Sosyal Demokrasinin İki Tarihsel Borcu: Barış ve Adalet

İngiltere’de 1700’lü yılların ortalarında başlayıp 1800’lü yılların ortalarında sonlandığı kabul edilen sanayi devriminin önemli sonuçlarından birisi, kuşkusuz, üretimin teknik temellerinde ortaya çıkan gelişmedir. Bu anlamda, evet, sanayi devrimi “insanlık” için “büyük bir adımdır”. Bu adımın bedelini ödeyenler ise, insanlığın çoğunluğunu oluşturan ücretli çalışanlar olur.

Sanayide ve tarımsal üretimde yaşanan makineleşme, verimliliğin ve üretimin artmasına yol açtığı ölçüde, üretimde kas gücüne olan bağımlılığın ortadan kalkması, kolay hükmedilebilir bir “emek kategorisi” olarak çocuk işçiliğinde artış, kırdan kente göçe bağlı olarak kentlerde biriken “yedek emek ordusu”, çalışma süresinin uzaması, tekel konumunda olan makine sahibi iş̧letmelerin karlarının muazzam artışı gibi sonuçları beraberinde getirir.

Bu geliş̧meler, elbette, kendisine uygun bir düş̧ünsel atmosferin oluş̧masına da hizmet eder. Adam Smith’in 1776’da yayımladığı Ulusların Zenginliği ile başladığı kabul edilen ve “tanrının doğal düzen”i imgesine yaslanan klasik ekonomi politiğ̆in ortaya çıkış̧ı bunlardan birisidir.

Robert Owen’ın Mirası[1]

Klasik ekonomi politiğ̆in doğuşuna zemin hazırlayan koş̧ullar, sanayileşme ya da Karl Marx’ın ifadesiyle “kapital”in oluşum süreci, bu sürecin yarattığı sosyal yıkımı konu edinen düşünsel akımların ortaya çıkmasına da hizmet eder. Ütopyacı sosyalistler arasında bilinse de, belki de sosyal demokrasinin atası kabul edilmesi gereken Robert Owen bu kategoride değ̆erlendirilebilir.

Aydınlanma çağı filozoflarının, ama özellikle de John Locke’un, insanın özyapısının kendisini çevreleyen koş̧ulların ürünü olduğ̆u yolundaki düşüncesini çalışan sınıflara uyarlayan Owen’ı tanımlayan özeliklerden bir başkası da, Fransız ütopyacılarının aksine eleş̧tirilerini feodalizme değ̆il kapitalizme yöneltmesidir. Owen’a göre sanayi devrimi döneminde açığa çıkan sosyal yıkımın kaynağı özel mülkiyettir ve onun ortadan kaldırılması toplumsal sorunların çözümü için önemli bir adımdır.

Owen da çağdaşı entelektüeller gibi “us”a büyük güven besler, diğ̆er ütopyacılar gibi, sosyalist bir düzenin insanda bulunan “akıl” ve adalet duygusuyla gerçekleşeceğ̆ine inanır. Sınıf mücadeleleri ise bu sürecin önünde engeldir.

Owen, 1800 yılından 1829 yılına kadar İskoçya da bulunan ve kendisine ait olan New Lanark fabrikasını yönetir. 1817’de iş̧ saatlerinin sınırlandırılması, çalış̧ma koş̧ullarının iyileş̧tirilmesi gibi konularda giriş̧imcileri ikna etmeye çalışır ve -doğal olarak- başarılı olamaz. Nitekim bu, ilerleyen dönemlerde Karl Marx ve Friedrich Engels’in kendisini eleştireceği üzere, kapitalizmin temel güdüsü olan daha fazla artı değer elde etmenin mantığına aykırıdır ve sosyal mücadeleler ile dile getirilen bir talep olmadıkça, elde edilmesi mümkün değildir.

Owen, hemen sonrasında, yoksulları, emeğin ve karın ortak paylaş̧tırıldığ̆ı kooperatiflerde örgütleme çabasına girişmesinin de göstereceği üzere, kararlıdır. İşe kendi fabrikasında başlar. Çoğ̆u suça bulaş̧miş 2 bin 500 civarında insanı, polis, yargı, duruş̧ma, yardımseverlik gibi olguların bilinmediğ̆i bir ortamda bir araya getirir. İş̧letmenin karları, iş̧cilerin yaş̧am standartlarının yükseltilmesi için kullanılır. İş̧çilerin çocukları için okullar, aileleri için de insanca bir yaş̧ami olanaklı kılan düzenlemeler hayata geçirilir. Sonuç başarılıdır. Çalış̧anların verimliliği artmış, suç oranları büyük ölçüde azalmıştır ve artık Owen dünyanın ileri gelen sosyal reformcularından birisidir.

İlerleyen dönemlerde giriş̧imcilikten elde ettiğ̆i serveti satarak 5000 kiş̧iyle birlikte Kuzey Amerika’ya yerleş̧ir. Burada Eş̧itler Anayasası’na göre yönetilen Yeni Uyum adında bir düzen kurar. Ancak bu defa sonuç “kurguladığı” gibi olmaz. Nihayetinde tüm servetini ve umudunu kaybetmiş̧ olarak İngiltere’ye geri döner. Tüm bu deneyimler iş̧çi sınıfı içerisindeki popülaritesinin artmasına yol açmıştır. Artık Owen iş̧çi hareketinin önemli figürlerinden birisi, Owenizm de farklı coğrafyalarda etkisi bir süre daha devam edecek bir akımdır.

Owen deneyimlerini “Lanark İli’ne Rapor” baş̧ligi altında yazılı hale getirir ve dönemin ileri gelenlerine sunar. Sanayileşme sürecinin teknolojik yenilikleri insanın üretim gücü ile birlikte eşitsizliğin de artmasına neden olmuştur. İş̧sizliğ̆in ve sefaletin en önemli nedeni her alanda ortaya çıkan üretim fazlasıdır ve pazarın bu sorunu ortadan kaldıracak şekilde düzenlenmesi, toplumun yaşam standardının yükselmesini sağlayacaktır. Owen’ın önerileri, beslenmeden barınmaya, eğitimden iş idaresine, tarımsal üretimden para sistemine, suçu önlemeden yasa yapımına geniş bir yelpazeye yayılır.

Kuşkusuz, yukarıda ifade edilenlere ek olarak, özünde bir işçi örgütlenmesi olan kooperatifçilik, pazarın / sermaye hakimiyetinin sınırlanması, işçilerin üretim sürecindeki kararlara katılımı, kadın özgürleşmesinde önemli bir uygulama olan kreşler gibi konulara ilişkin fikirleri sosyal demokrat siyasetin Owen’dan alması gerekenler arasındaki yerini koruyor.

Marx’ın Eleştirisi

Sanayi devriminin yarattığı sosyal yıkıma ilişkin analizleriyele etki kazanan bir başka düşünür ise Marx’tır. Marx, düş̧ünsel geliş̧imini sürdürdüğ̆ü dönemde yalnızca hocası Gerörg Wilhelm Friedrcih Hegel ile değil anarşist ve ütopyacı düşünürlerle de polemiğe girişir. Ekonomik değer konusunda Pierre Joseph Proudhon’la, Birinci Enternasyonal döneminde de Mikhail Bakunin ile olanlar anarşist düşünürlerle yürüttüğü polemiklerin en bilinenleridir.

Marx, Avrupa’nın devrimler çağına girdiği 1848’de, Uluslararası Komünistler Birliği’nin görevlendirmesiyle Friedrich Engels’le birlikte kaleme aldığı Komünist Manifesto’da ise ütopyacıları eleştiririr. “Şimdiye kadar bütün toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir” ve toplumsal değişim, ütopyacı iddiaların aksine ileri gelenlerin ikna edilmesi ya da “insan aklı” aracılığıyla değil bu mücadeleler sonucunda gerçekleşecektir. Amerika’nın keşfi ve sömürgeleştirilmesi, Ümit Burnu’nun dönülmesi, Doğu Hindistan ve Çin pazarlarının açılması, mübadele araçlarının ve metaların artması, gemicilik ve sanayinin gelişmesi yıkılan feodal toplum içindeki devrimci unsurun geliş̧mesini de hızlandırmıştır.

Burjuvazi “…iktidarı ele aldığ̆ı her yerde… feodal, pederşahi, duygusal iliş̧ki olarak her ne varsa” sona erdirmiş̧, feodal bağ̆ları koparmış̧, “insanla insan arasında soğ̆uk menfaat ve ‘peş̧in ödemeden’ baş̧ka bir bağ̆” bırakmamış̧, hekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim adamını ücretli hizmetlileri haline getirmiş̧tir”.[2] Ütopyacılar ise, bu dönüşümün yarattığı sosyal yıkımın farkında olmakla birlikte, ortadan kaldırılması noktasında, baş̧arısız olmaya muhtaç kimi deneylerin ya da toplumsal şartların düzeltilmesi talebinin ötesine geçememiştir.

Ulusal kapitalizmlerin gelişimi ve sosyal demokrasinin doğuşu[3]

Sanayi devrimin getirdiği yüksek teknoloji ve verimlilik, disiplin altına alınmış emek, genişleyen dünya pazarı gibi koşullar altında 1850’lerin sonlarına kadar süregiden ekonomik canlılık, önce grev ve direnişler dalgası, sonra da, başta sendikalar olmak üzere işçi örgütlerinin kurulması ile devam eder. 1859’da daha kısa çalışma saatleri için Londra’da patlak veren grevler ve 1868’de İngiltere’nin bugün de en önemli sendikası olan Sendikalar Kongresi (TUC)’nin kurulması bu konudaki bazı örneklerdir.

Nitekim, İngiltere’de gelişen kapitalizm, bir kanser hücresi gibi adı yeryüzü olan bedende yayılmaya devam etse de, bu yayılma eşitsiz ve bileşiktir. Bir başka ifadeyle kapitalist üretim ilişkileri Avrupa’nın her yerine aynı derecede sirayet etmemiştir. Bunun ayırdında olan İngiliz sermayedarlar da grevci işçilerin yerine, görece daha geri sanayileşme düzeyinde olan Fransa ve Almanya gibi ülkelerden grev kırıcı işçiler getirmeye başlar. Bu durum, elbette 1848 devrimlerinin de etkisi altında, işçi sınıfının uluslararası ölçekte örgütlenmesini zorunlu kılar. Sonuç, 1864 yılında, yönetiminde Karl Marx ve Mikhail Bakunin’in de bulunduğu Uluslararası Emekçiler Birliği’nin ya da Birinci Enternasyonal’in kuruluşudur.

Öte yandan, sermayedarların rekabet koşulları altında sürekli yeni teknolojiye yatırım yapmaları kar oranlarının düşmesini, kar oranlarının düşmesi de ücretleri daha fazla düşürüp çalışma sürelerinin uzatılması zorunluluğunu beraberinde getirir. Nitekim,“kapital” hep daha fazla birikmek zorundadır! Ayrıca, düşen kar oranları sermayeyi yeni karlı alanlar bulmak zorunda bırakır. Bu durum ise öncelikle “finansallaşma”ya, sonrasında sermayenin yeni coğrafyalara doğru yelken açmasına, yani “sermaye ihracı” ya da “emperyalizm”e, ve nihayetinde Avrupa sosyal demokrasisinin de onayıyla patlak veren Birinci Dünya (ya da paylaşım) savaşına yol açacaktır.

1873 – 1895 yılları arasında açığa çıkan ekonomik çöküş Avrupa’da kamusal söylemin örgütlenme haklarından ekonominin önceliğine kaymasına, 1870 – 1871 yıllarında yaşanan Fransa – Prusya savaşı ise işçi sınıfı ile ulus devlet arasındaki ilişkinin savunma bağlamında yakınlaşmasına yol açar. 1871’deki Paris Komünü’nün yenilgisi, başta Enternasyonal olmak üzere, işçi hareketinin moral kaybetmesine yola açarken, Marx ile Bakunin arasındaki ideolojik ayrışma ise örgütsel zayıflama anlamına gelir. Birinci Dünya Savaşı’na kadar devam eden zaman diliminin bir başka özelliği de, kapitalizmin farklı ulus devlet ölçekleri arasındaki eşitsiz ve bileşik gelişimi koşulları altında, sosyal demokrasiyi de tarih sahnesine çıkaracak bir dizi, sosyolojik, siyasal ve tarihsel gelişmenin açığa çıkmasıdır.

İngiltere’de başlayan sanayi kapitalizminin kıta Avrupası’na yayılması, kuşkusuz kapitalist devletin bu sürecin altyapısını hazırlamasıyla mümkün olur. Bu dönemde sadece devletin iletişim ve ulaşım altyapısına yaptığı yatırımlar aracılığıyla inşa ettiği ulusal pazar değil, aynı zamanda, zorunlu eğitimden genel oy hakkına, zorunlu askerlikten çalışma yasalarına bir dizi yenilik açığa çıkar. Kimileri toplumsal mücadeleler sonucunda kimileri ise kapitalist üretim ilişkilerini sürekli kılma zorunluluğunun sonucu olan bu düzenlemelerin önemli sonuçlarından birisi devletin toplumsal hayattaki beliğinliği ise, diğeri de her bir ülkenin işçi sınıfının kendi ulus devletine daha fazla entegre olmasıdır. Başta İngiltere ve Bismarck Almanyası olmak üzere, Avrupa’da sosyal güvenlik sisteminin ve çalışma yasalarının gelişimi, bu sürecin hızlanmasında önemli bir rol oynar.

Bahsedilen gelişmelerin bir başka siyasal sonucu da işçi sınıfının siyasal partiler biçiminde de örgütlenerek genel seçimlerde kendini temsil etme çabasına girişmesidir ki, Avrupa sosyal demokrasisi de bu dönemde oluşur. Nitekim 1880’de Almanya’da Sosyal Demokrat Parti, 1881’de İngiltere’de Sosyal Demokrat Federasyon, 1893’te gene İngiltere’de Bağımsız Sosyal Demokrat Parti, 1895’te Belçika İşçi Partisi kurulur ve bu eğilim kıta Avrupasına yayılır.

Anarko sendikalistlerin ve sendikaların dışarıda tutulması ile 1899 yılında kurulan İkinci Enternasyonal de bu dönemin ürünüdür; ancak Birinci Enternasyonal’den önemli bir farkla: İşçi sınıfının farklı ülkelerden ve farklı kalifikasyon / meslek bileşenlerinden temsilcilerinin katılımıyla kurulan ve gerçek anlamda enternasyonal bir örgüt olan birincisine karşın, ulusal çapta faaliyet gösteren sosyalist / sosyal demokrat partilerin bir birliğidir İkinci Enternasyonal. 1889’da 1 Mayıs’in Uluslararası İşçi Günü ilan edilmesi, 1910’da kadınlar gününün kabul edilmesi ve 8 saatlik iş günü için yürütülen mücadeleler İkinci Eternasyonal’in bugüne bıraktığı önemli miraslar olsa da, enternasyonali oluşturan faklı ulusal partilerin, Birinci Dünya Savaşı’na ilişkin ortak tutum alamaması, dahası, enternasyonal içindeki sosyal demokratların kendi ulusal devletlerinin / sermayelerinin destekçisi olarak kalması, sosyal mücadelelerin bu kazanımlarının İkinci Enternasyonal ve içerisindeki sosyal demokrat partilerle anılmasının önündeki en büyük engel olageldi.

Savaş ve sosyal demokrasi

Alman sosyal demokratları arasında savaşın hemen öncesinde sol kanattan Rosa Luxemburg ve Karl Liekbnet’in, sağ – reformist kanattan ise Eduard Bernstein ve Friedrich Ebert gibi isimlerin tarafları olduğu revizonizm-reform-devrim tartışmaları başlar. Nitekim, İkinci Enternasyonal’in 1915’te gerçekleştirilen konferansında savaş karşıtı sosyalistlerin bütün çabalarına rağmen sosyal demokrat liderlerin sosyal şovenizmden vazgeçmemesi, 1916’da İkinci Enternasyonal’in dağılmasına yol açar. Kuşkusuz bu durum, sosyal demokrasinin barış ve emek hareketi öncülüğündeki toplumsal mücadeleler ile vedalaşması anlamına gelmektedir.

İlerleyen dönemde, Spartakistler liginin cesur barış savunucusu ve kuramcısı Rosa Luxemburg, Alman sermayesi ile ittifak halinde savaşa çıkan Alman sosyal demokratların gözleri önünde önce hapsedilir, sonrasında da yoldaşı Karl Liebknecht gibi öldürülür. Luxemburg’un ölü bedeni Landwehr Kanalı’nın sularında kaybolurken, başta Alman sosyal demokrasisi olmak üzere sosyal demokrat siyaset ise ismi “kapital”in olan ırmağın sularının kabarmasının, yani kapitalist üretim ilişkilerinin sürekliliğinin önemli bir bileşeni olur.

“Yeni dünya düzeni” ve sosyal demokrasi

Sosyal demokrasi bu rolünü, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde de oynamaya devam eder. Kapitalist sistemin, kendi topraklarında savaşmamış, Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana önemli bir sermaye birikimi gerçekleştirmiş ve bu ikisinin etkisi altında İkinci Dünya Savaşı sonrasının hegemonik gücü olarak belirmiş ABD liderliğinde yeniden yapılandığı bir zaman dilimidir bu.

Eski sömürgeler siyasal bağımsızlıklarını kazanmış, Avrupa savaştan iktisadi ve sosyal yıkımla çıkmış; ayrıca ikiye bölünmüştür. Doğuda, faşizmin yenilmesinde önemli bir rol oynamış Sovyetler Birliği’nin etkisi altında sosyalist rejimler kurulmuş, batıda ise sosyalist partiler ve işçi örgütleri önemli bir ivme kazanmıştır. Öte yandan, iki dünya savaşına ek olarak, 1929 krizi ve 1930’ların faşizmi, kapitaizmin meşruiyetini sarsarken, sosyalizmi bir alternatif olarak hem Avrupa’nın hem de eski sömürgelerin gündemine sokmuştur.

Kuskuşuz bu durum, üretim fazlası olan ABD açısından potansiyel pazarların kaybı anlamına gelmektedir. ABD öncülüğünde oluşturulan Uluslararası Para Fonu (IMF), Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (IBRD, ya da Dünya Bankası) gibi kuruluşlar ve Marshall Planı gibi “dış yardım” mekanizmaları ile oluşturulan “yeni dünya düzeni”nde, Sovyetler Birliği’nin etkisinin kırılması ancak ve ancak, Avrupa sosyal demokrasisinin aktif katılımı ile mümkün olacaktır.[4]

Avrupa sosyal demokrasisi de böylesi bir tarihsel konjonktürde, makro iktisadi bağlamda Keynesyen iktisat politikaları, işyeri düzeyinde “üretkenlik” ve sendikal mücadele düzleminde ise sınıf uzlaşmacı (korporatist) bir zemine oturan sendikal anlayış çerçevesinde oluşan “yeni dünya düzeni”nin aktif taşıyıcısı olur. Bir başka ifadeyle, kapitalizmin “altın çağ”ı olarak adlandırılan bu dönemde, sermaye, dünyanın bir tarafına “refah (devleti)”, diğer tarafına da “kalkınma” vaadinde bulunurken sosyal demokrat siyaset sermayenin önemli bir yoldaşıdır.[5]

“Küresel çağ” ve sosyal demokrasi

Kapitalizmin 1970’lerde içine girdiği kriz ve sonrasında yaşanan süreçte, sermaye, hem vaadlerinin hem de “sosyal” ve “demokratik” olan ile ilişkisinin konjonktürel olduğunu net bir şekilde ortaya koymuş durumda. Nitekim, sermayenin 1970’lerden bu yana, işgücü piyasalarının esnekleşmesine ve hayatın her alanının kar hırsının nesnesi yapılmasına dayalı neoliberal politikalar aracılığıyla sosyal demokrat siyasetin alternatifini çoktan yarattığı aşikar. Tüm bunlardan sosyal demokrasiye kalan ise, kuşkusuz, bir ideolojik kriz. Bir zamanlar Vladimir Lenin’in sordugu üzere: “Ne yapmalı?”

Evet, iletişim ve ulaşım imkanlarındaki yeniliklerden hareketle, belki de “küresel bir çağ” bu. Ama bu durum, örnegin ABD’de içtiğimiz kahvenin çekirdeklerinin Guatemala’daki çocuk işçiler tarafından toplandığı, örneğin kullandığımız akıllı telefonların çiplerinin Çin’de “çalışma kampları”nda çalışan genç kadın işçiler tarafından üretildiği gerçekliğini değiştirmiyor. Dijital teknolojide yaşanan gelişmelerin bir “dijital işçi sınıfı”nı açığa çıkardığı gerçeğini de. 2008 krizinin ve sonrasında Ortadoğu’da açığa çıkan savaşın da gösterdiği üzere, “küresel çağın” barış ve adalet getirmediği gerçekliğini de. Kısacası, ne 1900’lu yılların başındaki sosyal demokrat siyasetçilerin iddia ettiği gibi, Birinci Dünya Savaşı ve kapitalizm barış getirmiş durumda ne de 1990’larda “tarihin sonu”nu ilan eden liberallerin iddia ettiği üzere, emek süreci ve işçi sınıfı ortadan kalkmış durumda.

Tersine, kapitalizm, yarattığı sosyal ve ekolojik yıkımla, sadece insanlığı değil, uygarlığı da tehdit eder hale gelmiş durumda.

Bu bağlamda sosyal demokrat siyasetin yeniden varolmasının yegâne koşulunun, iki dünya savaşının öncesi ve sonrasında unuttuğunu hatırlamasıyla mümkün olacağını söylemek gerekiyor: Tarihe olan barış ve adalet borcunu ödemek.

Emek ve barış hareketi ile bir arada…

Yurtta… Ve cihanda…

Bu yazı ilk kez, (Sosyal Demokrat Dergi, Sayi 85, Subat 2018) yayınlanmıştır


[1] Bu konuda bkz. Tören, T. (2015) “Kapitalist Gelişmenin Şafağında Ütopyaci Sosyalizm ve Komünist Manifesto Bir Karşilaştirma Denemesi”, Logic of Our Age The Individual and Society in the Market’s Grasp, Koç. Ş. A. and M. Şirin Önver (Ed.), Londra: IJOPEC, 221 245.

[2] Marx, K. ve F. Engels (1995) Komünist Manifesto, Yay. Haz. E. Dilli, Istanbul: Ulusal Kültür, s. 33.

[3] Bu konuda daha detaylı bilgi için bkz: Linden, M.v.d. (2003) Transnational Labour History: Explorations, Burlington: Ashgate.

[4] Bu konuda daha detaylı bilgi için bkz: Tören, T. (2007) Yeniden Yapılanan Dünya Ekonomisinde Marshall Planı ve Türkiye Uygulaması, İstanbul: SAV.

[5] Bu konuda daha detaylı bilgi için bkz. Türkay, M. and T. Tören (2014) “Liberal Kriz Koşullarında Türkiye ve Dünyada Yaşanan Dönüşümün Seyri Üzerine Notlar”, Mertcan, H., A. Ördek (Ed.), Modern Zamanlar Bir Yokmuş Bir Varmış içinde, Ankara: NotaBene, 313 – 359. (Turkish)

Tolga TÖREN