Kararsız bir Dostluğun Başlangıcında Sovyet Rusya ve “Yeni Türkiye”

Modern Türkiye tarihi içinde kısa da olsa bir dönem sosyalist bir ülke ile yakın dostluk ilişkileri kurulmuş olması burjuva tarih yazınında ve siyasi değerlendirmelerde genellikle geçici bir “mantık evliliği” olarak nitelendirildi. Sol Kemalizm ise 1920’lerin başında henüz doğmuş iki siyasi iktidar arasındaki sınıfsal karşıtlığı görmek istememiş ve bir “aşk evliliğinden” yahut ortak bir ideolojik zemine basan anti-emperyalist ittifaktan söz etmiştir. Bu ülkede anti-komünizm egemen ideolojinin tüm varyantlarının kuvvetle üst belirleyeni olmuş, böyle bir ülkenin geçmişinde komünist liderler selamlanmış, anti-kapitalist söylevler verilmiş, kalpaklara yıldız konup gezilmiştir. Bu olgular şaşırtıcı olduğu oranda şu ya da bu tarafa çekiştirilmeye, farklı siyasi niyetlerle yapılmış tarih okumalarının malzemesi haline getirilmeye elverişlidirler.

Konunun sağlıklı bir çerçevede ele alınmasını engelleyen birden fazla etken var. Birincisi hakim yöntemsel yaklaşımla ilgili. Analizin merkezine devleti koyan bu yaklaşımda devletler arası ilişkiler soyutlaması soyutlamadan çıkıp gerçekliğin kendisi haline gelir, toplumu bölen farklı sınıfsal çıkarlardan azade bir devlet ya da ülke çıkarından söz edilir ve nihayet bu çıkarları savunan yine bağımsız siyasi aktörlerin ya da “elitlerin” varlığına inanılır. Uluslararası alan ise çıkarlarını savunan devletlerin eşitsiz güç ilişkilerinin sahnesidir. Devletler temelde onları yöneten siyasi elitlerin fikir ve inançları yönünde şekillenir, ülkelerin kaderleri üzerinde bu elitlerin yetenek ve niyetleri olağanüstü roller oynar. Sovyet dostluğunun Mustafa Kemal’le başlayıp bittiğine inanan ekol de onun Sovyetleri ustaca kullandığını ve daha sonra yollarını ayırdığını iddia eden ekol de aynı yöntemsel kalkış noktasına sahip. Bu yöntem Türkiye’de emperyalizmin kıskacında ilerlemeye çalışan geç burjuva devriminin yanı başındaki sosyalist devrimle neden temasa geçmek zorunda olduğunu kavrayamaz. Ortaya çıkan ilişkinin gerilimli ve geçici doğasını da bu bakış açısıyla çözümlemek mümkün değildir.

Bu yöntemsel yaklaşımın bir diğer sonucu Bolşeviklerin Türkiye’ye dönük yaklaşımlarının ve politikalarının özünü anlamaktan uzak analizler olmuştur. Cumhuriyet tarihçiliği Sovyet Rusya’nın Türkiye politikasını Çarlık politikalarının farklı bir kılıfla devamı olarak görme eğilimindeydi. Buna göre, komünizm fikirler dünyası içinde tehlikeli bir fikirdi ve Bolşevik liderlerin dünya görüşünü oluşturmaktaydı. Ancak Rus devletinin dış politika stratejilerinde ve pratiklerinde temel bir dönüşüme neden olmaya muktedir değildi. Sonuçta söz konusu olan Rus devletinin çıkarlarıydı. Böylece yöntemsel sorun gerçekliği ters yüz etmeye neden oluyordu. Bolşevikler dünyadaki ilk işçi devletinin mimarları olarak hem bu devletin ayakta kalması hem dünya devriminin ilerletilmesi için dünya üzerindeki sınıfsal güç dengelerini değiştirmek zorundaydılar. Dünya devriminin ayak seslerinin işitilmez olduğu noktada karmaşık bir ittifaklar politikası yürütmek durumunda kaldılar. Kapitalist dünyanın tasnif edilmesi, sermaye içi rekabetin ve kapitalist ülkeler arası eşitsizliklerin kullanılması, emperyalist ülkeler tarafından egemenlik hakları tanınmayan geç kapitalist ülkelerdeki genç burjuva sınıfları ile geçici ittifaklar geliştirilmesi, bu ittifaklar geliştirilirken bir yandan söz konusu ülkelerde yeni filizlenen komünist hareketlerin gözetilmesi bu politikanın sonucuydu. Sovyetlerin Türk milliyetçileriyle ilişkilerine temel olan da aynı ittifak politikasıydı.

Sovyet-Türkiye dostluğuna ilişkin çalışmalardaki bir başka büyük eksiklik Sovyetlerin o gün için Türkiye açısından ne anlam ifade ettiğinin açıkça ortaya konmamasıdır. Oysa Sovyetlerin nesnel varlığı ve Türkiye’deki bağımsızlık mücadelesini desteklemeye karar vermesi, Türkiye diye bir ülkenin varlığını sürdürmesini mümkün kılabilecek en önemli faktördür. Türkiye’yi küllerinden yaratacak hareket için yola koyulmuş bu ülkenin burjuva devrimcileri, bunun hayatiyetini kavramış ve içselleştirmişlerdir. Dahası Türkiye’de sosyalist bir devrimi bir olasılık haline getirecek toplumsal güçlerin sahnede olmadığı ve tarihsel olarak Rusya antipatisi ve korkusunun geniş kitlelere mal olduğu bir ülkede toplum sathında kızıl rüzgarlar esebildiyse, bu, Sovyetlerin Türkiye için anlamının toplumsal alanda da bir düzeyde kavrandığını gösterir. 1920’de Anadolu’nun gündeminde yalnızca Türkiye’nin değil, doğunun kurtarıcısı olarak görülen Sovyetler vardır. Dolayısıyla çoğu tarih kitabında aksettirildiği gibi Kemalistlerin Sovyetlerle ilişki kurma kararı soğukkanlı bir satranç hamlesinin ötesinde bir can simidine tutunma halidir. Eğer bu doğruysa Türkiye’nin varlık mücadelesi sürdüğü sürece can simidinin nüfuzu kapsamlı ve derin olmuştur. İlişkilerdeki geriye dönüşsüz ilk kırılmanın Türkiye’nin batıda resmen tanındığı Lozan sırasında gerçekleşmesi de bu bağlamda bir tesadüf değildir.

Yazı Sovyet hükümetinin Anadolu’da doğmakta olan milli mücadelenin liderliğiyle ilk temasından ikili ilişkilerin hukuki bir zemine kavuştuğu Moskova Konferansı’na kadar olan dönemi ele alıyor. Bu dönem, Sovyetler açısından sancılı bir Türkiye’deki siyasi muhataplarını tanıma dönemidir. Sovyet dış politikasının genel stratejisi ile uyumlu gelişen Türkiye politikası uygulamada ciddi güçlüklerle karşılaşmıştır. Türkiye’de gelişmekte olan burjuva devrimi açısından emperyalizmle uzlaşmaz bir karşıtlık içinde olan sosyalist bir iktidarın desteği büyük bir şanstı. Ancak yeni sınıf iktidarı kurumsallaştıkça tarihin yasaları işlemiş, birkaç on yıl içerisinde Türkiye Sovyet etkisinden bütünüyle çıkmıştır. Ele aldığımız bir buçuk yıllık yoğun dönem Sovyet Rusya’nın ilk yıllarında sürdürdüğü dış politika pratiğine başarılı bir örnek teşkil etmesi açısından değerli. Bunun yanında hem “Yeni Türkiye”nin Sovyet Rusya ile yakınlaşmasının hem de uzaklaşmasının nedenlerine ilişkin ipuçları sunuyor.

İlk temaslar sırasında uluslararası ortam ve Bolşevikler

Sovyet hükümeti ile Türkiye’deki milli mücadelenin liderleri arasındaki ilk temasların ortaya çıktığı sıralarda savaş sonrası uluslararası ortam istikrara kavuşmuş değildi. Zaman, altüst olan dünya düzeninin yerli yerine oturması zamanıydı, ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda dünya politikasını belirleyen emperyalist ülkelerde bile bir netlik ve görüş ortaklığı yoktu. Savaş, emperyalist rekabetin barış koşullarını ortadan kaldıracak ölçüde kızışması neticesinde kopmuştu. Savaşın net kazanan ve kaybedenleri olsa da belirsizlikler ortadan kalkmamış sadece ertelenmişti. Bir yandan da savaş eski kıtadaki kazanan kaybeden bütün ülkelerin ekonomilerine ve toplumsal istikrarlarına büyük bir darbe anlamına gelmişti. İngiltere daha az ekonomik güç ve askeri kapasite ile savaş öncesi dünya egemenliğini korumak istemekteydi. Fransa ve İtalya “adalet” istemekte ve savaş sonucu paylarına düşenlerden hiçbir biçimde memnun olmamaktaydılar. Ağırlık koyacağı, en azından Avrupa’nın borç krizini çözeceği umulan ABD savaş sonunda kendi hinterlandından çıkıp dünya siyasetinde etkili bir aktör olmaya heves etmiş ancak bu yöndeki karar hızla revize edilmişti. Dünya savaşının kazanan emperyalist ülkeleri hep birlikte Almanya’nın üzerine çökmüşler ve Versay anlaşmasını dayatmış, ancak insanlık tarihinin gördüğü en ağır anlaşmalardan biri olan Versay’ın hükümlerini nasıl hayata geçirecekleri konusunda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Bu kadar büyük ve güçlü bir ülkenin ekonomisini rehin almak, egemenliğine ipotek koymak kolay değildi ve emperyalist güçler bu konuda farklı görüşlere sahiplerdi. Benzer bir durum Yakın Doğu’da ortaya çıktı. Zaman, uzun yıllar bölüşüm konusundaki anlaşmazlık sayesinde ayakta kalmayı başaran Osmanlı Devleti’nin ne şekilde ortadan kaldırılacağına karar verme zamanıydı. Ancak şimdi en güçlü unsur olan İngiltere bile bu konuda bocalıyordu. Hem paylaşım zordu, hem de paylaşım için ayrılması gereken askeri ve mali kaynağa yorgun Avrupa işçi sınıfını ikna etmek… Amerikalı burjuva tarihçilerinden Adam Ulam’a göre herhangi bir devrimci sosyalistin 1914’ten önce arzulayacağından çok daha güçsüz ve birlikten yoksun bir uluslararası burjuvazi egemenlik sorunlarına çare aramaktaydı.[1]

Bütün bu sorunların tepesinde kendine Bolşevik diyen bir “çetenin” eski müttefik Rusya’da iktidara el koyması ve ülkeyi bir “terör ülkesine” çevirmesi duruyordu. Emperyalistler için bu “çetenin” Anadolu’da yeni yeni palazlanan milliyetçilerle ittifak yapması ve Yakın Doğu planlarının altüst olmasından daha kötü bir senaryo herhalde olamazdı. Emperyalist politika yapıcıları Yakın Doğu sorununa gerçekten bu öncelikle yaklaşıyordu. Bu yaklaşım, tarihçilerin erişebildiği gizli görüşme tutanaklarında ve raporlarda açıkça görülmektedir. Emperyalist kibir, 1920 yılına değin Sovyet iktidarının sürebileceği ve Türk milliyetçilerinin Anadolu’da zafer kazanabileceği ihtimalinin görmezden gelinmesine neden oldu.

1917 Kasımında Rusya’da devrim gerçekleştiğinde batıda Sovyet iktidarının tutunabileceğini düşünenlerin sayısı azdı. Sovyet hükümetinin devrimin hemen ardından savaştan çekilmesi, savaşan taraflara yönelik ilhaksız ve tazminatsız barış, savaşan ülkelerin emekçi halklarına hükümetlerine karşı ayaklanma çağrısı; ezilen halkların kendi kaderlerini tayin hakkının olduğu ilanı; savaş öncesi yapılmış ve Çarlık Rusya’sının tarafı olduğu gizli emperyalist paylaşım anlaşmalarını ifşa etmesi; parti içi büyük tartışmaların sonunda ve Lenin’in ağırlığını koyması sayesinde büyük toprak kayıplarını göze alarak 1918 başında Almanya ile barış imzalanması gibi adımlar dünyada büyük yankı uyandırdı. Uluslararası alanda emperyalist ülkelerin zorbalık ve iki yüzlülük üzerine kurulu geleneksel hareket tarzına uymayan bu diplomatik adımlar dahi, dünyanın alışkın olmadığı yeni türden bir hükümetle karşı karşıya olunduğunun açık ifadesiydi. Bolşevikler savaş koşullarından sıyrılıp hızla iktidarlarını sağlamlaştırmak istiyorlardı. Ancak savaş biter bitmez devrimi boğmak isteyecek emperyalist güçlerin harekete geçeceği de açıktı.

Lenin, Ağustos 1918’de o ana kadar karşılaşmadıkları kadar büyük bir tehlikeyle yüz yüze olduklarını, birbirini zayıflatan iki emperyalist bloktan biri sahneden çekilince diğerinin bütün gücüyle Sovyet iktidarının yerine bir burjuva iktidarı geçirmeye çalışacağını yazıyordu. Rusya’ya güneyden Çanakkale ve Karadeniz üzerinden saldırı olabileceği öngörüsü ise kısa zaman içinde doğrulandı.[2]

Kasım 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşmasının ardından boğazlar İngiliz ve Fransız donanma kuvvetlerine açılmış, Karadeniz üzerinden iç savaşın güney cephesine, Kuban bölgesi ve Ukrayna’ya doğru Beyaz Ordu’ya silah ve birlik sevkiyatı başlamıştı.[3] Bolşevikler İngiltere’nin burada durmayacağını İngiltere’nin sömürgelerde kaybettiği gücünü toparlamak, nüfuzunu Çarlık Rusyası’nın zapt ettiği topraklara doğru yaymak ve Yakın Doğu’nun paylaşımını tamamlamak isteyeceğini düşünüyorlardı. Türkiye ise emperyalist istila planlarının hedefiydi ve Sovyet iktidarının yok edilmesi için bir atlama tahtası olabilirdi. Bolşevikler Türkiye’de bağımsızlık hareketinin başarısının Rusya’ya yönelik emperyalist saldırganlığa set çekebileceğini öngörüyorlardı

Öte yandan Sovyet hükümeti doğudaki sömürge karşıtı, anti-emperyalist kıpırdanmaları büyük bir dikkatle takip ediyordu. 1920 yazında Komintern’in ikinci kongresinde sömürgeler sorunu kongrenin önemli gündem maddelerinden birini oluşturuyordu. Ekim Devrimi’ni takip eden aylarda Avrupa’yı saracak devrimci ateşin yeni Sovyet iktidarlarıyla taçlanacağı beklentisi gerçekleşmediği oranda gözler daha fazla doğuya dönmüştü. Sovyetlerin İngiltere ile kaçınılmaz olarak karşı karşıya geleceği cephe İngiltere’nin kan kaybetmekte olduğu Doğu sömürgeleri ve nüfuzu altındaki yarı sömürge ülkelerdi. Kongrede doğuda yükselen mücadelenin devrimin merkezini doğuya kaydırdığını, Avrupa’da proletaryanın harekete geçmesinin ön koşulunun sömürge ülkelerinde yaşanacak devrimci kopuşlar olduğunu iddia edenler oldu.[4] Neticede Sovyet dış politikası Avrupa proletaryası ile doğunun mazlum halkları arasında Sovyetler aracılığıyla kurulacak bir bağı önemsese de Avrupa merkezli bakışını korudu. Doğuya yönelik devrimci propaganda, Asya ülkelerindeki bağımsızlık hareketlerine ve koşullara göre bu hareketlerin burjuva liderliklerine verilecek destek Avrupa politikasının tamamlayıcısı olacaktı. Türkiye’deki bağımsızlık hareketi ile gelişen ilişkiler Sovyetlerin Doğu ile kurmaya çalıştığı bağ açısından kayda değer bir örnek teşkil edecekti.

Sonuç olarak Sovyet hükümeti acil güvenlik sorunları için, doğu politikasının önemli bir unsuru olarak ve de eninde sonunda kendisine hücum edeceğini düşündüğü birleşik bir emperyalist-kapitalist cephede şimdiden gedikler yaratma politikasının bir parçası olarak Türkiye’de gelişen bağımsızlık hareketi ile ilişki kurmaya yöneliyordu.

Bu ilişki ilk yıllarda tanıma sürecinin sancıları ve karşılıklı güvensizlikle maluldü. Anadolu’da doğan bağımsızlık hareketinin liderliğinin kimde olduğu, ittihatçıların doğucu eğilimlerine nasıl set çekileceği, Kemalistlerin batıyla anlaşmasının nasıl önüne geçileceği, Kafkasya’daki karmaşık denklemin nasıl emperyalistlerin askeri gücünü bölgeye çekmeden çözüleceği Politbüro, Dışişleri Halk Komiserliği, Kızıl Ordu’nun Kafkasya’daki kurmayları ve bölgedeki diplomatlar arasında gerilimli müzakerelerin sonunda şekilleniyordu. 1919’da bağımsızlık yanlısı Türkiyeli yöneticilerle ilk temasların ardından 1920’de belirginleşen Sovyet dış politikası son derece deneyseldi; dönemin olağanüstü koşullarının da neticesinde hem çok etkili, hem de kırılgandı.

Yakınlaşma ve ilk temaslar

Bolşeviklerin gelişmekte olan bağımsızlık hareketiyle doğrudan bağlantı kurmadan önce Türkiye’deki siyasi gelişmelere ilişkin bir ön fikri olduğunu varsayabiliriz. Lenin’in ve Troçki’nin Jön Türk Devrimi üzerine yazıları biliniyor. Lenin 1908’i, 1905 Rus Devrimi’ni takip eden İran ve Çin devrimleri, Hindistan’da milliyetçiliğin uyanışı ile birlikte değerlendiriyor, bunları Doğu’daki değişimin işareti olarak görüyordu.[5]

Sovyet hükümeti devrimden kısa bir süre sonra Brest-Litovsk’ta Osmanlı heyeti ile masaya oturmuş, böylece Türkiyeli yöneticilerle ilk doğrudan temas sağlanmıştı. Barış antlaşmasının imzalanmasının ardından Osmanlı yöneticileriyle sıcak temas Osmanlı ordusunun Almanya’nın teşviki ile başlayan Kafkasya’yı işgal girişimleri diplomatik ilişkilerin kesilmesine neden olana kadar sürmüştü. 1918’den itibaren Sovyet ajanlarının Anadolu’dan ve İstanbul’dan Moskova’ya istihbarat gönderdiğini biliyoruz.[6] Devrimci Askeri Komitelere üye olan ve mütarekenin ardından Türk topraklarında propaganda çalışması yürüten Rus askerlerinin de belli bir bilgi akışı sağladığını varsayabiliriz. Sovyetler, Türkiye’deki zemini yokluyordu.

İlk temaslar henüz bağımsızlık hareketinin liderliğinin belirginleşmediği 1919 yılında iki koldan gelişti. İlki mütarekenin ilanının hemen ardından ülke dışına çıkmak zorunda kalmış ittihatçı liderlerin çabalarının ürünüydü. Enver, Cemal ve Talat paşalar Bolşeviklerle siyasi ortaklık kurmak konusunda isteklilerdi. Sovyetler de bu Osmanlı paşalarının doğudaki bağlantılarını biliyor, Türkiye’de doğuş aşamasında olan bağımsızlık hareketinde belli bir rol oynadıklarını varsayıyordu. İttihatçıların Türkiye’de siyasi ve örgütsel etkisi sürüyordu. İttihatçıları doğmakta olan milli mücadele hareketinden ayrı düşünmek mümkün değildi. Eylül 1919’da Almanya’da tutuklu bulunduğu sıralarda Enver ve Talat’la görüşen Bolşevik liderlerden Karl Radek “Milliyetçi Türkiye” ve “Bolşevik Rusya” arasında bir ittifak önermiş, Enver Paşa’yı Moskova’ya davet etmişti. Enver aylar sonra Ağustos 1920’de maceralı bir yolculuğun ardından Moskova’ya varabildi. Gelişi içişleri halk komiserliğini ve ÇEKA başkanlığını birlikte yürüten Feliks Djerzinskiy tarafından bizzat Lenin’e rapor edildi.[7] Sovyet hükümeti Enver’in siyasi geçmişinden ve panislamist ajandasından haberdardı. Eylül 1920’de bir dizi Asya ve Afrika ülkesinin temsilcisi sıfatı ile Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı’na katılan Enver burada fazla itibar görmemiş, tam tersine kendisine bizzat kürsüden Komintern başkanı Zinovyev tarafından işlediği savaş suçları hatırlatılmıştı.[8] Yine de Anadolu’da Enver’i lider kabul eden güçlü bir İttihatçı partinin hala var olduğunu biliyor ve bunu değerlendirebileceklerini düşünüyorlardı. Enver’in Moskova’ya geldiği sırada Sovyet başkentinde bulunan amcası, savaşta Irak cephesinde “Kut-ül Amare” kuşatması sırasında gösterdiği kahramanlıkla ün salmış Halil Paşa ve ona eşlik eden Doktor Fuat Sabit, Çiçerin ve başka Sovyet yetkilileri ile görüşüyor, onlara bağımsızlık sonrası Türkiye’de geniş bir köylü tabana yaslanan, “devlet sosyalizmine” uzanacak bir programı yürürlüğe koyabilecek radikal demokrat bir liderliği müjdeliyorlardı.[9]

Mustafa Kemal ile ilk resmi olmayan buluşmanın 1919 baharında Havza’da dağınık direniş kuvvetlerini toparlama çalışmaları sürerken gerçekleştiği söyleniyor. Buluşmada Sovyetleri kimin temsil ettiği konusunda bir görüş birliği yok, ancak böyle bir buluşmanın gerçekleştiği genel olarak kabul ediliyor. Teşkilat-ı Mahsusa’nın son başkanı Hüsameddin Ertürk’ün anılarında aktardığına göre Mustafa Kemal Sovyet temsilcisine Türkiye’nin tarihsel, kültürel ve toplumsal koşulları nedeniyle komünist olamayacağını ancak devlet sosyalizmine yakın bir sistemle idare edilebileceğini belirtir. Sovyetlerin yapacağı para ve cephane yardımının hayatiyetini dile getirir.[10] Bundan sonra yazışmalardan milli mücadelenin liderleri arasında bir tartışma başladığını anlıyoruz. Burada ilgili yazında sıkça iddia edildiğinin aksine Sovyetlere ilişkin yaklaşımlarda büyük farklılıklar olmadığını belirtelim. Osmanlı sivil-asker bürokrasisi içinde yetişmiş, benzer bir formasyon edinmiş, temelde batılı değerleri benimsemiş, burjuva devrimcisi olarak adlandırılabilecek bu lider kuşağı içinde derin ideolojik yarıklara işaret etmenin abartılı olduğunu da ekleyerek… Komünizme yönelmiş belirgin bir karşıtlık ve nefretin henüz olgunlaşmadığı bu evrede iki temel korku, değişen düzeylerde Mustafa Kemal başta olmak üzere tüm milli mücadele liderlerinde kendisini göstermektedir: geleneksel Rusya korkusu ve batıyla uzlaşma ihtimalinin bütünüyle ortadan kalkması korkusu…

Mustafa Kemal, Sovyet temsilcisi ile görüşmesinin hemen ardından Doğu Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir’e telgrafla bir Türk-Sovyet ittifakı olasılığını haber verir. Karabekir’in yanıtı ihtiyatlıdır. Karabekir ağırdan alınmasını, tarafsız olunmasını ve Bolşeviklerin niyetinin iyice anlaşılmasını salık verir. Mustafa Kemal, Şubat 1920’de bu kez Karabekir’le birlikte o sırada Osmanlı hükümetinin savaş bakanı olan Fevzi Paşa ve İstanbul’da son Meclis-i Mebusan’da milli mücadele taraftarlarının toplandığı Felah-ı Vatan grubuna başkanlık etmekte olan Rauf Bey’e gönderdiği mektupta emperyalist kuşatmanın kırılabileceği tek cephenin Kafkaslar olduğunu, Kafkasların sovyetizasyonuna yardım edilmemesi ve Sovyetlerle ittifaka gidilmemesi halinde emperyalistlerin ülkeyi ortadan kaldıracaklarını uzun uzun anlatır.[11] Milli mücadelenin bu üç önemli isminden Mustafa Kemal hiç vakit kaybetmeden Bolşeviklerle anlaşmaya varılması ve Kafkasya’ya güvenilir temsilcilerin gönderilmesi gerektiğine inanmaktayken, Rauf Bey İngilizlerle Kafkaslar ‘da ortak eylem için anlaşmayı, Karabekir ise Sovyetlerle ittifakı aceleye getirmemeyi savunuyordu. Milli mücadele liderleri arasındaki görüş ayrılığını sona erdirecek olan 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgali olur. O ana kadar İngiliz hükümetinin çeşitli aracılarla Sovyetlere karşı Kafkaslarda işbirliği önerileri ve karşılığında bulunduğu vaatlerin[12] gerçekçi olmadığı ve kurtuluş için Sovyetlerle yakınlaşmak dışında bir seçeneğin kalmadığı iyice anlaşılmıştır. Bu açıdan tepe noktasına ise işgalden dört ay sonra imzalanan Sevr Antlaşması ile varılacaktır. Bu anlaşmadan sonradır ki, Mustafa Kemal İslam ve Bolşevizm’in taşıdığı ortaklığa işaret eder[13] , Kazım Karabekir Bolşevizm’in Anadolu’ya uyarlanıp uyarlanamayacağını düşünür, meclis çevrelerinde ve halk arasında Bolşevizm gerçek bir seçenek olarak konuşulur hale gelir.[14]

Lenin’in birkaç yıl sonra yaptığı değerlendirmeden Sovyet tarafının da durumun farkında olduğunu anlıyoruz: “Türklere herhangi bir taviz vermekten kaçınan İtilaf Devletleri kurtuluş hareketini bize doğru itti.”[15] Sovyetler, Türk milliyetçi liderleri için hem bir mecburiyet hem de bir tehditti. Tehdit algısının göstergelerinden biri, Sovyetlere dönük ısrarlı maddi yardım talebinde bulunulurken, Kızıl Ordu’dan doğrudan askeri birlik desteğinin adının katiyen anılmaması idi. Sovyet hükümeti açısından ise bir askeri ittifak zaten gündem dışıydı. Türkiye ile ilişkisini kendi varlığı açısından son derece hassas dengeler üzerine inşa ediyordu. Bir yandan Türkiye’deki bağımsızlık cereyanını desteklerken öte yandan İngiltere ile normal ilişkiler geliştirmek için yoğun bir diplomasi faaliyeti yürütüyordu. Bu ikili dış politika stratejisini en fazla zora sokan olaylar Kafkas siyasetinin karmaşık denklemi içinde gelişecekti.

Kafkasya denklemi

Ekim Devrimi’nin ardından Bolşeviklerin kendilerine dayatılan koşullarda barış imzalamayı kabul etmesi Almanya’nın teşvikiyle Osmanlı hükümetinin Kafkasya’ya müdahale girişimlerine hız vermişti. 1918 sonundaki ateşkesin ardından ancak bir yıl sonra İngiltere’nin Batum’a girişi ile bu girişimlere bir set çekilebildi. Ancak İtilaf güçlerinin, özelde İngiltere’nin Kafkaslarda uzun süreli bir işgali göğüsleyecek enerjisi kalmamıştı. Bunun yerine güçlenmekte olan Bolşevik gruplar karşısında burjuva milliyetçisi hareketler desteklendi ve Ermenistan’da Taşnakların, Gürcistan’da Menşeviklerin ve Azerbaycan’da Müsavat hareketinin hükümeti ele geçirmesi sağlandı. İngiltere bir yandan bu hükümetleri kullanarak, bir yandan Anadolu’daki Türk milliyetçilerini Sovyetlerle Kafkaslarda karşı karşıya getirme hesabı yaparak zaman kazanıyordu. Güney Kafkasya’da ortaya çıkan siyasi boşluğu eğer alt edilmezse eninde sonunda Sovyetlerin dolduracağı herkesin malumuydu. Dolayısıyla bölgenin kaderi Rusya’daki iç savaşın kaderi ile iç içe geçmişti.

1919 yılı Rusya’da doğuda ve güneyde Kolçak ve Denikin ordularına karşı amansız mücadeleyle geçti. İç savaş tüm şiddetiyle devam ederken Sovyet hükümeti İtilaf Devletlerinin destek verdiği Kafkas hükümetleri ile sıcak çatışmaya girerek yeni bir cephe açmak ve Avrupa’da geliştirmeye çalıştığı diplomasiyi dinamitlemek istemiyordu. En büyük tedirginlik kaynağı İngiltere ve Fransa’nın bölgeye yeniden asker çıkarma kararı vermesiydi. Bu koşullarda izlenen strateji Kafkas hükümetlerini nötralize etmek, Türkiye’nin İtilaf Devletleri ile anlaşma olasılığını bertaraf etmek, Türkiye’ye yapılacak yardım için koridor açmak ve bölgenin sovyetizasyonu için yerel devrimci güçleri destekleyerek uygun zamanı kollamak biçiminde özetlenebilir. Durumu Sovyet hükümeti için iyice karmaşıklaştıran eski İttihatçıların Kafkasya’daki şüpheli eylemleri ile Türkiye-Ermenistan gerilimi idi.

İttihatçıların Kafkasya’daki faaliyetlerine göz yumulmasının nedeni Sovyetlerin doğunun Müslüman topluluklarına hitap etme yeteneği kazanma ihtiyacı idi. Bunun için barış sonrası eski Rus topraklarında kalmış Osmanlı vatandaşlarının da dahil olduğu çeşitli örgütlenmelere gitmişlerdi ve bu örgütler içinde İttihatçı yöneticilerin başını çektiği grupların belli bir rol oynaması faydalı görünüyordu. Yine de İttihatçıların şüpheli faaliyetleri tedirginlik yaratıyor bu gruplarla ilişkiler konusunda Sovyet hükümeti kendi içinde de görüş ayrılığına düşebiliyordu. Bolşevik partisinin Kafkasya Bürosu’nun Bakü’de “Türk Komünist Partisi” adıyla bir parti kuran ittihatçı Baha Sait’le yaptığı anlaşma dışişleri halk komiserliği tarafından tepkiyle karşılanmış ve anlaşma hükümsüz kabul edilmişti. Anlaşmaya göre Sovyetler Türkiye’deki milli mücadeleye yardım edecek, İttihatçılar da Kafkasya’da İngiltere karşıtı ve Sovyet yanlısı fikirleri yayacaklardı. 1 Mart 1920’de Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin Lenin’e, Politbüro üyesi Krestinski’ye, Kafkasya Bürosu’ndan Nariman Narimanov’a gönderdiği bir mektupla dikkatleri bu konuya çekiyordu. Müslümanlara propaganda yaparken asla “Bolşevizm İslam’ın en iyi dostudur” gibi cümleler kurmamak gerektiğini hatırlatıyor ve Kafkasya Bürosu’nun “Jön Türklerle” yaptığı gibi düşmanlarla bağlayıcı anlaşmalara girilmesi durumunda daima aldatılan tarafta olunacağını bildiriyordu: “Oldukça basit, Müslüman dünya ile, özellikle panislamizm ile iş yaparken her adımımızı tartmalı ve geçmişe göre çok daha dikkatli olmalıyız.”[16]

Brest-Litovsk Antlaşması’nda Osmanlı hükümeti 1977-78 savaşı sonrası Çarlık Rusyası’na devretmek zorunda kaldığı Kars, Ardahan ve Batum’u geri alma fırsatı yakalamıştı. Mondros ateşkesinden sonra Elviye-i Selase (üç liva) olarak bilinen bu vilayetler İngiltere’nin Batum’u Kasım 1919’daki işgali ile bir kez daha elden çıksa da Misak-ı Milli’ye dahil edilmişti.

İstanbul’un işgali milli mücadele liderlerini kesin olarak Kafkasya’nın sovyetizasyonunu desteklemeye yöneltti. Bu destek karşısında Elviye-i Selase için pazarlık yapılabilecek ve Anadolu’daki direniş için gerekli maddi yardım temin edilebilecekti. 16 Mart 1920 günü, yani İstanbul’un işgal edildiği gün Mustafa Kemal Kazım Karabekir’e derhal Gürcistan ve Azerbaycan’ın sovyetizasyonunun kolaylaştırılması için harekete geçme emri verdi. Ertesi gün Kazım Karabekir Bakü’de bulunan Halil Paşa’ya gönderdiği bir telgrafla Azerbaycan’da Bolşevik güçlerin Müsavat hükümetini devirmesi için yardımcı olmasını, bölgedeki diğer ittihatçıların Sovyet karşıtı faaliyetlerini engellemesini istiyordu. Bu talep yersiz değildi. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa Dağıstan’da Yeşil Ordu adına Müslümanları Denikin’e karşı örgütlerken Bolşeviklerle ittifak halinde görünse de alttan alta bölgenin Türkiye’ye ilhakını sağlayarak “İslam Birliği”ni gerçekleştirmeyi amaçlıyordu. Benzer biçimde Halil Paşa bir yandan Bolşeviklere yardım eder görünüyor, diğer yandan Müsavat hükümetinin danışmanı gibi hareket ediyordu. Yine de önlenemez Sovyet ilerleyişi karşısında yapılacak fazla bir şey kalmamıştı. 1919 sonu itibariyle Beyaz Ordu Kumandanı Mareşal Kolçak, Sibirya’nın doğusuna püskürtülmüş, General Yudeniç’in Petrograd’ı işgal çabaları boşa çıkarılmış, Denikin komutasındaki güney ordularının beli kırılmış, 1920 baharında Kızıl Ordu Karadeniz’e ulaşmıştı. Denikin Gürcistan’a sığınırken,[17] Kızıl Ordu’ya Bakü yolu açılıyordu. Kızıl Ordu askerleri kente girdiklerinde ciddi bir direnişle karşılaşmadılar. Onları dostça karşılayanlar arasında İttihatçı subaylar da vardı. Ankara’da Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasından birkaç gün sonra Halil Paşa anılarında Kazım Karabekir’den gelen “Kızıl Ordu’ya yardımcı olun” emri için “hiçbirimiz bu emri yerine getirebilecek durumda değildik” dese de[18] Kızıl Ordu’nun Bakü’ye ulaştığı sırada karşı direnişin kırılması için nüfuzlarını kullanmışlar, Müsavatçıların ülke dışına kaçışının engellenmesinde merkezi bir rol oynamışlardı.[19]

Kırım’da Beyaz Ordu kalıntılarına komuta eden Vrangel ile mücadele ve Polonya’nın Ukrayna’yı istilası ile başlayan savaş sürse de Güney Kafkasya’nın bütünüyle Sovyet sistemine dahil olması yakındı.[20] Yine de Sovyet hükümeti zamanlama konusunda tereddüt içindeydi. Dışişleri Komiser Yardımcısı Karahan’ın Kafkas Bölge Komitesi’ne yazdığı 23 Nisan tarihli mektubundan komitenin Ermenistan ordusunun önemli bir bölümünün Sovyet tarafına geçmeye hazır olduğu yolundaki fikrini Stalin’in yeterince inandırıcı bulmadığını anlıyoruz. Mektupta başka cephelerde savaş sürerken Kafkasya’da daha fazla ilerlemenin uygun olmadığı yazılmıştı. Komiteden Ermenistan ordusundaki duruma ilişkin daha net bilgiler isteniyor ve askeri harekat durumunda bölgedeki askeri güçlerin kendi yağında kavrulması gerektiği hatırlatılıyordu.[21]

Ermenistan’la ilgili Sovyet Dışişleri’nin baş etmesi gereken önemli bir konu Türkiye ile Ermenistan arasındaki gerilimdi. Kızıl Ordu’nun Bakü’ye ilerleyişi sürerken, 29 Mart 1920’de Mustafa Kemal’den Kazım Karabekir’e Elviye-i Selase’nin ve bu vilayetler ile Aras nehri arasındaki bölgenin işgali emri geldi.[22] Bu kararın arkasında, bölgede Sovyetlere verilen destek karşılığında bu işgallere göz yumulacağı fikri olması muhtemeldir. Kars ve Ardahan’a girilmesi Ermenistan’la sıcak çatışmanın kapısını aralıyordu. Genel olarak Türkiye’deki milli mücadeleye destek verilmesi gerektiği konusunda Politbüro’dan başlayarak Sovyet yöneticileri arasında tam bir görüş birliği olduğunu görüyoruz. Ermenistan politikası ve özelde Türkiye-Ermenistan gerilimi konusunda ise Bolşevik Partisi Kafkasya Bürosu’nu oluşturan Sovyet yöneticileri ile Dışişleri Halk Komiserliği arasında görüş ayrılığı olduğu anlaşılıyor.

Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi’nin reisi sıfatıyla 26 Nisan’da Sovyet hükümetine gönderdiği ilk resmi mektupta Kafkasya’daki işbirliğinin bir parçası olarak Taşnak Ermenistanı’na ortak harekat öneriyordu. Sovyet hükümetinin bu öneriye sıcak bakması mümkün değildi. Çiçerin, Mustafa Kemal’e 3 Haziran’da verdiği cevapta Türkiye’nin siyasi bağımsızlığına kavuşması için destek sözü veriyor ancak Kürt, Ermeni, Laz nüfusunun yoğun olduğu bölgelerle Doğu Trakya’da kendi kaderini tayin hakkı referandumları yapılması gerektiğini belirtiyordu. Üstelik bu referandumlara topraklarından göç etmek zorunda kalmış gruplar da katılma hakkına sahip olmalıydı.[23] Burada şüphesiz Ermeni meselesine işaret ediliyordu. Çiçerin 28 Nisan’da Lenin’e yazdığı notta konuyla ilgili düşüncelerini şöyle açıklıyordu:

“Bir yandan Ermenilerin daha önce uğradığı zulüm, diğer yandan güçlü Ermeni burjuvazisinin varlığı sonucu Taşnak etkisi tüm Ermeni halkı üzerinde kök salmış durumda. Ermenilerle bize karşı durmalarını engelleyecek ilişkiler kurmalıyız. Onlara taviz[24] vermek zorunda kalacağız. Yakında Ermenistan’la anlaşma konusu bu minvalde karşımıza gelecek.”[25]

Çiçerin’in yaklaşımında İtilaf Devletleri’ne askeri müdahale gerekçesi verecek adımlardan kaçınma düşüncesi kadar Avrupa emekçi sınıfları arasında Ermeni meselesine  karşı var olan duyarlılık nedeniyle Sovyetlerin Ermenilere kimi ödünler vermekte tereddüt etmesinin ve Türkiye ile açık işbirliği içine girmesinin Avrupa’da tepkiyle karşılanmasından çekinmesi de belirleyiciydi. Anadolu’daki mücadeleye çok gürültü koparmadan destek verilmesi gerektiğini düşünüyordu. Üstelik pratik olarak askeri malzeme ve para yardımının sevkiyatı için Ermenistan ve Gürcistan topraklarından geçecek bir koridora ihtiyaç olduğu için de Taşnaklarla anlaşmak gerekiyordu.[26] Taşnak hükümeti de Ermenistan’ın sovyetizasyonunu durdurmanın, Türkiye ile Sovyetlerin Ermenistan’a karşı ittifak geliştirmesini önlemenin yolunun bir an önce Sovyet hükümeti ile anlaşmaktan geçtiğini düşünüyor; hem Türkiye topraklarından talepler hem de Azerbaycan-Ermenistan sınırında, Nahçıvan, Dağlık Karabağ ve Zangezur bölgelerinde Müsavat’ın boşalttığı alanda varlık gösteren İttihatçıların faaliyetlerinin engellenmesi konularında Sovyetlere baskı yapabileceğini düşünüyordu. Çiçerin de taviz derken tam olarak bunları kastediyordu.

Kafkasya Bürosu’nun yaklaşımı ise daha farklıydı. Aralık 1919 tarihli raporunda savaş sırasında Ermeni halkının feodal-baskıcı Osmanlı yönetiminin zulmüne uğradığı ve bu halkın bağımsızlık talebinin kesinlikle devrimci bir talep olduğu, ancak bu durumun “Büyük Ermenistan” projesini haklı çıkarmadığı belirtiliyordu. Savaş sırasındaki zorunlu göç Türkiye Ermenistanı’nın demografik yapısını radikal biçimde değiştirmiş, bölge kelimenin gerçek anlamıyla Ermenilerden arındırılmıştı. Ermeni şovenistleri emperyalistlerin kışkırtması ile yoksul Ermeni halkını felaketle sonuçlanacak yeni bir savaşa sürmeye çalışıyordu. Rapora göre kendi kaderini tayin hakkı tarihsel koşullardan bağımsız düşünülemezdi.[27]

Sovyet yöneticileri arasındaki tartışma 1920 sonu itibariyle Ermenistan’ın sovyetizasyonu, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki tartışmalı bölgenin Azerbaycan’a bırakılması ve “Türkiye Ermenistan”ı konusunun gündemden düşmesi ile kapanacaktı. Ancak bu noktalara gelene kadar Türkiye-Sovyet Rusya ve Ermenistan üçgenindeki gerilimler 1920 sonuna kadar tırmanacak ve Türkiye ile Sovyet Rusya arasındaki başlıca sorunlardan biri olarak iki ülkenin ittifakının resmileşmesini geciktirecekti. 1920 yazında Ankara hükümetinin Sovyet Rusya ile ilk anlaşma denemesinin başarısızlıkla sonuçlanması çok sancılı bir karşılıklı tanıma ve birbirini sınama döneminin açılmasına neden oldu.

İlk teşebbüs, ilk başarısızlık

Ankara hükümeti ilk resmi mektubun ardından Moskova’ya bir heyet gönderilmesi için harekete geçmişti. Mayıs ayında Ankara’dan yola çıkan Dışişleri Bakanı Bekir Sami’nin başkanlık ettiği bu heyetin Moskova’ya varışı aylar sürdü. Bekir Sami 4 Temmuz’da Moskova’ya gönderdiği bir telgrafta diplomatik ilişkilerin temelini atmak ve gelecek planlarını konuşmak üzere Ankara hükümeti tarafından görevlendirildiklerini, ancak Taşnak hükümetinin geçişlerini engellemesi sonucunda Erzurum’da bir ay kadar beklemek zorunda olduklarını bildiriyor, Sovyet hükümetinin duruma müdahale etmesini istiyordu. [28] Nihayet Moskova’ya vardıklarında resmi bir karşılama gerçekleşmedi. Haftalarca Moskova’da beklemek, iç savaş ve ekonomik bunalım koşullarında Moskovalıların yaşadığı zorlukları deneyimlemek durumunda kaldılar.[29] Görüşmeler seyrek gerçekleşiyor ve bir yere bağlanmıyordu. Gündeme ilişkin görüşebildikleri en üst düzey yetkili Dışişleri Komiser Yardımcısı Karahan’dı. Çiçerin’e gönderdikleri şikayet mektuplarına bile cevap birkaç haftada geliyordu.

Ankara heyetinin Moskova’da bulunduğu sıralarda Komintern’in ikinci kongresi Petrograd’da açılmış Moskova’da devam etmekteydi; heyetin görüşmeyi umduğu siyasi liderlerin hemen tamamı kongrede bulunmaktaydı. Kongrede doğu politikası ile ilgili Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren hararetli bir tartışma yaşanıyordu. Sonuç bildirgesinde anti-emperyalist uyanışın yaşandığı doğu coğrafyasında bağımsızlık hareketlerine yaklaşımda ülkelerin gelişmişlik düzeyine, sınıfsal dengelere bakılacağı, bu hareketlere öncülük eden burjuva öznelere destek verilip verilmeyeceğine buna göre karar verileceği belirtilmişti. Soyut bir tarife dayanan bu pozisyon Türkiye için hazır bir strateji sunmuyordu.

Sovyet dışişleri henüz kuruluş aşamasında yakın ilişkiler kurmaya çalıştığı kapitalist ülkelerle temasta bütünüyle deneysel adımlar atmak zorundaydı. Söz konusu ülkeleri bütün yönleriyle tanımak, uygun bir strateji belirlemek ve bu stratejiyi uygulayacak kadrolar bulmak öyle kolay değildi. Türkiye’ye gönderilecek elçiler uzun süre sorun olmuştu örneğin. Türkiye’deki bağımsızlık mücadelesi desteklenecekti, ancak ne ölçüde, hangi kaynaklarla. Yeni doğan burjuva liderlikle ittifak yapılacaktı, ancak bu ittifakın içeriği ne olacaktı, bu liderlik ne kadar ileri çekilebilir, ne zamana kadar emperyalist batıdan uzak tutulabilirdi, bu arada ülkedeki komünistler ne ölçüde desteklenecekti? Ayrıca, Türkiye’yle yakınlaşmanın çok dikkatli bir hat üstünden gitmesi, Ermeni-Türk sorununda açık taraf olarak görünülmemesi, Sovyetleri emperyalistlerle sıcak bir çatışmaya sokacak bir angajmandan kaçınılması gerekiyordu. Bütün bu gerilimlerin yarattığı belirsizlikler Sovyet hükümetinin Türkiye’yle yakınlaşma yolunda adımlarını tereddütlü hale getiriyordu.

Somut olarak Türkiye’deki muhatap sorunu da belirsizliği arttıran bir başka etkendi. 1920’de Mustafa Kemal liderliğindeki hareket resmiyet kazanmıştı ve bu liderlik İttihatçılarla ilişkilendirilmekten imtina ediyordu. Ancak geçmişin kudretli İttihatçı liderleri kendilerini Anadolu’daki direnişin temsilcisi olarak tanıtıyor ve Sovyetlerde bağlayıcı olduğu izlenimi uyandıran görüşmeler yapıyorlardı. 1920 yazında Enver ve Cemal paşalar Moskova’daydı. Mayıs ayından itibaren Türkiye’deki milli mücadele hareketini temsil iddiasıyla iki ittihatçı paşa daha, Halil Paşa ve -Çiçerin’in ifadesiyle- kendini komünist olarak nitelendiren Fuat Sabit, Türk-Sovyet anlaşması ve Türkiye’deki bağımsızlık savaşına destek konularında temaslarda bulunuyordu.

Çiçerin Lenin’e ittihatçılarla yaptığı görüşmeyi bir mektupla aktarırken görüşmedeki pozitif hava satırlara yansıyordu. Çiçerin “Türk milli merkeziyle” yakınlaşmanın doğu politikasını olağanüstü derecede güçlendireceğini düşünüyordu. Halil Paşa ve Fuat Sabit’in anlattıklarından edindiği izlenim henüz milli merkezin partilere bölünmüş olmadığı ama bağımsızlık sonrası en azından cumhuriyetin kurulacağı konusunda görüş birliği olduğuydu. İttihatçılar Türkiye’de komünizmin gerçek bir temeli olmadığını, Türkiye toplumunda kapitalistlerin ya da büyük toprak sahiplerinin var olmadığını anlatmışlardı. Çelişki köylüler ve küçük burjuvazinin oluşturduğu koalisyon ile Batı kapitalizmi arasındaydı. Bu görüşmede Türkiye’ye yapılacak maddi yardımın detayları konuşulmuştu. Ermeniler demiryolunu açmak konusunda ikna edilmeli, Gürcü Menşevik hükümetiyle İngilizlerin gönderilen yardıma el koymasını önlemek konusunda anlaşılmalıydı.[30]

Ankara hükümetini temsil etmediği Ankara’dan Moskova’ya iletilmiş olsa da Halil Paşa Türkiye’ye atanan ilk Sovyet temsilcisi Upmal Angarski[31], diğer elçilik heyeti ve ilk parti silah ve altın yardımıyla birlikte Ankara’ya dönecekti. Moskova’da 1920 yazında İttihatçılar Anadolu’daki direnişin ve Ankara hükümetinin temsilcileri olarak kabul görmüştü. Çiçerin Halil Paşa’nın ayrılmasından sonra Ankara’ya gönderdiği mektupta Sovyet diplomatik temsilcisinin ve Halil Paşa’nın Ankara’dan dönüşlerinin Türk-Sovyet ilişkilerinin yüksek bir seviyeye çıkmasına vesile olacağına inandığını yazıyordu.[32]

Ankara heyetinin Moskova’da zorlu birkaç ay geçirmesinin bir nedeni de aynı anda kentteki Taşnak heyeti ile paralel görüşmelerin sürmesi olabilir. 10 Ağustos’ta Ermenistan’la bir anlaşma imzalanmıştı.[33] Sovyet hükümeti İtilaf Devletleri’ni bölgeden uzak tutmanın tek yolunun Sovyetlerin Ermenistan ve Türkiye arasında arabulucu rolü oynaması olduğunu düşünüyordu.[34]Oysa Türk ve Ermeni milliyetçiliklerinin sorunu barışçıl yollarla çözülemeyecek kadar karmaşıklaştırdığı anlaşılıyordu.

Sovyet hükümetinin Ankara’nın resmi heyeti ile temasları görüşmelerdeki kesintilere ve güçlüklere rağmen Ağustos sonunda bir dostluk ve işbirliği anlaşması metninde ortaklaşacak kadar olgunlaşmıştı. İstanbul Hükümeti’nin İtilaf Devletleriyle Sevr’i imzalamasının ardından Sovyetlerle anlaşma Türkiye’deki milli mücadele açısından acil ve yakıcı hale gelmişti. Tam bu noktada Bekir Sami’nin heyetin üyelerinden Yusuf Kemal’i Ankara’ya bilgi vermek ve danışmak üzere gönderdiğini görüyoruz. Buna Çiçerin ve Bekir Sami arasında geçen bir görüşmenin neden olduğu anlaşılıyor. Bu görüşmede Türkiye’nin iddiasına göre Çiçerin Bekir Sami’ye Van, Muş ve Bitlis topraklarından bir kısmının Türkiye Ermenilerine verilip verilemeyeceğini sormuştu. Buna göre Bekir Sami bu toprakların misak-ı milliye dahil olduğunu söylüyor ve Ankara’ya danışmak üzere görüşmelere ara veriyor. Sovyet kaynaklarında ise aynı görüşmede Bekir Sami’nin kadük olan Brest-Litovsk Antlaşması’nda Osmanlı’ya verilen Batum’u Misak-ı Milli sınırları içinde olduğu gerekçesiyle talep ettiği ve Çiçerin’in bu oldubittiye itiraz ettiği anlatılıyor.[35]

Her iki iddia da doğru olabilir ve akla yatkındır. Sovyet belgeleri Çiçerin’in şu ya da bu zaman Türkiye’den kendi kaderini tayin hakkı ilkesi gereği Türkiye Ermenileri için toprak talep ettiğini ortaya koyuyor. Ankara heyetiyle paralel olarak süren görüşmelerde Taşnak heyetinin bu yöndeki basıncı ile karşılaşmış olabilir. Aynı belgeler bu konuda Sovyet yönetimi içinde tam bir mutabakat olmadığını da gösteriyor. Ancak bu Çiçerin’in Yusuf Kemal Tengirşenk ve Ali Fuat Cebesoy’un[36] anılarında anlattıkları gibi eski Çarlık dış politikası ve taktiklerini sürdüren, Türkiye davasına bütünüyle duyarsız biri olduğunu ispat etmez. Bülent Gökay’ın 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması’nın Çiçerin’in isteklerine rağmen yapılmış bir anlaşma olduğu savına de katılmak mümkün değil.[37]

Sovyet hükümeti bölgede yükselen milliyetçiliklerin hem bölgedeki halklar hem de Sovyetlerin kendi çıkarları açısından bir felaketle sonuçlanabileceğini görüyordu. Bir yanda her an Ermenistan’a dönük askeri bir harekata girişmeye istekli Türk tarafı, diğer yandan Sevr Antlaşması’ndaki ilgili hükümlerin hayata geçmesi için İtilaf devletlerinin peşinden gidebilecek Taşnak hükümeti… Sovyet hükümeti emperyalistlerden gelecek yeni bir saldırı dalgasından kaçınmanın yolunun Türkiye’yi yanına çekerken Ermeni sorunu ile ilgili de emperyalistlere yeni gerekçeler yaratmamak olduğunu düşünüyordu. Çiçerin en fazla bu hat üzerinde kişisel bir inisiyatif kullanmış olabilir. Öte yandan Çiçerin’in Türkiye politikası ile ilgili en fazla çaba harcayan, kimi durumlarda doğrudan çeşitli Sovyet yöneticileriyle karşı karşıya gelmeyi göze alan bir pozisyonda olduğu göze çarpıyor. İki konu özellikle dikkat çekici. Birincisi Çiçerin’in Anadolu’ya taahhüt edilen silah ve altının zamanında ve taahhüt edildiği miktarda gönderilmesi konusunda gösterdiği titizlik. 28 Haziran’da Halil Paşa ile gönderilmesi kararlaştırılan silah ve altın konusunda Politbüro’nun yaşadığı tereddüde isyanı Politbüro’ya gönderdiği bir nota yansıyor:

“Politbüro’da alınan kararlara rağmen, silahları alamadık. Bugün kararlaştırılan, ertesi gün uygulanmayan politika, bugün vaat edilen, ertesi gün gönderilmeyen yardım bizi itibarsızlaştırır ve Doğudaki büyük otoritemizi ve nüfuzumuzu zedeler.”[38]

Çiçerin 1920-22 aralığında Türkiye’ye Türkiye politikasının ihtiyaçlarını karşılayabilecek, Türk yöneticiler üzerinde otorite tesis edebilecek yetkinlikte bir elçinin Ankara’ya gönderilmesi için ısrarlı bir çaba içinde oldu. Nasıl yardım meselesinde Sovyetlerin kendi ağır ekonomik sorunları bir kısıt oluşturuyorsa elçi konusunda da kadro yetersizlikleri Türkiye’ye uygun birinin gönderilmesi önünde engel teşkil ediyordu. Temmuz 1920’de Şalva Eliava elçi olarak atanmıştı. Doğu politikasında önemli görevler üstlenen Eliava1919-1921 aralığında çoğu zaman aynı anda Sovyet iktidarının Türkistan temsilcisi, Kafkas Cephesi 11. Ordu Devrimci Askeri Komite üyesi, İran elçisi ve Bolşevik Parti Merkez Komitesi Kafkasya Bürosu üyesi olarak çalıştı.[39] Temmuz başında alınan Türkiye’ye gönderilme kararı daha sonra geri çekilmiş, vekaleten Upmal Angarski atanmıştı. Çiçerin 28 Eylül’de Lenin’e Eliava’nın gönderilmesi için ısrar ediyor, Eliava’nın Türklerin gözündeki Sovyet prestijini fevkalade arttıracağını dile getiriyordu.[40]

Ankara Hükümeti ve Sovyetler Birliği’nin yakın olduğu zaman dilimi boyunca Sovyet liderliği Türkiye’ye daha fazla maddi ve beşeri kaynak ayrılmasının Türkiye’deki Sovyet nüfuzunu arttırıp arttırmayacağını tartışmaya devam etmiştir. Ancak sözünü ettiğimiz başlangıç evresinde Sovyetlerin en büyük ihtiyacı Türkiye’de ortaya çıkan yeni iktidarı daha iyi tanımaktır. İki ülke arası bir dostluk anlaşması için görüşmelerin sürdüğü dönemde yaşanan kriz Sovyet Dışişleri’nin beklemedikleri bir tepkiyle karşılaştıklarını, Türk milliyetçilerinin toprak meselelerinde gösterebileceği aşırı hassasiyeti öngöremediklerini göstermektedir. Upmal Angarski 18 Ekim’de Ankara’dan çektiği telgrafta mecliste Ermeniler için toprak taleplerinin şiddetli protestolara neden olduğu haberini veriyordu. 25 Ekim’de Yusuf Kemal’le yaptığı görüşmenin raporunda Türk heyetinin toprak talebi meselesinin Karahan ve Avanesov’un[41] etkisinden kaynaklandığını düşündüklerini bildiriyordu. Yusuf Kemal Ermenilerin Türk bölgelerindeki Ermeni nüfusa ilişkin verdikleri yanıltıcı bilgilerin etkisinde kalan Sovyetlerin samimiyeti hakkında Türkiye’nin duyduğu güveni sarsma riskini aldığını belirtmişti. Upmal toprak konusundaki ısrarın Türk devrimcileriyle ittifaktan vazgeçmek anlamı taşıyacağı ve İngiliz nüfuzuna girecek Türklerin Leh ve Vrangel cephelerinin yanına bir yenisini ekleyebileceği yorumunda bulunuyordu.[42] 9 Kasım tarihli Taşnak hükümetiyle yeni bir anlaşma ihtimali ile ilgili Çiçerin’in Stalin’e açıklamalarda bulunduğu bir yazışmada Çiçerin Türkiye’ye “Türk Ermenistanı”nı kabul ettirmenin olağanüstü zor olduğunu teslim ediyordu.[43]

Türkiye Ermenilerine toprak meselesi Sovyet-Türk ilişkilerinin gündemini işgal etmeye ilerleyen aylarda devam etti.[44] Bekir Sami Kasım ayında Ankara’ya döndü.[45] Sovyetlerle Türkiye arasında resmi bir bağ tesis edilmesi girişiminin başarısızlığı böylece tescillendi. Üstelik yeni krizler kapıdaydı. Moskova’daki başarısızlığa alttan alta İtilaf Devletleri ile yürüyen temaslar eklenince Ankara’da Sovyet etkisinden çıkma ve yeniden batıyla tam olarak uzlaşmanın yolunu bulma fikri askerler ve politikacılar arasında taraftar toplamaya başlamıştı. Kızıl Ordu’nun Ekim ayında Varşova önlerinde Leh ordusuna yenilmesi Sovyet iktidarının hala bıçak sırtında olduğu izlenimini yaratmıştı. Sovyetler, Ermenistan ve Gürcistan sınırlarındaki Türkiye’nin hak iddia ettiği topraklarla ilgili çekinik davranırken Van, Bitlis, Muş vilayetlerinden toprak talebi resmen geri çekilmiyordu. Ankara Sovyetlerden daha fazla silah ve para yardımı bekliyor, miktardan ve gelen yardımın düzensizliğinden de hoşnutsuzluğunu gizlemiyordu. Bu koşullar altında Ankara, Sovyetlerle ittifak konusunu kesinlikle gündemden düşürmeden Moskova’yı rahatsız edeceği çok açık olan iki konuda adım atmaya karar verdi. Ermenistan’a harekat ve ülkenin genç komünist hareketine darbe…

Türk-Ermeni savaşı ve Ermenistan’ın sovyetizasyonu

Haziran 1920’de sıcak çatışmaya dönmek üzere olan Türk-Ermeni gerilimi Sovyetlerin arabuluculuk teklifi ile yatıştırılmış ve bir bekleme dönemine girilmişti. Sonbahar itibariyle Mondros sonrası terk edilmek durumunda kalınan toprakları geri almak isteyen Ankara hükümeti için Sovyetlerin Taşnak hükümeti ile yürüttüğü mesai ve imzaladığı anlaşma kendi başına hareket etme konusunda karar vermesini kolaylaştırdı. Sarıkamış ve Merdenek’in alınması ile başlayan harekat Ermenistan içlerine doğru devam etti. Başlangıçta Sovyet hükümeti durumu görmezden gelse de, gelişmeleri kaygıyla izlemeye başladı. Ermenistan’ın sovyetizasyonunun arifesinde, Türkiye’nin askeri harekatının İtilaf Devletleri’nin kışkırtmasıyla başlama ihtimali ve nereye kadar devam edeceğine ilişkin belirsizlik kaygı vericiydi. Çiçerin 9 Kasım’da Stalin’e yazdığı mektupta Kemalistlerin niyetlerini “gizemli” olarak nitelendiriyordu. “Eğer,” diyordu Çiçerin, “Kemalistler yönelimlerini değiştirdilerse bu Türkiye’nin 1918’de oynadığı role geri döneceği anlamına gelir; bu kez Alman değil İngiliz emperyalizmine dayanarak. Eğer böyleyse,” diye devam ediyordu, “zaman içinde bize ve Sovyet Bakü’ye yöneleceklerdir. Müsavatçılarla, Dağıstan ve Çeçen Müslüman gericileriyle birleşeceklerdir.” Çiçerin bölgeye operasyonu durdurmak üzere Türk komutasını ikna etmek için gönderilen temsilcinin[46] durumu açıklığa kavuşturacağını umuyordu.[47]

Yazışma ve raporlar İtilaf Devletleri’nin Ankara’nın Ermenistan harekatında özel olarak yüreklendirici olduklarına işaret etmiyor. Bölgeye doğrudan müdahale ya da en azından Taşnak ve Gürcü Menşevik hükümetlerine yardım gibi seçenekleri çoktan bir kenara bırakmışlardı. Öte yandan İngilizler Sovyetlerin Kemalistleri Fransa ve İngiltere’nin kışkırtmış olduğu yönündeki şüphelerini sezinlemişlerdi. Şu an tek stratejileri Türk ordusu ile Bolşeviklerin Ermenistan’da karşı karşıya gelip birbirine girmesini beklemek olduğu görülüyordu.[48]

Ok yaydan çıkmıştı. Sovyetlerin iki ülke milliyetçilerini idare etme planı suya düşmüştü. Şimdi her iki tarafı da İtilaf Devletleri’ne ittirmeden çok hassas bir politika yürütülmeliydi. Zaman kazanma döneminin sonuna gelindiği anlaşılıyordu. Tam bu noktada Sovyet yöneticileri adım atmak üzere tartışmaya başlamıştı. 13 Ekim’de Çiçerin, Erivan’daki Sovyet elçisi Legran’a Ordjonikidze’nin Taşnak iktidarının düşebileceğinden bahsettiği rapordan aktarıyor ve komünistlerin dış destek olmadan iktidarı alıp alamayacaklarını soruyordu. Aynı hafta Lenin’in tam destek verdiği Çiçerin’in önerisi doğrultusunda Politbüro kesin kararlar aldı: 1. Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komitesi ve RKP(b) Merkez Komite Kafkasya Bürosu ile Ermenistan’da Sovyet iktidarının kurulması için kesin eyleme geçilmesi konusunda ortaklaşılması, 2. Ermenistan’a Türklerin daha fazla ilerlemesini engellemek üzere siyasi destek verilmesi, 3. Yeni Sovyet hükümetinin desteklenmesi.[49] Yazın Lenin’e “Bakü’deki yoldaşların Gürcistan ve Ermenistan’ın Sovyetizasyonu konusundaki aceleciliği”nden şikayet eden Çiçerin[50] şimdi bizzat harekat gereksiniminden söz ediyordu. Hemen ardından Azerbaycan komünistleri ve Kafkasya Bürosu Stalin’in liderliğinde toplanarak bu kararlara onay verdi. Artık her şey zamanlamaya bakıyordu. Türk ordusu 30 Ekim’de Kars’ı, 7 Kasım’da Gümrü’yü ele geçirirken Sovyetlerin yapacak fazla bir şeyi yoktu. Kızıl Ordu, Kırım’da Vrangel ordusunun son artıklarıyla uğraşıyordu. Bu cephenin temizlenmesinin ardından Kızıl Ordu Ermenistan’a kuzeyden giriş yaptı. Bu biçimde bir yandan batıdan ilerleyen Türk ordusu durdurulurken bir yandan ortak harekat görüntüsü doğmuş oldu. 11 Kasım’da Çiçerin tüm taraflara Ermenistan’ın başvurusu ve Türkiye’nin kabulü ile çatışma bölgesine arabuluculuk yapmak üzere Budu Mdivani’nin atandığını, daha fazla askeri eylem gerçekleşmeyeceğini umduğunu bildiriyordu.[51] Zafer kazanmış Türk ordusunun komutanı Kazım Karabekir arabuluculuğa ihtiyaç olduğunu düşünmüyordu. Taşnak hükümeti zaten tüm şartları kabul etmişti. Nitekim 2 Aralık’ta Gümrü Antlaşması imzalandı ve Ermenistan başkent Erivan ve Sevan nehri çevresinden ibaret bir protektoraya dönüştü. Ermeni hükümeti Brest-Litovsk’u tanıdı, silahsızlanmayı ve tüm demiryolları ile diğer ulaşım ağlarını Türkiye kontrolüne bırakmayı kabul etti.[52]

O günlerde Karavansaray ve Dilijan bölgelerinde çıkan halk ayaklanmasının ardından Ermeni Devrimci Komitesi 11. Kızıl Ordu ile birlikte Bakü’den gelerek sınırı geçmişti. Aynı gün yayımladığı bildiride komite, Türkiye’nin tarım emekçilerini selamlıyor, Sevr’e ve İtilaf Devletleri’ne karşı mücadelelerini desteklediklerini bildiriyor; ayrıca Sovyet Ermenistanı ile Türkiye arasındaki ilişkileri galip gelenin kılıcının değil özgür halkların ortak çalışması ve kardeşçe anlaşmasının belirleyebileceğini ekliyordu.[53] Sovyetizasyona destek veren Taşnak hükümetinin sol kanadı Terterjan grubunun komiteye katılması sağlandı. Gümrü Antlaşması’nın imzalandığı gün Ordjonikidze Lenin ve Stalin’e Erivan’dan tüm iktidarın geçici olarak Ermeni askeri komutasına geçtiğini Komite’nin beklenmekte olduğunu bildiriyordu. Kazım Karabekir’den tebrik mesajı aldıklarını ileten Orjonikidze ekliyordu: “Gümrü’den gelen yoldaşlar Türk askerlerinin tavrının çok dostane olduğunu kızıl semboller taşıdıklarını ve kendilerini Kızıl Ordu askeri saydıklarını bildiriyor.”[54]

Bu karşılıklı iyi niyet gösterilerinin ardından yeni bir kuşku dalgası gelecekti. Ankara hükümeti Gümrü Antlaşması’nın kendi kaderini tayin hakkı ilkesine bütünüyle uygun olduğunu iddia ediyor antlaşmayı iptal etmek istemiyordu.[55] Ermenistan’daki Sovyet iktidarı yeni koşullarda yeniden masaya oturulması çağrısı yaparken[56] Moskova bir süre sessizliğini korudu. İtilaf ülkeleri basınında Türkiye’nin Batum’u işgal edeceği haberleri dolaşıyordu. Bir yandan Ankara hükümeti ile İtilaf Devletleri arasında yeni bir anlaşma olduğu bilgisi muhtemelen İngiltere tarafından Ankara ile Moskova arasındaki şüphe bulutlarını artırmak üzere kasten sızdırılıyordu. Buna göre İngilizler Kafkasya’da Sovyetlere karşı savaşmalarına karşılık Ankara hükümetine Azerbaycan’ı verme sözü vermişti. Ankara’nın bu yöndeki haberleri yalanlaması[57] Sovyet hükümetini yatıştırmış görünse de tehlikenin büsbütün bertaraf olduğu düşünülmüyordu. Batum’un İtilaf Devletleri ile işbirliği içinde işgali tüm Kafkasya’nın istila planının parçası olabilirdi. Bu gelişmeler Sovyetler açısından Türkiye ile bir an önce bir dostluk antlaşması imzalayarak ilişkileri bir hukuka bağlaması ihtiyacına aciliyet kazandırmıştı.

Bu antlaşma için görüşmeler büyük bir titizlikle yürütülmeli, Anadolu’daki milli mücadeleye gidecek yardımların miktarı arttırılırken resmi kayıtlarda bu yardımlar gözükmemeliydi. Bu titizliğin sebebi Sovyet hükümetinin bir yandan İngiltere ile bir ticaret anlaşması için pazarlıkları sürdürüyor oluşuydu.[58] Bu ticaret anlaşması ile Sovyetlerin Avrupa’daki izolasyonu kırılacak, antlaşma İngiltere’nin yarı resmi de olsa Sovyetleri tanıması anlamına gelecek, böylece en büyük düşmanın saldırganlığına karşı Sovyetlerin büyük ihtiyaç duyduğu bir zaman kazanılacaktı.

Komünist Avı ve Sovyet Rusya

Türkiye’de kapitalist gelişmenin geri aşamalarda olması ve işçi sınıfı ile komünist hareketin verili güçsüzlüğü sebebiyle Bolşevikler hiçbir zaman Türkiye’de bir sosyalist devrim fikrine yaklaşmadılar. Devrim için nesnel koşulların yokluğunda “devrim ihracı” 1920’lerin başında Sovyet politikasının bir parçası değildi. Devrim ihracı, yalnızca Sovyet dış politikasının teorik temellerine aykırı düştüğü için dışlanmıyordu. Sovyet Rusya’nın böyle riskler alacak gücü ve araçları yoktu.

Bu durum Ankara hükümetini ülkedeki sol siyasi çizgiyi ve komünistleri güçlü bir tehdit olarak görmekten alıkoymuyordu. Anadolu’da sol ideolojinin popülerliğinin en üst düzey olduğu zamanlarda İslam ve sosyalizmi buluşturmaya çalışan girişimler ortaya çıktı ve 1920 yılında Yeşil Ordu ve meclisteki uzantısı Halk Zümresi kuruldu. Aynı sıralarda, hem Türkiye’de hem de Sovyet topraklarında dağınık komünist grupları bir araya getirme amacı güden siyasi iradeler ortaya çıktı. İlk olarak Haziran 1920’de Türkiye Komünist Partisi ya da Türkiye Bolşevik Komünist Partisi adıyla Türkiye’de bir parti kuruldu.[59] Eylül ayında ise Bakü’de Mustafa Suphi önderliğinde Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluş kongresi yapıldı.

Ankara hükümeti, hem soldan hem muhafazakar gruplardan gelen baskıyı, bir yandan da Sovyetlerle yakınlaşma ihtiyacını hissediyordu. 1920 yazındaki ilk başarısız girişim Sovyetlerle işbirliğinin öngörüldüğü kadar kolay olamayacağını gösteriyordu. Bu işbirliğinden büsbütün vazgeçilemeyeceğine göre Sovyetlerin Ankara hükümeti ile sorun yaşarken başka herhangi yerel bir gruba yönelmesi mutlak olarak engellenmeliydi. Komünistler bu anlamda ittihatçılarla birlikte en güçlü tehditti.[60] O nedenle Sovyet Rusya’nın şimşeklerini çekmeden ülke içindeki komünist etkinliğini ve genel olarak sol basıncı ortadan kaldırmak istiyorlardı. Sovyetlerin ne olursa olsun kendileriyle ilişkiyi sürdürmek konusundaki kararlılıklarını test ettiler. Sovyetlerin Anadolu’da solun tasfiyesine büyük bir tepki göstermeyeceği sonucuna vardılar. Böylece Ağustos 1920 itibariyle komünistler de dahil olmak üzere ulusal mücadelenin sol kanadı üzerinde baskılar başladı. Bu baskılar sonraki aylarda fasılalarla devam etti. Yasal Türkiye Komünist Partisi’nin kuruluşu Yeşil Ordu’nun tasfiyesini ve meclis içindeki Halk Zümresi’nin pasifize edilmesini kolaylaştırdı. Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası’nın (THİF) kuruluşu yıl sonunda resmiyet kazansa da yeni yıl itibariyle ucu meclise uzanan tutuklamalar başladı. Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katli de aynı günlere rastlıyordu. Kısa süre sonra THİF lağvedildi. Üyeleri Rus ajanlığı ile suçlandı ve onlarla yakın işbirliği halinde olan Upmal Angarski sınır dışı edildi. Böylece Sovyet elçiliğine dönük izolasyonist yaklaşım da doruk noktasına vardı. Bu politika Sovyet Rusya ve Türk komünistler tarafından Londra Konferansı’na hazırlık olarak yorumlanıyordu.[61] İronik biçimde, Mustafa Kemal 22 Ocak tarihli meclis kapalı oturumunda zor ve rızanın sola dönük müdahalede el ele gitmesi gerektiğini, fikirleri yalnızca baskıyla ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını, üstelik ilişkileri sürdürmek zorunda oldukları Komünist Rusya’yı incitmemek gerektiğini anlatıyordu.[62]

Sovyetlerin komünistlere verdiği destek ivedi bir sosyalist devrim beklentisinin ürünü değildi. Komintern ikinci kongresinde koşulların elverişliliğine göre anti-emperyalist mücadele veren burjuva ve köylü unsurların desteklenmesi kararlaştırılırken, cılız da olsa işçi sınıfının ve komünist hareketin güçlenmesi ve bağımsızlığını koruması için Komintern’in vereceği destek de kayıt altına alınıyordu. Bakü’de Eylül 1920’de gerçekleşen Doğu Halkları Kongresi’nde Komintern başkanı Grigori Zinovyev Mustafa Kemal’in komünizmle hiçbir ilişkisi olmadığı bilindiği halde kendisine ve hareketine destek verildiğinin, öte yandan ülkede sınıf bilincinin uyanması ve sosyalist siyasi çizginin bağımsızlığını korumasının son derece önemli olduğunun altını çiziyordu.[63] Buradan hem ülkedeki komünist harekete hem de Sovyet iktidarına ikili ve zorlu bir görev çıkıyordu. Türkiyeli komünistler ülkedeki milli mücadeleyi desteklemeli, gadrine uğradıkları burjuva iktidarla işbirliği yapmalılar[64], Sovyetler Komintern’in çalışmalarını kolaylaştırmak biçiminde dahi olsa komünistleri desteklemeli[65]  ve bunu Kemalistlerle işbirliğini zedelemeden yapmalıydılar.

Sovyetler açısından bu ikili strateji tüm kapitalist ülkelerde Sovyet diplomasisi ve Komintern teşkilatı arasında belli bir işbölümü ile yürütülüyordu. Komintern görevlileri elçilik bünyesinde istihdam ediliyor ancak kendi bağımsız ajandaları olması bekleniyordu. Ancak kurumsallaşmanın yeterli olmadığı ve kadro kaynaklarının sınırlı olduğu ilk yıllarda bu görevler ve kadrolar fazlasıyla iç içe geçiyordu. Sovyet dışişlerinin Türkiye’yi ve Kemalistlerle ittifakı doğu politikasının merkezine yerleştirme stratejisiyle uyumsuz biçimde Türk komünistlerle içli dışlı olan ve Ankara hükümetine karşı düşman bir tutum içinde olan Sovyet diplomatları Moskova’da rahatsızlık yaratıyor ve Çiçerin’in Politbüro’ya bu stratejiyi kavramış yetkin diplomatların Ankara’ya gönderilmesi gerektiği yönündeki baskısını şiddetlendiriyordu. Semyon Aralov’un 1922 başında Ankara’ya elçi olarak atanmasına kadar bu konudaki sıkıntılar devam etti. Ayrıca Komintern’in Türkiye’ye yönelik faaliyetleri Türk otoritelerinde rahatsızlık yaratıp iki ülke arasında krize dönüştükçe bu kez Sovyet Dışişleri ile Komintern arasında tartışma alevleniyordu.[66]

Sovyetler kendi çıkarlarıyla uyumlu görmedikleri ve gerçekçi bulmadıkları komünist faaliyetlerini desteklemek konusunda isteksizdi. Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye geçme planına verilen kerhen destek bununla yakından ilişkiliydi. Parti’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra kapsamlı bir örgütsel çalışmayı Türkiye’de başlatmak için hazırlıklara girişen Suphi ve yoldaşları Anadolu’da baskı ve tutuklamaların yaşandığı bir evrede ülkeye dönüşleri için uygun zaman olmadığı yönünde çok sayıda uyarı alıyorlardı. Bizzat nabız yoklamak için Ankara’ya gönderilen Süleyman Sami Mustafa Kemal’in dışardan gelecek örgütçülere kesinlikle sıcak bakmadığını aktarıyor,[67] kendisi de baskıların kurbanı olan ve Bakü’ye kaçarak kurtulan Şerif Manatov da dönüş için uygun zaman olmadığı yönünde görüş bildiriyordu.[68] Komintern Doğu Konseyi Prezidyumu komünistlerin dönüş programını finansal olarak desteklemeyi reddetti. Reddetmekle kalmadı, bütçelerinin bir kısmını konseye bağışlamalarını istedi. Nihai olarak Türkiye’de uygulamayı düşündükleri çalışma yöntemlerinin nesnel koşullara uymadığı ve devrimci davaya zarar verebileceği gerekçesiyle gidişleri onaylanmadı. Komünistler Anadolu’da açık yasal bir parti çalışması öngörürken, Komintern gizli, küçük çaplı örgütsel faaliyetlerin ancak mümkün olabileceğini düşünüyordu. Mustafa Suphi’nin ısrarı Kasım başında Stalin’in de katıldığı bir toplantıda benzer bir tutumla karşılanmıştı. Stalin mücadelenin zorluklarından söz etmiş, Anadolu’nun ortasında profesyonel çalışanlarla ve tam teşekküllü küçük bir Sovyet devleti gibi çalışamayacaklarını hatırlatmıştı.[69] Bu tartışmaların ardından TKP Türkiye’deki faaliyetlerine ilişkin profili düşürdü, Komintern’in dönüşe yönelik itirazı da gevşedi. Bu gevşemede Ermeni savaşı nedeniyle Türkiye ile gerilen ipler ve Kemalistlerin İtilaf Devletleri ile pazarlık yaptığı yolundaki söylentilerin etkili olduğu kanıta ihtiyaç olmakla birlikte öne sürülebilir. Böylece 15 Kasım’da hazırlıklar yeniden başladı. Dönüş hazırlıkları sürerken Ankara hükümetinin yerel teşkilatlanması öncülüğünde yürüyen Anadolu’da anti-komünist propaganda katliam için uygun zemini hazırlıyordu. 28 Ocak 1921’de yaşanan katliam Türk-Sovyet ilişkilerinin gidişatında bir kırılmaya tekabül etmedi. Yusuf Kemal’in anılarında, Şubat 1921’de Türk heyeti[70] bir anlaşma için görüşmeleri yeniden başlatmaya Moskova’ya gittikleri sırada Çiçerin’in heyete Türkiye’de koşulların komünizme uygun olmadığını bildiklerini, doğu ülkelerindeki genç ve tecrübesiz komünistlerin abartılı çabalarını desteklemediklerini anlatıyordu.[71]

Komünist avına daha şiddetli tepkiler Komintern’den gelirken,[72] Nisan 1923’te Buharin Sovyet çizgisini özetliyordu: “Komünistlere zulmetmesine rağmen Türkiye bir bütün olarak emperyalist sisteme karşı yıkıcı bir araç olduğu için devrimci bir rol oynamaktadır.”[73]

Moskova Antlaşması

Şubat ayında önce Bakü’ye ardından Moskova’ya geçen Ankara heyeti bir öncekinden oldukça farklı bir biçimde karşılandı. Bakü’de Eliava, Ordjonikidze ve Narimanov’la çeşitli temaslarda bulundular. Moskova yolunda belli duraklarda Kızıl Ordu askerlerinin tezahüratları eşliğinde trenden iniyor ve askerlerle selamlaşıyorlardı. Her iki taraf açısından bir anlaşmaya giden mukadder yolda huzursuzluk ve şüphe eksik olmuyordu. Ankara hükümetinin “Batıda propaganda edilen Türklerin savaş yanlısı olduğu iddiasını boşa çıkarmak” biçiminde gerekçelendirdiği Londra Konferansı’na katılımı heyet başkanının Bekir Sami olduğu bilgisi de eklendiğinde Sovyetlerde memnuniyetsizlik yaratmıştı. Bekir Sami’nin İtilaf ülkeleriyle Kafkaslar konusunda angajmanlara girdiği, Fransa ve İtalya ile pek çok taviz içeren anlaşmalar imzaladığı haberleri[74] memnuniyetsizliği teyakkuz noktasına taşıdı. Çiçerin 12 Mart’ta bir notayla Dışişleri Bakanı Ahmet Muhtar’a soruyordu: “Bekir Sami kimi temsilen Londra Konferansında bulunmaktadır? İstanbul hükümetini mi Ankara hükümetini mi? İkincisi ise Ankara hükümetinin siyasi yöneliminde bir değişim mi var?”[75] Bekir Sami’nin konferansa sunduğu barış önerisi reddedildi. Dönüşte imzaladığı anlaşmalar mecliste onaylanmadı ve dışişleri bakanlığı görevinden azledildi. Böylece bu badire atlatılsa da Moskova görüşmeleri uzuyordu. En önemli nedeni sınır meseleleri ve Türkiye’nin Batum’u işgal planıydı. Batum’a girilebilmesi için yeni bir anlaşma ile Brest-Litovsk’un kadük hale gelmemesi gerekiyordu. Sovyet yöneticileri Türk heyetinin kasten görüşmeleri uzattığını düşünüyordu. Derken kritik müdahale Lenin’den geldi: “Bu gecikmeyi kullanmalarına izin vermemeliyiz. Şu biçimde hareket edin: benimle konuşmak için yarım saat mola verin, o arada Stalin Türk heyetiyle tablonun netleşmesi için açıkça konuşsun ve bugün işi sonuna kadar götürün.”[76]

Sonuçta sınır meselesi Batum’un Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde kalması, bölgede yaşayan Türklere geniş bir özerklik ve Türk tüccarlara serbest geçiş hakkı verilmesi biçiminde bağlandı. Türk heyetinin ayrıntıları Gürcistan ile yapılacak ayrı bir konferansta bağlaması önerisi Moskova Antlaşması’nın daha sonraki antlaşmalara zemin teşkil etmesi şartıyla kabul edildi. Kars, Ardahan ve Artvin Türkiye’ye kalırken, Türkiye’nin de hak iddia ettiği Nahçıvan Azerbaycan’a bağlı özerk bir bölge kabul edildi.

Antlaşma metninde sınır meseleleri dışında Türkiye-Sovyet Rusya ilişkilerinin çerçevesini belirleyen karşılıklı hükümet sistemlerine müdahale etmeme, tarafların birbirlerinin iktidarını tehdit eden ülke içi parti ve gruplara destek vermemesi gibi önemli bazı maddeler vardı. Geçmişte imzalanan tüm antlaşmalar çöpe atılıyor, Rusya’ya çarlık zamanında verilen tüm ayrıcalıklar iptal ediliyor, İstanbul ve Karadeniz boğazları üzerinde tek egemen güç Türkiye kabul ediliyordu. İki taraf dış politikalarında temel bir değişim olması durumunda birbirlerini haberdar etmekle yükümlüydüler. Aynı zamanda biri diğerinin bilgisi dışında üçüncü bir ülkeyle herhangi bir antlaşma imzalamama taahhüdünde de bulunmuş oluyordu. Antlaşma metnine Sovyetlerin 10 milyon ruble tutarındaki finansal ve askeri yardım taahhüdünü içeren protokol eklenmişti.

Moskova Antlaşması olağanüstü zor koşullarda, iki taraf arasındaki gerginliğin askeri bir çatışmaya dönüşmesine ramak kalmışken imzalandı. Batum’la ilgili konferansta alınan karara rağmen Türk ordusunun Batum’a ilerleyişi sürdü. Kazım Karabekir kendisine bilgi gelmediği gerekçesiyle askeri geri çekmeyi reddetti. Batum’a sığınmış olan Menşevik hükümeti üyeleri kenti Türk ordusuna bırakarak bir İtalyan gemisiyle kaçtılar. Kent, Kafkas kızıl süvarileri tarafından sarıldığında Türk ordusu hala kentteydi. Ancak Kafkasya Devrimci Askeri Konseyi Moskova Antlaşması metnini Türk ordu komutanlığına ilettikten sonra Türk birliği kenti terk etti. 24 Mart’ta Ordjonikidze kentin bütünüyle boşaltıldığını Moskova’ya bildiriyordu.[77]

Moskova Antlaşması Ankara hükümeti ile ilişkilerde bütünüyle kuralsız ve öngörülemez olan bir dönemi kapattı. Ancak Çiçerin daha konferans kapanmadan konferansın sonucu ne olursa olsun bizi Türklerle çok zor zamanlar bekliyor diyordu.[78] Bütün güçlüklere rağmen, bu antlaşma Sovyet dış politikası için önemli bir başarı anlamına geliyordu. Moskova Antlaşması İran ve Afganistan ile yapılan benzer dostluk antlaşmalarından hemen sonra imzalanmıştı. Bu antlaşmalar zinciri Sovyetlerin doğu politikası açısından yeni bir döneme işaret ediyordu. Üstelik eş zamanlı olarak İngiltere ile de nihayet bir ticaret antlaşması yapılabilmişti. Kendine soluk alanı arayan Sovyet Rusya başarılı dış politika stratejisi ve diplomasi pratiği sayesinde soluk alanından fazlasını bulmuş gibiydi. Avrupa politikasında daha iddialı olmanın yolları açılmışken doğudaki nüfuz alanı da genişliyordu.

Sonuç

Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve işgali, Türkiye’deki bağımsızlıkçı unsurların toparlanması ve mücadeleye başlaması ile Sovyetlerin iç savaştan çıkışa doğru giderken sosyalizmi belirsiz bir süre için tek ülkede ayakta tutma perspektifinin gelişimi çakışmıştı. 1920 yılında Sovyet iktidarı sürmekte olan iç savaşta Kızıl Ordu’nun Beyaz ordular üzerinde üstünlük kurduğu bir sırada kendi varlığını sürdürmesini sağlayacak bir “soluk alanı” yaratmak için yeni bir dış politika açılımına imza atıyordu. Sovyet hükümeti ile Türk milliyetçi liderleri arasında ilk yakınlaşma bu bağlamda ortaya çıktı. Türkiye Sovyetler için İngiltere’yle bıçak sırtında giden ilişkiler ve Doğu politikası bakımından hayati önemdeydi. Anadolu’daki bağımsızlıkçı kıpırdanma Türkiye’yi İngiltere liderliğindeki anti-komünist cepheden koparmak için bir umut olmuştu. 1920 yılı başında Türkiye’nin kurtuluşu açısından en önemli gelişme Ekim Devrimi’nin ezilen doğu halklarına moral üstünlük sağlayan rüzgarının Sovyetlerin maddi ve politik desteğiyle perçinlenmiş olmasıydı. Sovyetlerle yakınlaşmayı emperyalist ülkelere karşı bir şantaj unsuru olarak kullanma imkanı Kemalistlerin sımsıkı sarıldıkları ve batıya karşı tepe tepe kullanarak varlıklarını kabul ettirdikleri bir stratejiye dönüştü.

Türkiye-Sovyet Rusya hattında siyasi ilişkiler geliştikçe iki ülkede henüz doğan iki devrimci iktidarın zıt sınıf karakterleri kısa sürede filizlenecek sorunların tohumlarının da ekilmesine neden olmuştu. Türk milliyetçiliğinin Ermeni milliyetçiliğiyle girdiği kavganın Sovyetlerin hassas dış politikasını alt üst etmesine ramak kalmıştı. Ankara’nın ülkedeki komünistlere soluk aldırmama kararı ve çoğu zaman gerçeği yansıtmayacak biçimde Sovyetlerin ülke içinde yürüttüğü iddia edilen komünist propagandadan şikayet etmeleri sabit bir sorun başlığı olarak kaldı. Son olarak, Sovyetlerin Türkiye’nin her an batıyla uzlaşabileceği korkusu kimi zaman aşırı kuşkuculuk izleri taşısa da şüphesiz gerçek bir zemine dayanıyordu. Türkiye’de bağımsız bir kapitalist birimin ortaya çıkması için engeller bir bir ortadan kalkıyor, emperyalist ülkelerle tarihsel sorunlar halledildikçe Türkiye burjuvazisi batıyla bütünleşmek konusunda daha fazla özgüven kazanıyordu. Yazıya konu olan ilk evrelerde dahi emperyalist ülkelerle büsbütün egemenlik haklarını hiçe saymadıkları bir orta yol bulma arayışı hep vardı ve Ankara’daki Rauf Bey gibi kimi önemli siyasetçiler bunun şampiyonluğunu üstlenmişti. “Yeni Türkiye”nin varlığının tescillendiği Lozan Konferansı, Türkiye’nin Sovyetlerin önerdiği siyasi desteği reddederek mesafe koyabileceğini gösterdiği ilk deneyimdi. Sovyet Dışişleri her an teyakkuz halinde olmalıydı. Batıda ansızın alevlenebilecek bir Sovyet karşıtı birleşik cepheye karşı önlem alarak geçirdiği 1920’li yıllar Türk-Sovyet ilişkilerinin ne kadar süreceği belirsiz bir dengede durduğu yıllar oldu.

Bu Ankara’da giderek güçlendirilen bir Sovyet diplomatik misyonu, Türk siyaset çevreleri ile sıkı bir iletişim, Türkiye’nin egemenlik haklarının uluslararası ortamlarda savunulması ve Türkiye’deki modernleşme çabalarına samimi ve nitelikli katkılarda bulunulması ile oldu. Sovyetlerin henüz bir dünya gücüne dönüşmediği koşullarda erken bir üçüncü dünya deneyimi yaratmak mümkün değildi. Türkiye burjuvazisinin devrimci soluğu Sovyetlerin verili imkanları içinde bir yere kadar desteklenebilecek, 1930’ların ortası itibariyle Türkiye’nin yeni limanlara yelken açması engellenemeyecekti.


[1] “Anatomy of Policy,” Soviet Foreign Policy, Classic and Contemporary Issues, der. Frederic J. Fleron Jr., Erik P. Hoffman, Robbin F. Laird, Aldine de Gruyter, 1991, s. 23.

[2] A. N. Heyfets, Sovetskaya Rossiya i Sopredel’nye Strani Vostoka v Godu Grajdanskoy Voyni (İç Savaş Yıllarında Sovyet Rusya ve Komşu Doğu Ülkeleri), Nauka, 1964,s. 78.

[3] Istoriya SSSR s Drevneyshih Vremen do Nashih Dney: v Dvuh Seriyah, v Dvenadsati Tomah (Geçmişten Günümüze SSCB Tarihi), VII. Cilt, Nauka, 1966, s. 453.

[4] “Theses on the national and colonial question adopted by the Second Comintern Congress, 28 July 1920”, The Communist International, 1919-1943 Documents içinde, der. J. T.Degras. Oxford University Press, 1956, s. 139.

[5] V. I. Lenin, Collected Works, Volume 15, Progress Publishers, 1973, s. 182-188.

[6] M. A. Gasratyan ve M. M. Arsenoviç, SSSR i Turtsiya 1917-1979(SSCB ve Türkiye 1917-1979), Nauka, 1981, s. 15-17.

[7] 11 Ağustos 1920,RGASPI (Rusya Sosyo-Politik Tarih Devlet Arşivi), fon 5, liste 1, s. 995.

[8] J. Riddell ve J. Aves, “To See the Dawn: Baku, 1920 – First Congress of the Peoples of the East”, The Slavonic and East European Review, 74, no:2(1996), s. 335.

[9] 16 Mayıs 1920, RGASPI, fon 159, Liste 2,dosya 57

[10] S. N. Tansu ve H. Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, Pınar, 1964, s. 198.

[11] 6 Şubat 1920, Mustafa Kemal’den 15. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir’e, K. Karabekir ve Özerengin, İstiklal Harbimiz II, Emre Yayınları, 2000, s. 994-1000.

[12] İngiltere’nin Anadolu’ya ve Kafkasya’ya Antant komutanı olarak atanan Albay Alfred Rawlinson’un gizli bir siyasi misyonla Karabekir’i Kafkasya’da bir anti-Sovyetik cepheye ikna etmek için mesai harcadığı biliniyor. Son görüşmelerinde Sovyetlerin Kafkasya’daki ilerleyişinin durdurulması karşılığında İzmir’i ve İstanbul’u vaat ediyordu. Ancak kısa bir süre sonra İstanbul’un İtilaf güçlerince işgali tüm bu pazarlıkları boşa çıkardı. Ankara hükümetinin emriyle tutuklanan Rawlinson yaklaşık bir yılını hapiste geçirdi. Türkiye anılarını anlattığı kaynak için bkz. Adventures in the Near East, 1918-1922, Dodd, Mead and Co., 1924.

[13] “İslâmiyetin en âli kaide ve kanunlarını ihtiva eden Bolşevizmin, bizim dahi mevcudiyetimize kastetmiş olan müşterek düşman aleyhinde, bugün ihraz etmiş bulunduğu zafer, bizim için de şayanı teşekkür, bir neticedir.” 27 Ekim 1920, Mustafa Kemal’in meclis konuşması, TBMM Zabıt Ceridesi, 3. Cilt, s. 207

[14] P. Dumont, “L’axe Moscou-Ankara: Les Relations Turco-Soviétiques de 1919 à 1922”, Cahiers Du Monde Russe et Soviétique 18, no. 3 (1977), s. 178.

[15] Lenin’in İç ve Dış Politika üzerine Tüm-Rusya Merkez Yürütme Komitesi ve Halk Komiserleri Kurulu Raporundan, Aralık 1922, Collected Works, 31. Cilt, s. 489.

[16] RGASPI, fon 5, liste 1, dosya 2054

[17] İstoriya SSSR, age., s. 548.

[18] Kut ve Sorgun, age., s. 327

[19] Türk subaylarının desteği Kafkasya’daki Kızıl Ordu komutanları Ordjonikidze ve Kirov tarafından Moskova’ya 4 Mayıs 1920 tarihinde raporlanmıştı. Heyfets, age., s. 108

[20] Heyfets, age., s. 103

[21] RGASPI, fon 85, liste 14, dosya 29

[22] Paul Dumont, age., s. 170

[23] Dokumenti Vneşney Politiki (Dış Politika Belgeleri, bundan sonra DVP),  II. Cilt, s. 554-555. 1922 yılında  Türkiye’de Sovyet elçisi görevinde bulunmuş Semyon İvanoviç Aralov Ankara’ya yapılan bu öneriyi Çiçerin’e Lenin’in dikte ettiğini iddia ediyor.  “Po Leninskim Ukazaniyam” (Lenin’in emirleri üzerine), Mejdunarodnaya Jizn (Uluslararası Hayat), no: 4(1960), s. 18.

[24] Rusçada “ekmek vermek zorundayız” şeklinde geçiyor. Karışıklığı önlemek için kast edilen anlamıyla çevirdim.

[25] Ju. G. Barsegov, Genocid Armiyan: Otvetstvennost Turtsii i Obyazatelstva Mirovogo Soobşestvo (Ermeni Soykırımı: Türkiye’nin Sorumluluğu ve Uluslararası Toplumun Görevleri) 2. Cilt, Gardariki Moskva, 2003, s. 52.

[26] 2 Haziran 1920, Çiçerin’den Ordjonikidze’ye, RGASPI, fon 159, liste 2, dosya 57. Çiçerin aynı fikirleri 29 Ekim 1920’de Ermenistan’daki Sovyet büyükelçisi Boris Legran’a yineleyecekti. RGASPI, fon 64, liste T, s. 21.

[27] Dışişleri Halk Komiserliği ile Merkez Komite Kafkasya Bürosu arasında Çiçerin ve Ordjonikidze’nin yazışmalarında gün yüzüne çıkan görüş ayrılığı Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki sorunların çözümü konusunda da kendisini gösteriyordu. Kafkas bürosu iki ülke arasında sorunlu Dağlık Karabağ, Nahçıvan ve Zangezur bölgelerinin Sovyet iktidarının kurulduğu Azerbaycan’a bırakılması yönünde görüş belirtirken Çiçerin buna karşı çıkıyor ve bunun İtilaf devletlerinden uzak tutmak üzere burjuva Ermenistan ve Gürcistan hükümetleriyle anlaşma kararına aykırı olduğunu öne sürüyordu. Çiçerin Politbüro’ya Temmuz 1920’de yazdığı notta Ermeni karşıtı bir tutumla hareket eden “Kafkasya grubunun” durdurulması, Bakü’ye bu grupla ilişkili olmayan dışişleri halk komiserliğinin atadığı birini acilen gönderilmesi gerektiğini yazıyordu. RGASPI, fon 5, liste 2, dosya 314.

[28] DVP, II, s. 556.

[29] Yusuf Kemal Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, Bahar Matbaası, 1967, s. 148-149.

[30] 16 Haziran 1920, RGASPI, fon 159, liste 2, dosya 57.

[31] Elçi olarak atanan Şalva Eliava’ya vekaleten gönderildi.

[32] 2 Temmuz 1920, DVP, III, s. 11. Temmuz başında Azerbaycan’da Kızıl Ordu birimine Ankara’dan Şerif Yusuf adlı bir Türk subayı aracılığıyla Halil Paşa’nın Büyük Millet Meclisi’nin onayı olmadan Rusya’ya gittiği şifaen bildiriliyordu. (Heyfets, age., s. 110). Çiçerin 2 Temmuz’da Ankara’ya Halil Paşa’nın ayrılmasının ardından yazarken ya bu bilgi kendisine ulaşmamıştı ya da doğru bilgi olduğunu düşünmemişti. 10 Temmuz’da Ankara’dan Moskova’ya gönderilen başka bir mektupta ise Talat, Enver ve Cemal Paşaların Büyük Millet Meclis’i adına hareket etme yetkilerinin olmadığı ve Türkiye’deki hareketle herhangi bir ilişkilerinin olmadığı bildiriliyordu. (Emel Akal, Moskova-Ankara-Londra Üçgeninde: İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, İletişim, 2013) Enver ve Cemal paşalar da yaz aylarında Moskova’da çeşitli görüşmeler yapıyorlardı.

[33] Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk  Cilt II, TTK, 2000, s. 286.

[34] Bkz. Çiçerin’in 17 Temmuz 1920 tarihli Tüm Rusya Merkez Yürütme Kurulu’na raporu: DVP, II, s. 658.

[35] Gastaryan ve diğerleri, SSSR i Turtsiya, s. 30.

[36] Tengirşenk, age.; Ali Fuat Cebesoy, Moskova Hatıraları, Vatan Neşriyatı, 1957.

[37] Bülent Gökay, Soviet Eastern Policy and Turkey, Routledge, 2006, s. 9.

[38] RGASPI, fon 159, liste 2, dosya 314

[39] Spravoçnik Po Historii Kommunistiçeskoy Partii i Sovetskogo Soyuza 1898-1991 (Komünist Parti ve Sovyetler Birliği Tarihi Rehberi 1898-1991), http://www.knowbysight.info/index.asp

[40] Çiçerin Türkiye’ye elçi olarak atanması için oldukça kalburüstü kadrolar öneriyordu. Bunlardan biri önerinin yapıldığı sıralar İngiltere’yle ticari anlaşma görüşmelerinde heyet başkanlığını yürüten, daha sonra Dışişleri Halk Komiser Yardımcısı ve nihayet Dışişleri Halk komiseri olacak Maksim Maksimoviç Litvinov’du. 1 Mart 1921, Çiçerin’den Krestinski’ye, RGASPI, fon 159, liste 2, dosya 57.

[41] Dışişleri Halk Komiser yardımcısı Lev Mihayloviç Karahan ve Milletler Halk Komiserliği Ermenistan sorumlusu, Varlaam Aleksandroviç Avanesov Ermeni kökenliydi.

[42] AVPRF (Rusya Federasyonu Dış Politika Arşivi), fon 4, liste 39, katalog 232, s. 52993

[43] AVPRF, fon 4, liste 51, katalog 321a, dosya 54870

[44] Şubat 1921’de Moskova’da heyetlerarası görüşmeleri başladığı sırada bile bu konunun tartışıldığını yazışmalardan anlıyoruz. Ordjonikidze 11 Şubat’ta Lenin’le birlikte, Çiçerin, Stalin, Troçki’ye iletilmek üzere gönderdiği telgrafta Türkiye’de Antant yanlıları ve Sovyetlerle yakınlaşmayanlıları arasında bir kavga olduğunu, Türkiye’den Ermeniler için toprak talebinin Antantçıların elini güçlendirdiğini, bu talebin derhal geri çekilmesi, orduda ve halkta Sovyetlerle yakınlaşma isteği tükenmeden bir anlaşmanın imzalanması gerektiğini bildiriyordu. Stalin bu telgrafa istinaden Lenin’e ertesi gün bir not gönderecekti: “Dün Çiçerin’in bir zaman gerçekten (Türklerin mutlak çoğunluğa sahip olduğu) Van, Muş ve Bitlis vilayetlerini Ermenistan lehine boşaltmasını içeren budalaca (ve provokatif) birtalepilettiğiniöğrendim. Bu Ermeni-emperyalist talep bizim talebimiz olamaz. Çiçerin’in milliyetçi Ermeni duyarlılıkların diktelerini içeren bu tür notalar göndermekten men etmek gerekir.” RGASPI, fon 558, liste 1, dosya 5214.

[45] Dönüş yolunda Kafkasya’da bir hayli oyalanmıştı. Sovyet kaynaklarında Kafkas kökenli, batı yanlısı bir toprak ağası olarak anılan Bekir Sami Kafkasya’dan Moskova’ya iletilen bilgiye göre Dağlık Karabağ’da bağımsız bir cumhuriyetin kuruluşu için İttihatçıların propagandasına katılmıştı. Heyfets, age., s. 124.

[46] Daha sonradan Türkiye’ye elçi olarak atanacak Budu Mdivani

[47] AVPRF, fon 4, liste 51, katalog 321a, dosya 54870.

[48] İngiltere Başbakanı Lloyd George Fransız ve İtalyan temsilcilerle yaptığı bir toplantıda şunları söylüyordu: İngiliz ajanları son günlerde Bolşeviklerin Büyük Britanya ve Fransa’nın Mustafa Kemal’i kendilerine karşı kışkırtmakla meşgul olduğunu düşündüğünü rapor etti. Bolşevikler Mustafa Kemal’in Gürcistan, Azerbaycan ve Batum’u ele geçirmek istediğine inanıyor, ve öyle görünüyor ki Bolşeviklerle milliyetçiler arasında bir savaş patlak verebilir. B. Şimşir, age., s. 438.

[49] Lenin, Collected Works, Vol. 44, s. 446.

[50] 29 Haziran 1920, Çiçerin’denLenin’e, RGASPI, fon 2, liste 1, dosya 332.

[51] DVP, III, s. 325.

[52] A. S. Bilge, Güç Komşuluk: Türkiye-Sovyetler Birliğiİlişkileri, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1992, s. 63.

[53] DVP, III, s. 348-349.

[54] G. K. Ordjonikidze, Stat’i i Reçi (Makaleler ve Demeçler), I. Cilt, Gosudarstvennoe Izdatelstvo Politiçeskoy Literaturı, 1956, s. 142.

[55] DVP, III, s. 397.

[56] 10 Aralık 1920, Ermenistan Sovyet hükümeti dışişleri bakanı T. Bekzadian’dan Ankara hükümetine, DVP, III, s. 378.

[57] 15 Aralık’ta Ankara hükümetinden Moskova’ya ulaşan mektupta Ankara İngiltere’nin bağımsızlık hareketi ile uzlaşma arayışı içinde İstanbul hükümeti üzerinden girişimde bulunduğunu resmen kabul ediyordu. İngiltere’nin teklifine karşı kararlı bir tutum içinde olduklarının bildirildiği mektupta “bütün bunlar çağdaş kapitalist rejimin sonunu getirmek üzere dünya emperyalizmini yok etmek için verdiğimiz ortak mücadeledeki samimiyetimizi gösteriyor” deniyordu. DVP, III, s. 396.

[58] 3 Aralık 1920, Çiçerin’den Mdivani’ye, RGASPI, fon 159, liste 2, dosya 57.

[59] Aralık’ta Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası adını alacak ve ilginç bir şekilde muhtemelen meclisteki sempatizan vekillerin bastırmasıyla resmiyet kazanacaktı. Emel Akal, Milli Mücadele’nin Başlangıcından Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm, TÜSTAV, 2002, s. 292.

[60] Mustafa Suphi’nin Mustafa Kemal’in Bolşevizmle ilgili fikirlerini öğrenmek üzere Ankara’ya gönderdiği yoldaşı Süleyman Sami’nin Ankara’ya Sovyet yardımının Türkiye Komünist Partisi aracılığıyla geleceğini, ilk partide 50 top, 70 mitralyöz ve 17 bin tüfek olduğunu bildirmesi Sovyetlerin Türk komünistlerini kullanmak istediği biçiminde yorumlanmış olabilir. (Dumont, age., s. 172)

[61] E. Akbulut, M. Tunçay, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası 1920-1923, TÜSTAV, 2007, s. 143. Ankara hükümeti Avrupa’da tanınırlığının ilk işareti olarak İstanbul hükümeti ile birlikte Londra Konferansı’na davet almıştı.

[62] TBMM Gizli Celse Zabıtları Cilt I, s. 334

[63] J. Riddell ve J. Aves, age., s. 335.

[64] Radek 1922’de Komintern toplantısında Türkiyeli komünistlere hitaben: “Devrim için son derece önemli olan Türkiye’nin bağımsızlığını savunma misyonunuz sona ermedi. Zulmü protesto edin ancak burjuva devrimcileriyle ortak harekette daha uzun bir yolunuz olduğunu da bilin.” Gökay, age., s. 24.

[65] Sovyet dışişleri ve Komintern’in arasındaki işbölümü  net olsa da Komintern’in Sovyet elçilikleri üzerinden propaganda ve örgütlenme faaliyetleri bir süre daha devam etti. Bu elçiliklerin bulunduğu ülkelerin hükümetleriyle sık sık sorun yaşanmasına neden oluyordu.AlastairKocho-Williams, Engaging the World: Soviet Diplomacy and Foreign Propaganda in the 1920s, University of the West of England, 2007.

[66] Güz 1924 yılına ait bir belge Komintern’in Türkiye’deki siyasi iktidara yönelik sekter tutumunun Sovyet diplomatlarını isyan edecek noktaya vardığını gösteriyor. Uzun yıllar Türkiye’de elçilikte basın bürosu sorumlusu olarak görev yapan Astahov Çiçerin’e Komintern’in birkaç Bulgar isyancılarını Bulgaristan’a teslim ettiği için Kemalist hükümete ve Mustafa Kemal’e veryansın eden bildiri hakkında yazıyordu: “Çok kez tekrarlanan olaylarla analoji içerisinde, Türkiye’de bulunmamama rağmen bu çağrının Mustafa da dahil Ankara yönetiminde nasıl izlenimler bıraktığını, buradan ne gibi sonuçlara vardıklarını, anın anlayışı uyarınca sessiz kalınsa da, söyleyebilirim…

Kendilerine Bolşevikleri /onlar için Komintern veya Sovyet Dışişleri fark etmez/ ‘dostlarını’ cellat, ‘akla sultanın kanlı ruh halini getiren’ vb. gibi sıfatlarla nitelemelerine el veren, hangi motivasyonların yönlendirdiğini soruyorlar. Türkler belgemize bazen onların da hak ettiği, büyük bir ciddiyetle yaklaştıkları için bu güdülerin sadece Bulgar makamlarına birkaç isyancıyı vermek ve önlem amaçlı olduğunu düşünmezler. Onların bakış açısından Kemalistlere yönelik alışılmış çizgiyle çatışan ve bir kaşık suda fırtınalar koparan bu tür olaylar herhangi bir anlam taşımıyor. Hele de Türkler bütün kuvvetleriyle tek taraflı şartlar dayatan yabancı sermayeye direniyorken, en başta Mustafa onlardan beklediğimizin çok ötesinde reformlar gerçekleştiriyorken ve de gericiliğe karşı ciddi riskler alıp cumhuriyetçiliklerini yeterince ispatlamışlarken…

Söylemeye gerek yok ki, bu çağrı Türk işçilerinde –artık köylüleri demeye gerek görmüyorum – yalnızca Türk resmi yayın organlarında sunulsa bile kötü bir izlenim oluşmasına neden olacaktır.

Genel olarak konuşmak gerekirse, Komintern Yürütme Kurulu’nun hangi kesimlerin Kemalistlerden daha gerçek cumhuriyetçi ve daha devrimci saydığını anlamak imkansız. Türkiye’de en ufak bir varlık gösterebilen ya da en azından temel düzeyde örgütlenmiş ve Kemalistlerin iktidarıyla radikal ilerici motivasyonlarla rekabet edebilecek politik ya da sosyal TEK bir grup YOKTUR. THİF ve Enveristlerle ikinci gruptan aldığımız dersler yetmemiş midir? Dolayısıyla Kemalistlerin Cumhuriyetçiliğini tırnak içine almak, – ki bu doğrudan onlara karşı bir tavır alma anlamını taşımaktadır- kesinlikle uygunsuzdur. Ters etki yaratır, güvensizlik tohumları eker ve başka güçlerin etkisine girmelerine neden olur…” RGASPI, fon 82, liste 2, dosya 1328

[67] Y. Demirel, Dönüş Belgeleri -1, TÜSTAV, 2004, s. 113.

[68] Age., s. 167.

[69] Age., s. 308-310.

[70] Katliamdan 8 gün sonra yola çıkan Türk heyetinde Yusuf Kemal, Rıza Nur ve daha sonra elçi olarak Moskova’da kalacak olan Ali Fuat vardı.

[71] Tengirşenk, age., s. 205.

[72] “Zindanların kasvetinin devrimin güneşini karartamayacağını hatırlayın yoldaşlar. Üçüncü Enternasyonal sizi cellatlarınızın elinden kurtarmak için her şeyi yapacaktır.” X. J. Eudin ve R. C. North, Soviet Russia and the East, 1920-1927: A Documentary Survey, Stanford UniversityPress, 1957, 153.

[73] Carr, age., s. 484.

[74] Rumbold Horace, İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye, 1920, çev. Ali Satan, Tarihçi Kitabevi, 2010, 40.

[75] DVP, III, s. 589.

[76] I. V. Lenin, Polnoe Sobronie Soçineniya, Cilt 52, s. 92.

[77] RGASPI, fon 85, liste 15, dosya 185

[78] RGASPI, fon 159, liste 2, dosya 57