelecek kaygısını hissetmektedir.

Bellum omnium yani topyekun savaş, sınıf mücadelesinin işçi sınıfının öznelliğine gömülü bir şekilde cisimleştiği, kişisel çelişkilerinin yapısal (sosyo-ekonomik) çelişkiler içinde çözüldüğü, –Schopenhauer’un kelimeleriyle– dünya sonlanıncaya kadar sürüp gidecek izlenimi uyandıran bir helezondur. Kendi bedenini yakarak bir intihar biçimini tercih etmenin nedenleri bu kapitalist helezonun, o emekçiyi tek bir açık nokta bırakmayacak dek sımsıkı kuşatmasından, daha ötesinde bir pitonun avını boğar gibi sarmalamasından kaynaklanmaktadır.

Nefessiz ve hareketsiz kalan işçi, bireysel bir “kurtuluşu” seçmemektedir; tıpkı Recep Peker’in adaletin sınıfsal karakterinin kapitalist üretim ilişkilerince belirlendiğini görmesi ve deneyimlemesinde olduğu gibi, maruz kaldığı haksızlıklara karşı kendi bedenini enstrüman haline getirerek isyan marşının son notalarını çalmaya karar verir. İş başvurusu sırasında binlerce kişi ile aynı kuyrukta beklerken çeşitli partizan ilişkiler nedeniyle elenen bir işçinin kendisini belediye önünde ateşe vermesi, aylarca işsiz kalmasını kendiyle ilişkilendirerek özsaygısını yitiren bir işçinin kıvılcımı tutuşturması veya hakkını adliye koridorlarında sessizce arayan Peker’in son çığlığını en gür sesiyle herkese göstermesi ve müdahale sonrası o bakışları, homojen koşulların sonucudur.

Thomas Hobbes’un “insanın değeri, fiyatıdır” dediği günden bu yana iki sorunsalın kapitalizmin üzerinde sallandığını düşünebiliriz. Birincisi, David Harvey’in emek gücünün gerçek değerine ilişkin olduğunu belirttiği sorudur; bu, teorik ve pratik bağlamlarda çözülmesi zor bir sorudur. Klasik iktisatçılar bu soruya doyurucu ve açıklayıcı bir cevap vermemişlerdir çünkü değeri emekle özdeş görmelerinden ötürü ve üretimin girdilerinden biri olarak emeğin değerinin yarattığı değerden düşük olduğu gerçeğinin anlaşılması yüzünden doğan karışıklığı giderememişledir. Tarihsel olarak bu soruyu ustalıkla çözen Karl Marx olmuştur; değerin özü olan emek ile işçiler tarafından kapitalistlere satılan bir meta olarak emek gücü (yani değer yaratma kapasitesi) arasındaki farkı berrak bir şekilde ortaya koymuştur.[3]

İkinci soru, “insanın değeri, fiyatıdır” önermesine ve Marx’ın daha sonra verdiği yanıtına içkin bir sorudur. İşçilerin yaratıcı kapasitelerine kapitalistler tarafından metalaşmış emek gücü olarak el konulmuştur, işçiler kendilerine ve emek gücüne ev sahipliği yapan bedenlerine yabancılaşmıştır:[4] Peki, kapitalist üretim tarzında değişir sermaye dolaşımının, bu dolaşımın aracısı olan bedenler üzerindeki etkisi nedir? Kendisine –ve bedenine– yabancılaşan bir işçi nasıl oluyor da ölümü göze alarak bedenini en temel ve tesirli protesto aracına dönüştürebilmektedir? Bu soruyu birikim stratejisi olarak bedeni konumlandırarak cevaplayabiliriz.

Kapitalist üretim ilişkilerinde işçinin bedeni emek gücü formuyla, değişir sermaye kategorisindedir. Ücretli işçi, değişir sermaye kategorisinde kapitalist için envanterlerdeki veya bilançolardaki sıradan birer kalemdir ve kapitalist, belli bir nakit karşılığında işçinin emek-zaman kapasitesini satın alır. Bu bağlamda beden, değişir sermaye mübadelesinde somut emek harcama kapasitesi olarak belirir. Emek gücü sözleşmeye konu olduğu andan itibaren, kapitalist, işçinin ürettiği her şey üzerinde hak iddia edebilir—bedeni de dahil. Üretim süreci dışında da işçinin bedenin yapılandırılması, disipline edilmesi devam eden bir süreçtir.

Kapital’in birinci cildinde “İş günü” bölümünde Marx, bedensel bütünlüğü entelektüel ve moral bütünlükle birlikte tarif eder: “Günün bir kısmında gücün dinlenmesi, uyuması gerekir; insanın günün diğer bir kısmında gidermesi gereken yemek yemek, yıkanıp temizlenmek, giyinmek, vb. başka fiziksel ihtiyaçları vardır. Bu fiziksel sınırlar dışında iş gününü uzatılmasının önünde manevi sınırlar bulunur. İşçinin genişlik ve sayıları genel uygarlık güzeyi ile belirlenen ruhsal ve toplumsal ihtiyaçlarını giderebilmesi için zamana ihtiyacı vardır.”[5]

Kapitalistler sınıfsal aidiyetlerine sadakatle, işçinin bedensel ritmini iş gününün tümüne yayarak kontrol etmeyi amaçlar. İşyerindeki hiyerarşinin gündelik yaşamda da devam etmesi, otorite birimleri karşısında “makinanın bir parçasıymış” gibi baş eğmesi, Taylor’un “eğitimli goril” olarak tanımladığı çalışma disiplinine uygun bir bedensel ritmin oluşturulması için çeşitli mekanizmalar tesis edilir ve devlet aygıtı aracılığıyla bu stratejileri hayata geçirilir. Kapitalist üretim ihtiyaçlarına göre şekillenen tekil bedenler üzerindeki tam kontrolün nihai amacı ise, kolektif seferberlik hallerinde (devrim, grev, direniş) işçilerin üzerinde kontrolü ve disiplini sağlayabilmektedir.

Sermaye değişken sermaye olarak adeta işçinin bedeninin içinde dolaşmaktadır ve işçiyi sermaye dolaşımının basit bir parçası haline dönüştürmektedir.[6] Üretimin bu aşamasında kurulan egemenlik, kapitalist sınıfların siyasi egemenliğinin kaynağıdır. Marx’ın pre-kapitalizmden kapitalizme geçiş sürecinde ısrarla vurguladığı egemenlik ilişkisinin bir başkasının iradesinin mülk edinilmesine dayalı olduğu tespiti bu nedenle hayatidir çünkü edilgen kılınmış ve etkisizleştirilmiş bir beden üzerindeki egemenlik ilişkisi, sadece ekonomik değil siyasal düzeyde de iktidar anlamına gelmektedir.

Kapitalist helezon olarak ifade etmeye çalıştığımız süreç, üretim aşamasında belirir ve buradan itibaren tekil olarak işçiyi, bütünsel olarak tüm toplumu kuşatan bir iktidar odağı haline gelir. Mülksüzleştirilmiş ve sömürülen sınıfın bir mensubu olarak işçinin bu döngüyü kırmak için birincisi kendiliğinden, ikincisi kolektif özne (siyasi parti, sendika, hareket) aracılığıyla iki yolu vardır. Birinci yol, bireysel itirazın yaşamla ölüm arasında gidip geldiği çeşitli protesto formlarını içerebilir. İkinci yol, sınıf perspektifinden dayanışma ve aidiyet duygusunun baz alındığı ortak eylem ve hareket formlarıdır. Birinci yol, çaresizliğin en somut ve katılaşmış anında belirir; ikinci yol, belirli bir strateji ve program eşliğinde ekonomik olandan siyasal olana dek geniş bir repertuara sahiptir. Birinci yolun, Recep Peker’in ve diğer kendisini yakan işçilerin haberlerinde okuduğumuz üzere, toplumda kolektif öznenin görülmediği veya görülse de “bunlardan bir şey olmaz” duygusunun hasıl olduğu en karamsar ve çıkışsızlık anlarında tercih edildiği açıktır.

İşsizliğin, borcun ve duygusal parçalanmaların ivme kazanarak tahammül sınırlarını yıktığı işçilerin öfkesini siyasallaştırma biçimi, yaşamlarının yazgısının içinden dolaysız biçimde geçmektedir; ölümün bir sonnot veya ölümün kıyısına gelmenin bir ültimatom olduğu ancak haberler düştüğünde fark edilmektedir. İşçinin yaktığı bu açıdan sadece kendi bedeni değildir; değişir sermaye olarak edilgen hale getirilmiş kendi bedenine yazılı olan kapitalist egemenliğin parçalanmasına ilişkin son eylemliliktir. Başvuracağı merciinin kalmadığı, yardım isteyeceği kimsenin bulunmadığı çaresizlik ve çıkışsızlık anında sermayenin bedeni üzerinde kurduğu egemenliğe karşı yine bedeni eşliğinde verdiği bir yanıttır.

Walter Benjamin, “yangın alarmı” fragmanında sınıf savaşımını basit bir galip-mağlup ikiliğine indirgemenin bulandırıcı olduğunu düşünür ve asıl önemli olanın geç kalmadan müdahale etmek olduğunu belirler.[7] Tam da bu noktadan hareketle işçinin kendisini yakmaya çalışmasından önce, üretim anında beliren ve sonrasına uzanan o koşullara müdahale etmek gereklidir. Bunun içinse gözle görünür bir kolektif özneyi yaratmak gerekmektedir. Aksi halde ölen işçilerin arkasından “ah” “vah” nidalarını eksik etmeyen, sınıf mücadelesi yerine “vicdancılığı” ve insan hakları endüstrisi parametrelerini koyan ağlak bir sol mantalitenin hükümranlığı sürecek, bu helezon büyümeye devam edecektir; –Benjamin’den uyarlarsak– kıvılcım dinamite ulaştığında ise çok geç kalınacaktır.

Kansu Yıldırım


https://devletvesiniflar.blogspot.com/2019/09/iscinin-yaktg-kendi-bedeni-mi-birikim.html

[1] Topyekun savaş

[2] Arthur Schopenhauer, The World as Will and Representation, New York, 1969, p. 353-354

[3] David Harvey, Umut Mekanları, çev. Zeynep Gambetti, Metis Yayınları, 2008, s. 153

[4] David Harvey, Umut Mekanları, s. 130

[5] Karl Marx, Kapital Cilt 1, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordam Kitap, 2011, s. 229

[6] David Harvey, The Limits to Capital, Oxford, 1982, p. 157

[7] Walter Benjamin, “Tek Yönlü Yol”, Son Bakışta Aşk içinde, (haz.) Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları, 2001, s. 71; Bora Erdağı, “Walter Benjamin”, içinde Siyasette Felsefi Yaklaşımlar: Marx’tan Günümüze, (haz. K. Gülenç- A. Tunçel), DoğuBatı Yayınları, 2013, s. 530-548.

 

Kansu YILDIRIM