Kapitalist “Despotizme”, Sermayenin Biçimsel ve Gerçek Boyunduruğuna Karşı İşçi Sınıfı İktidarı

[avatar user=”kansuyldrm” size=”original” align=”left” /]Milliyetçi-muhafazakâr propaganda eşliğinde sembolik bir seferberlik hali ilan edilmişken istisnasız tüm sermaye sınıfları savaş korosunda yerini almış haldedir. Egemen sınıf fraksiyonlarının gerek iktidarla ilişkilerini pekiştirmek, gerek sınıfsal imtiyazını (teşvik, destek, ihale) arttırmak, gerek silah endüstrisi alanındaki payını büyültmek, gerekse uzun vadeli çıkarlarını savunmak açısından farklı beklentileri, bu korodaki repertuvarı çeşitlendirmektedir.

Siyasi iktidar dışında, medyanın, ana muhalefet partisinin, sarı sendikaların, devletin ideolojik aygıtı olarak akademinin de içinde yer aldığı bu kompozisyonun asli amacı, iktisadi çelişkilerden kaynaklı yapısal sorunları (eşitsizlik, yoksulluk, işsizlik), bölüşüm ilişkilerindeki bozulmayı (geçim sıkıntısı, alım gücü düşüklüğü) ve burjuva hukukunun zor pratiklerini (kayyım, gösteri ve yürüyüşleri engelleme) belirli bir süreliğine unutturmaktır. Bu anlamda askıya alınan olağanüstü halin temel hatlarının korunduğu ve legal-otoriteryen formda devam ettiğini görmek mümkündür.

Sol-liberallerin ve liberallerin “olağan” veya “normalleşme” olarak tanımladıkları dönemlerde dahi ifade ettiğimiz tablo aslında olduğundan başka değildir. Anayasa referandumları ve yargı reformları eşliğinde siyasal atmosferin “demokrasi şelalesine” döneceğini iddia ettikleri günlerden bugüne “müjdelenen” tek gerçek, gelinen aşama itibariyle, Türkiye toplumsal formasyonuna uygun karakter kazanmış burjuva diktatoryasıdır.

Hukuki prosedürler (anayasa, torba yasa, kararnameler), idari prosedürler (başkanlık ve bürokratik yapılanması) ve siyasi prosedürler (meşruiyet krizi içerisindeki temsil mekanizmaları) atipik bir iktidar biçiminin tezahürleridir. Her ne kadar atipik olmasına karşın işçi sınıfının siyasal dinamizmine karşı sergilediği refleksler açısından tipik bir kapitalist devlet biçimidir.

Ne var ki, neoliberalizmin bu kadük ve atipik siyasal projesi mutlak değildir. Birleşik Metal-İş, Sosyal-İş, Bağımsız Maden-İş, Koop-İş, Tek Gıda-İş, Selüloz-İş’e üye çok sayıda işçi direnmektedir. Cargill, Aydın Belediyesi İmar A.Ş., Muğla-Eskişehir-Urfa TÜVTÜRK ve Saica Pack işçileri sendikalaşma mücadelesi için direnmektedir. Maltepe Belediyesi’nde işçiler toplu sözleşme maddelerinin uygulanması talebiyle iş bırakma eylemi yapmıştır. Ataşehir Belediyesinde çalışan işçiler maaşları ödenmediği için iş bırakır. Valfsan’da “eleman fazlalığı” gerekçe gösterilerek işten atılan sendikalı işçiler işlerine geri dönme talebiyle her gün fabrika önünde direnmektedir. Koton’da sendikalaşmanın önüne geçmek için Koton çalışanlarının açtığı ve şikayetlerinin yayınlandığı sosyal medya hesaplarını takip ettiği bahanesiyle 25 çalışan genel merkez talimatıyla işten atılmıştır. Entil Endüstri, Hapalki Döküm ve Tarkon Makine işyerlerinde çalışan ve ücretleri ödenmeyen işçiler Ankara’ya yürümek istediklerinde polis müdahalesine maruz kalmıştır. Beş yıldır alamadıkları tazminatları ve emeklilik hakları için direnişte olan Soma maden işçileri, seslerini duyurmak ve haklarını aramak için Ankara’ya yürümelerine müsaade edilmediği için direnişlerini sürdürmektedirler. Bazıları yüzlerce günü geride bırakmıştır.

Direnişteki işçilerin en temel ekonomik ve siyasal talepleri özü itibariyle Karl Marx’ın sermayenin gerçek ve biçimsel boyunduruğu olarak tanımladığı iki düzleme karşı bir varoluş mücadelesidir.

Marx, mevcut emek sürecinin sermayeye tabi kılındığı durumu sermayenin emeği biçimsel boyunduruk altına alması olarak bahseder. İşçiler kendisini korumak için gerekli olandan fazla çalışır ve kapitalist bu yolla üretilen artık değere el koyar ve biçimsel boyunduruk temelinde sadece mutlak artık değer üretimi mümkündür.[1] Emek süreci üretkenliği arttırmak için dönüştürülürse Marx bu durumu sermayenin emeği gerçek boyunduruğu olarak niteler. Sermaye yönetimindeki emek süreci, kapitalizm öncesi emek sürecinden yalnızca biçimsel olarak farklı değildir. Kapitalist üretim tarzı toplumsal biçimiyle uyumlu bir maddi üretim biçimi yaratır. Sermayenin gerçek boyunduruk altına alması ile de nispi artık değer üretimi mümkün hale gelir. Gerçek boyunduruk hali ise, biçimsel boyunduruk temelinde mümkündür.[2] Buradan hareketle Marx’ın Kapital’in ilk cildinde tanımladığı “despotça” olarak tanımlanan sömürü organizasyonunu da düşünebiliriz.[3] Kapitalist üretim sürecinde “kişilikleşmiş” sermaye koordinatör görevi üstlenir ama bu işlevi sadece belirli emirlerin bildiriminden ibaret değildir. Sömürünün organizasyonunu yani “despotik biçimi” hayata geçirir.

Sermayenin gerçek ve biçimsel boyunduruğu eşliğinde sınıf iktidarının da ana hatları belirginleşir. Çok sayıda işçi ile askeri disiplini andırır biçimde sermaye adına emek sürecini kontrol eden birimler sınıfsal yönetim hiyerarşisini biçimlendirir.[4] Kapitalizmin despotik biçimi, çıplak anti-demokratik uygulamaları bile yasalaştırarak hukuki uygulamalarla işlemeye devam eder. Bu durum, dün ve bugün burjuva siyasal iktidarının temel kolonlarından birisini teşkil eder.

İşçi sınıfının büyük veya küçük her türlü dinamizmine karşı, sendikalaştıkları için işten çıkarma gibi formel veya mafyatik yollara başvurarak işçileri yıldırmayı amaçlayan enformel yöntemleri deneyen, Soma maden katliamı davasında olduğu üzere işvereni koruyan, maden işçilerini savunan avukatları tutuklayan legal-otoriteryen biçim her türlü boşluğu doldurmayı amaçlamaktadır. Sendikalaştıkları için işçileri işten çıkararak fiili yöntemleri deneyen patronları, işçilerin hukuki temsilini engellemek amacıyla gönüllü avukatlarını tutuklayan ve arabuluculuk gibi mekanizmalarla kısıtlayan devlet iktidarı tamamlamaktadır.

Fiili ve hukuki tüm yöntemler, kapitalist üretimin yegâne amacı olan artık değerin sürekli olarak üretimini amaçlar. Bireysel kapitalistler sermaye birikimi ve/veya iflas korkusuyla artık değer yaratmanın yollarını arar. Bu da “kapitalizmin yıkıcı potansiyelidir”. Marx, “kapitalist üretim, tekniği ve toplumsal üretim süreçlerinin birleşmesini ancak bütün zenginliğin iki kaynağını, toprağı ve işçiyi kurutur” dediğinde tam da bunu ifade etmiştir.[5]

Bugüne geldiğimizde çeşitli illerde farklı nedenlerle sürdürülen direnişlerin bütünü çok önemli bir göstergedir: İşçi sınıfı en temel taleplerle devlet aygıtları ve patronlarla karşı karşıya gelirken aynı zamanda “kendisi için sınıf” olmaya yaklaşmaktadır. İşçi sınıfı mücadele içerisinde özneleşerek (class-in-struggle [6]) burjuva siyasetinin temel parametrelerinden uzaklaşmaya başlamaktadır. İşçi sınıfı sendikal tecrübe, öncü işçiler veya tarihsel direniş modelleri eşliğinde kendi yolunu çizerken, muhalefetse farklı bir yoldan ilerlemektedir. Bu noktada muhalefet ile işçi sınıfı arasında temel bir ayrışma noktası olduğu ileri sürülebilir. İşçiler direnişleriyle “kendi göbeğini kendisi keserken”, genel olarak muhalefet yapıları ise belirli sorunlar karşısında kendi dinamizmi ve öz-örgütlülüğüne güvenmek yerine AB veya diğer uluslararası kurumların sözcülüğüne, hatta kimi zaman açık müdahalesine bel bağlamaktadır. “İş”, “ekmek” gibi en temel ekonomik taleplerle yola çıkan işçi sınıfı, meşru mücadele ekseninde siyasal öznellik kapasitesinin farkına varırken, muhalefet yapıları –farkında olarak veya olmayarak– sınıfın uzağına düşmekte, fiili mücadele yerine “yeni anayasa”, “reformlar”, uluslararası kurum yargılamaları ve kınamaları gibi soyut çözümleri tercih etmektedir. Son olarak işçi sınıfı, mücadele içerisinde kendi eylemliliğini şekillendirirken, muhalefet mücadele yeteneğini anlamsız bir konformizme terk etmektedir.

Liberal burjuva siyasi prensiplerinin hala yürürlükte olduğunun varsayıldığı siyasal atmosferde, işçi sınıfı direniş pratikleriyle sermayenin saldırılarına karşı örülen duvara bir tuğla koymaktadır. Sermayenin gerçek ve biçimsel boyunduruğuna meydan okuyan işçi sınıfı direnişleri, siyasal bilincin evrilmesinde ve hareketin büyümesinde yol taşlarını yerleştirmektedir. Eric Hobsbawm, Marx’ın “modern dünyanın proletaryanın sırtından geçindiğine” dair bir deyişinden bahsetmektedir.[7] İşçi sınıfı bu nedenle düzenden “alacaklıdır” ve sömürünün arttığı, anayasal hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı, burjuva diktatoryasının düzenin tüm bileşenleri eşliğinde tahkim edildiği bir dönemde tek çıkış yolu işçi sınıfı iktidarıdır. Zordur ama imkânsız değildir…

 Bu yazı, https://devletvesiniflar.blogspot.com/2019/10/kapitalist-despotizme-sermayenin.html alınmıştır.


[1] Michael Heinrich, Kapital’e Giriş, çev. Koray Yılmaz, Yordam Kitap, 2017, sf.133

[2] Michael Heinrich, Kapital’e Giriş, sf. 134

[3] Karl Marx, Kapital Cilt I, çev. Mehmet Selik ve Nail Satılgan, Yordam Kitap, 2011, sf. 323

[4] Karl Marx, Kapital Cilt I, sf. 323

[5] Karl Marx, Kapital Cilt I, sf. 482

[6] Söz konusu kavram ve tartışması için Adam Przeworski’nin 1977 tarihli “Proletariat into a Class” makalesine bakılabilir.

[7] Eric Hobsbawm, “Lenin and the ‘Aristocracy of Labor’”, Monthly Review ,Vol.64 / no.7, 2012

Kansu YILDIRIM