Doğanın Bir Oyunu Olarak, Covid.19

I-GİRİŞ

Günümüzde tüm dünya ile birlikte Türkiye’de de bir Covid.19 bunalımı yaşıyoruz. Bununla başa çıkabilmek için alınan kararlar yaşamımızı etkiliyor, değiştiriyor. Bu konuda yapılanların yeterliliklerinin değerlendirilebilmesi için tehdidin niteliği ve yaratabildiği olumsuzlukların niteliklerinin iyi tanınması gerekir. Galiba belirlenmesi gereken ilk nitelik Covid.19’un insanlığa karşı yarattığı olumsuzluğun, Augustinian bir şeytanın mı yoksa Manichean bir şeytanın işi mi olduğudur. Sibernetiğin kurucusu Nobert Wiener dünyadaki kötülükleri bu iki gruba ayırıyor. Covid.19 Augistinian bir şeytanın işidir. Doğa kendi oyununu oynarken ortaya konulan olumsuz bir durum söz konusudur. İnsana karşı olmak için, bir hedef gözeterek, ortaya çıkan bir olumsuzluk yoktur. Eğer karşımızdaki şeytan Manichean olsaydı, oyunu bilinçli olarak insana karşı olarak oynasaydı, alınan önlemler çok farklı olacaktı. Eğer Covid’19 hakkında zaman zaman söylenildiği gibi insan tarafından laboratuvarda geliştirilmiş bir virüsün yarattığı bir hastalık olsaydı karşımızdaki şeytanı Manichean olarak düşünmek gerekecek ve oynamak durumunda olduğumuz oyunun da niteliği değişecekti.

İnsanlar doğa içinde toplu olarak yaşarken, doğanın oyunlarıyla başa çıkmanın yollarını da geliştirirler. Doğa insana düşman değildir. Ama işleyişi içinde insanları çok sayıda tehdit içeren oyunla karşı karşıya bırakır, yer kabuğundaki plakaların hareketiyle zaman zaman deprem olur, yağışlar sonucu heyelanlar gerçekleşir. Yağmur yağmaz olumsuz sonuçları olan kuraklık yaşanır. Aşırı yağışlar olur, sel basar vb. İnsanlar doğada yaşarken, doğanın oyunlarının yarattığı risklerden kaçınmanın yollarını öğrenirler. Bu risklerden kaçınarak yaşamanın yolu doğanın oyununa ilişkin bilgilenin üretilmesidir. Bilgi üretildikçe, doğanının oyununun nerede ve ne zaman nasıl olacağını kestirmek olanaklı hale girer ve bunun sonuçlarından kaçınmanın önlemi alınabilir hale gelir. Bu oyunlara ilişkin bilgimiz her zaman tam olamaz. Örneğin günümüzde bilimsel bilgi depremin nerede olacağını kestirebilmektedir. Ama ne zaman olacağı kestirilememektedir. İnsanlar da bu eksik bilgiye dayanarak, riskten kaçınmak için öncelikle fay hatlarından uzakta sağlam zeminlerde inşaatlarını yapmaktadırlar. Ama dünyada yerleşmelerimizin mekânsal dağılımına baktığımızda onların dağılımı fayların dağılımıyla belirlenmemektedir. İnsanlar büyük aglomerasyonlar oluşturarak, fayların üzerinde/yakınında büyük kentler oluşturmaktadırlar. İnsanlar bunu neden yapmaktadırlar? Çünkü kentlerin/yığılmaların yarattığı ekonomik yararı gerçekleştirmek için insanlar risk almaktadır. Bu riski azaltmak için de fayların uzunluğuna göre depremin şiddetini kestirme bilgisini geliştirmekte, bu şiddetteki depreme dayanıklı binaları daha fazla harcama yaparak inşa etmektedirler. İnsanlar tabiata karşı oynadıkları oyunlarda ölüm sayısını minimize etmeye çalışmamakta, kaçırılacak fırsatları (regret) minimize etmeye çalışmaktadırlar.

Doğanın insana karşı oyunlardan biri olan depremde, insanların nasıl bir oyun stratejisi izlediğini kısaca gördük. Bu örnek bize gösteriyor ki insanların izlediği stratejiler büyük ölçüde, doğanın oynadığı oyun hakkında geliştirebildiği bilimsel bilgiye bağlı olmaktadır. Covid.19 bir Korono virüs tarafından yaratılmaktadır. Onun için doğanın virüsler/mikro organizmalarla nasıl bir oyun oynadığını yakından tanımlamamız gerekiyor.

II- DOĞA MİKRO ORGANİZMALARLA İNSANA KARŞI NASIL BİR AUGUSTİNİAN OYUN OYANAMAKTA, TEHDİD OLUŞTURMAKTADIR

Günümüzde salgın hastalıkların kaynağı bakteriler ve virüslerdir. Bunlar bir tür mikro organizmalardır. Çok küçüktürler doğrudan gözle görülemezler. Görülebilmeleri için 17 yüzyılda mikroskobun bulunması gerekmiştir. Mikroskobun bulunmasından sonra bu mikro organizmaların hastalıkların nedeni olduğunun gösterilmesi için 200 yıla yakın bir zaman geçmiştir. Bu, doğanın insana karşı mikro organizmalarla oynadığı oyuna karşı insanların yeterli bilgiye sahip olamadan mücadele etmiş olmaları anlamına gelmektedir.

Mikro organizmalar doğayı tanımamız bakımından çok önemlidir. 3-4 milyar yıl önce dünyada ortaya çıkan ilk canlılar mikro organizmalar olmuştur. Mikro organizmalar çok uzun zaman içinde çeşitlenerek, evrilerek diğer canlıları yaratmıştır. Günümüzde de Dünya biyokütlesinin çok büyük bir kısmını oluşturmaktadırlar. Çok büyük bir çeşitliliğe sahiptirler, bu mikro organizmalar insanların yaşamına olumlu katkılarda bulunmaktadır. Ama bu mikroorganizmalardan bir kısmı patojeniktir. Onlar insan, hayvan ve bitkinin organizmalarına girerek çoğalmakta ve onların hastalanarak ölümlerine neden olmaktadır. Bizi burada ilgilendirenler göreli olarak sayısı az olan bu patojenik olanlardır.

İnsanlık bulaşıcı hastalıklar konusunda verdiği mücadelenin büyük kısmını bakterilere karşı vermiştir. Günümüzde bakterilerin yarattığı salgın hastalıklar karşısında insanlık büyük ölçüde teçhiz olmuştur. Antibiyotikleri bulduktan sonra bu konudaki hastaları etkili bir şekilde tedavi edebilmekte, bu hastalıkların her biri konusunda geliştirilmiş aşılar bulunmakta, inanların bağışıklığı artırılarak, hastalanmaları engellenebilmektedir. Bu bağlamda: veba, kolera, trahom, tifo, cüzzam, tüberküloz, boğaz ve idrar yolu enfeksiyonları sayılabilir.

Günümüzde sorun oluşturan hastalıklar 20-300 nanometre çapında çok küçük varlıklar olan virüsler tarafından yaratılmaktadır. 1890’larda içerisinden bakterilerin geçemediği özel bir filtre keşfinden sonra ayrılabilmişler hangi hastalıkları yarattıkları ortaya konulabilmiştir. Günümüzde elektron mikroskobuyla incelenebilmektedir. Bu virüsler temelde  mikroorganizma değillerdir. Organik moleküllerin yapılaşma özelliklerinin bir sonucudur. Kültür içinde yetiştirilmek istendiğinde enerjiyi ne üretebilirler ne kullanabilirler. Ne büyür, ne çoğalabilirler.  Çünkü canlı değillerdir. Hücre değildirler.

Virüsler hücrelere girerek onları enfekte edebilmektedirler. Bunlara, “konak hücre” denilmektedir. Virüsler hücre olmadıkları için, bölünme yoluyla çoğalmazlar. Ama virüsler genetik materyali taşımakta bir araç olarak işlev görmektedirler. Bu da ona dolaylı olarak çoğalma fırsatı yaratmaktadır. Bir konak hücrenin organallerini, moleküllerini ve metabolizmalarını kullanarak, konağa kendi parçalarını kopyalatırlar ve bu parçaları konakta birleştirerek kendilerini üretebilmektedirler. Dolaylı yollarla üremekte oldukları gibi, doğal seçilime de uğramakta oldukları için bazıları tarafından, canlı gibi kabul edilmektedirler.

Ama değişik kanallardan insanın bedenine giren patojenik virüsler; kuduz, kanser, grip, çiçek, suçiçeği, zona, ebola, Kırım Kongo kanamalı ateşini ve bu arada covid.19 hastalığını üretmektedir. Bedenlerine/hücrelerine giren patojenik mikroorganizmaların ve virüslerin her insanda, deterministik bir sonuç olarak,  hastalık yarattığını söyleyemiyoruz. Ancak bir hastalık tehdidi yarattığını söyleyebiliyoruz. Bunun nedeni insan bedeninin bir bağışıklık sisteminin bulunmasıdır. Güçlü bir bağışıklık sistemi olan bedenler dıştan gelen bu etkilere karşı direnebilmektedirler.

Patojenik bir mikrobik ajanı ya da virüsü alan bir kişinin bağışıklığı olmadığı bir durumda özel semptonlarını ya da işaretlerini gösterdiğinde hastalanmış olacaktır. Eğer bu hastalık bulaşıcı hastalık değilse, ilacını kullanarak iyileşecek ve hastalık yaygınlaşma eğilimini taşımayacaktır. Hastalık bulaşıcı ise ve ilacı varsa, hasta olana tanı konulabiliyorsa, karantina edilerek, ilacı verilecek ve iyileşen hasta hastalığı yaygınlaştırmadan topluma karışacaktır. Ama hastalığa kolayca tanı konulamıyorsa, ilacı ve aşısı bulunmamış ise insanın bir sosyal varlık olması ve bireylerin sürekli ilişki içinde olması dolayısıyla hastaların sayısı artacak, geniş bir bölgeye yayılacaktır. Bu durumda artık bir salgın (epidemic) söz konusu olacaktır. Eğer bu yayılma bir bölge, bir ülke hatta bir kıtayla sınırlı kalmayarak kıtalararası nitelik kazanıyorsa pandemi niteliğini kazanmaktadır. Bir virüsün bir kişiyi hasta etmesi düzeyinden, bir yerellikte salgın yaratmasına, kıtalar aşırı pandemi yaratması farklı ölçeklerdeki karmaşıklık derecesi farklı olgulardır.

Bireysel hastalık düzeyinden çıkarak salgın ve pandemi düzeyine çıkıldığında karşılaştığımız olgular sosyo-mekansaldır. Bulaşma hastalanmış virüs taşıyıcısı olan bir kimsenin karantina edilmeden toplum içinde yaşantısını sürdürürken hasta olmayan kişilerle bir tür ilişki içinde olmasından kaynaklanmaktadır. Hangi tür ilişkinin bulaştırmaya neden olacağı virüsten virüse değişmektedir. Hangi tür ilişki bulaştırmayı sağlasa da toplumdaki bireylerin ilişkisi sosyo-mekansal olma niteliği taşımaktadır. Kurulan ilişkilerin nedenleri sosyal olandır. İlişkinin sıklığı ise mekânsaldır. Kurulan ilişkinin nedenine, ilişki kurma sıklığına, mikroorganizmaların ve virüslerin tek başına yaşayabilme süresine ve ortamın özelliklerine bağlı olarak, mekanda farklı yayılma örüntüleri ortaya çıkarırlar. Bu bulaşma olgusunun belirlenmesinde insanın hareketlilik derecesi temel etken olmaktadır. Mikroorganizmaların ve virüslerin yayılımı, duvarlarla, fiziksel engellerle denetim altına alınamamaktadır. Hayvanlar ve insanların hareketleriyle, rüzgarla ve suyla sürekli taşınarak mekanda yayılmaktadırlar.

Bir komünitede, bulaşma süreci, başlangıçta hastalananların sayısını hızla artırmakta ve bir salgın haline getirmektedir.   Bu bulaşma sürecinin hızını ölçebilmek için bir hastanın, hastalığını ortalama kaç kişiye bulaştırdığını gösteren, bulaştırma oranı kullanılmaktadır. Hasta sayısı belli bir zirveye ulaştıktan sonra artış azalmaya başlamakta, sonra salgın yavaşlayarak yok olmaktadır. Salgının sönümlenmesi hastalığın bulaşma oranının birin altına inmesinin sonrasında gerçekleşmektedir. Bu olguya sürü bağışıklığı denilmektedir. Bu bize insanların bağışıklık sistemleriyle hastalığa karşı direndiği gibi, toplumların da hastalığa karşı sürü bağışıklığı mekanizmasıyla direndiğini ortaya koymaktadır.

Bulaşmanın bu genel nitelikleri COVİD.19’da SARS-Cov-2 virüsünden kaynaklanan bazı özellikler kapsamında şekillenmektedir. Hastalanmış bir kişinin öksürme ve aksırmasıyla açığa çıkan damlacıkların solunması yoluyla bulaşmaktadır. Havalandırması olmayan bir yerde hasta olan bir kişiyle hasta olmayan bir kişinin aralarında 2 metreden az mesafe olarak 15 dakika bir arada bulunmasının bulaşma sonucunu doğuracağı kabul edimektedir

III-COVİD.19, BİR 21.YÜZYIL PANDEMİSİ

Doğanın insana karşı mikroorganizmalar kanalıyla oynadığı oyunlar, bu organizmaların mutasyonlarla değişme geçirmesi sonucunda farklı bir nitelik kazanabilmektedir. Bu organizmaların evrim sonrasında nitelik değiştirmesi, doğanın insana karşı oynadığı oyunları değiştirmektedir.

Bu tür değişmeler sonucunda, 21 yüzyılda salgın hastalıklar gündemine Korono Virüsler ailesi girmiştir. Bunlardan ilki 2003 yılında Asya’da ortaya çıkan SARS (şiddetli akut solunum yolu sendromu) ve ikincisi 2012 yılında Suudi Arabistan’da ortaya çıkan MERS-CoV (Ortadoğu solunum yolu sendromu) olmuştur. Bunlar dünyayı saran büyük sayılara ulaşan bir salgın haline gelmedi.  Her iki virüse karşı da aşı ve antiviral bir ilaç da geliştirilememiştir. Dünya yaşadığı bu deneylerden sonra 2020 yılına girerken “SARS-Cov-2” ile karşılaştı. Korona ailesi insanı hasta eden yeni bir virüs alt türü daha üretmişti. Bu virüs bir süre fark edilmeden doğada var olduktan sonra, 2019 sonunda fark edildikten kısa bir süre sonra, diğerlerinden farklı olarak kısa sürede bir pandemi yarattı. SARS-CoV-2 ilk olarak Çin’de Wuhan’da fark edildi.  Bu virüs yarasa ve bir tür karıncayiyen pullu bir memeli olan pangolin üstünden insanda tutunarak, Covid.19 diye adlandırılan hastalığı yaratmaya başladı.  Covid.19 hastalığı SARS-CoV-2 virüsünün insana bulaşması sonucu ortaya çıkmaktadır.

SARS- Cov-2 virüsünün kısa sürede pandemi yaratabilmiş olmasının nedeni, bulaşıcılık niteliğinin çok yüksek olmasından kaynaklanmaktadır.  Bu virüsü alarak hastalananların bir kısmı yüksek ateş, solunum güçlüğü, ani koku kaybı, ishal, yorgunluk, kas ağrıları, öksürük vb. semptomlarları göstermiş ve test yapılarak hastalığına tanı konulmuş olanlardan oluşmaktadır. Bu hastalar hastaneye alınarak, karantina altında tutulurken tedavi edilmektedirler. Henüz bu konuda geliştirilmiş özel ilaçlar olmamasına rağmen, genel olarak antiviral ilaçlar kullanılarak, büyük ölçüde iyileştirilmekte kayıplar yüzde 2 ile yüzde 10 düzeyinde tutulabilmektedir. Bu tür hastalıklarına tanı konulan kesimlerin, hastalıkların bulaşmasına katkısı sınırlı tutulabilmektedir.

Virüs alarak hastalananların büyük kısmı (yüzde 80’ler düzeyi) hiçbir semptom göstermemektedir. Hastaların bu kesimi asemptomik hasta diye adlandırılmaktadır. Bu insanlar hastalıklarının kendileri de farkında olmadan günlük yaşamlarını sürdürürken halk arasında dolaşmaktadırlar. Kendileri de farkında olmadıkları için hastalığı sosyo-mekansal bir süreç içinde yaygınlaştırmaktadırlar. Kimin hasta olduğunu teşhiş edilemeyince, hastalığın bulaşmasını önlemek için alınacak karantina tedbirleri, sadece hastaları izole ederek onlara uygulanan bir tedbir olmaktan çıkarak, tüm topluma uygulanmak zorunda kalınmakta, bu da epidemi/pandemi ile mücadeleyi ekonomi bakımından çok pahalı ve taşınamaz hale getirmektedir.

IV-DÜNYADA COVİD.19 PANDEMİSİ KARŞISINDA NASIL BİR YOL İZLEDİ

Hastalığın ortaya çıkmasından kısa bir süre sonra, hastaların büyük kısmının asemptomik olması ve artık dünyada sosyalin yüksek derecede küreselleşmiş bulunması dolayısıyla, Dünya Sağlık Örgütü tarafından COVİD.19’un bir pandemi olduğu ilan edilmiştir. Karşılaşılan pandemi tamamen yeni bir virüs tarafından yaratılmaktadır. Bir pandemiye karşı mücadele stratejisi kurmak isteyen bir uzmanın en değerli varlığı bu hastalığa ilişkin olarak geliştirilmiş bilimsel bilginin varlığıdır. Oysa yeni bir virüs sözkonusu olduğunda böyle bir bilgi henüz yoktur, ne bir ilacı, ne bir aşısı, ne de hastalığın nasıl seyrettiği hakkında yeterince sınanmış bir bilimsel bilgi henüz gelişmemiştir. Bu durumda iki farklı konuda strateji geliştirilecektir. Birinci strateji bu virüsle başa çıkabilecek aşı ve ilacın en kısa sürede geliştirilmesi olacaktır. Ama daha önce ortaya çıkan Korono Virüs türlerinin aşı ve ilacının henüz geliştirilemediği unutulmamalıdır.

Geliştirilecek ikinci strateji pandemi haline gelen, henüz aşısı ve ilacı bulunmamış bu hastalıkla mücadelenin yönlendirilmesi konusunda yaşadığımız deneyime bakarak iki aşamalı bir strateji kullanılmıştır diyebiliriz. Birinci aşamada hastalığa yakalanan ve tanı konulanların sayısı hızla artmaktadır. Hastalanan ve tanı koyulanların sayısı henüz zirveye ulaşmamıştır. Krizin en şiddetli dönemini geçirebilmek için, ülkeler arası ve ülke içi yer değiştirmelerin yasaklanması, insanların evlerinde karantina altına alınması, sistem içinde teması önemli ölçüde azaltacak şekilde çok sayıda faaliyetin yasaklanması, sağlık sisteminde salgından etkileneceklerin tedavisini sağlayacak olağan üstü düzenlemelere gidilmektedir. Bu aşamada bu pandeminin bir krize dönüşmemesine çok önem verilmektedir. Hastalanarak hastanelerde tedaviye alınanların sayısının ülkenin sağlık sisteminin kapasitesinin altında kalmasına çalışılmaktadır.  Bu genellikle hastaların sayısının artış eğrisinin yassılaştırılması diye de ifade edilmektedir. Bu aşamada yapılan insanların özel alanlarında tutularak büyük ölçüde insanlar arası doğrudan ilişkinin ortadan kaldırılması olmaktadır. Bu aynı zamanda sosyalin büyük ölçüde yok edilmesi diye de okunabilir. Böyle bir okuma bu önlemlerin ancak kısa bir süre için geçerli olabileceğini de göstermiş olmaktadır. Bu da esas çözümün ikinci aşamada gerçekleştirilmesi demek olacaktır.

Birinci aşamada alınan köktenci kararların uygulanması sonucu yeni hastalık vakalarının artışı denetim altına alındıktan sonra ikinci aşamaya geçilmektedir.  İkinci aşamada, kriz sonrasında yeni normale geçiş için gerekli kararlar alınmaktadır. Bu aşamada yasaklarla çözüm arayışından, kurallarla çözüm arayışına geçilmektedir. Bu bir mantık değiştirmesidir. Birinci aşamada alınan kararlara, hem ülkelerin ekonomileri açısından, hem de halkın dayanıklılığı tarafından uzun süreler katlanılamaz. Yeni sürdürülebilir bir normale geçiş sağlanmalıdır.  Eğer virüsün yeni tehdidler üretme olasılığı ortadan kalkmadıysa, toplumsal yaşam eski biçimine dönemez. Virüsün tehdidinin yeniden ortaya çıkmasını önlendiğinde yeni normal yaşama geçiş başlatılabilecektir. Yeni normale geçilmesi için yasaklanmış tüm faaliyetlerin yapılmasına aşama, aşama izin verilecektir. Ama bu faaliyetlerin görülmesine izin verilirken, hastalığın yayılımın yeniden yaygınlaşmasına olanak vermeyecek yeni yaşam ve iş yapma kurallarının ortaya konulması gerekmektedir.

Bu bakımdan en önemli düzenleme, toplumda bulaşmaya neden olmayacak yeni bir toplumsal ilişki biçimini tanımlamak olacaktır. Yaşadığımız COVİD.19 pandemisi sırasında insanlar arası ilişkinin, hijyen kurallarına uygun olarak, maske takarak ve sosyal mesafeye dikkat ederek kurulması diye tanımlamıştır. Bulaşmanın yeterince denetim altına alınabilmesi için ek önlemlerin alınması gerekmektedir.  Yaşadığımız yerlerde iş yaparken, yiyecek yerken, kişisel bakımımızı sağlarken insan yoğunluğunu düşüren, bu işler yapılırken insanların birbiriyle doğrudan temas etmesine gerek bırakmayacak, bu faaliyetlerin yapıldığı yerlerdeki dezenfeksiyon koşullarını belirleyecek düzenlemeler/yeni tasarımlar yapmak gerekecektir.

Dünya’da COVİD.19’la mücadelede izlenen bu stratejinin iki bakımdan sorunlu olduğu onun için de yeterince hızlı sonuç alınmadığı söylenebilir. Sorunlardan birincisi pandeminin bir küresel sorun olmasına karşın, çözümlere küresel düzeyde yaklaşılmaması, ulus devlet düzeyinde, ulus devlet bencillikleriyle yaklaşılmasıdır. Daha temel sorun, stratejide COVİD.19’zun ayırıcı özelliği olan asemptomik hastaların bulunması konusunda özel bir çabanın gösterilmemiş olmasındadır denilebilir. Stratejide gayretler teşhiş edilen hastalardan bulaşmayı azaltacak önlemlere odaklanmıştır. Bulaşmanın asıl failleri asemptomik hastalar büyük ölçüde denetim dışı kalmışlardır.

V-PANDEMİ SÜRECİNDEN PANDEMİ SONRASINA NELER KALABİLİR?

Pandemi Tehdidi Hakkında Muhtemel Senaryolar

Bu yazıyı pandemi sürecinin ortasında yazıyorum. Pandeminin nasıl sonuçlanacağı konusunda henüz tek bir senaryo yok, alternatif senaryolar bulunuyor. Önce iyimser senaryolardan başlayabiliriz.

Birinci senaryo, insanlığın bu tehdit karşısında, bilimsel araştırmayla üç alanda hızlı ve başarılı sonuç alınmasına dayanmaktadır. Bu üç alandan birincisi ve en önemlisi aşının bulunmasıdır. Bu aşı bulunursa ve etkili olduğu ispat edilirse, ve tüm dünya nüfusunun aşılanması sağlanırsa, COVİD.19 bir tehdit olmaktan çıkmış olacaktır. Dünya bu konuda iki sınava girmektedir. Sınavdan birincisi bilimsel buluşu gerçekleştirebilmek iken, ikincisi ise dünyanın bu aşılanmanın maliyetini yoksulları dışlamadan karşılamanın yolunu bulabilmesidir.  Esas çözüm budur. Ama aşının henüz başarılı olduğu söylenememektedir. İlacın bulunması hastalananların iyileşmesini kolaylaştıracak, kayıplarını azaltacaktır. Ama bu hastalığın asemptomik niteliği dolayısıyla bulaşmanın ortadan kaldırılmasına bir katkısı olmayacaktır. Asemptomik hastalıkla mücadele edebilmek için üçüncü bir buluşa gerek duyulmaktadır. Bu da hızlı, ucuz ve etkili bir testin geliştirilerek, nüfusun hastalık semptomu göstermeyen kesiminde test edilenlerin sayısının hızla artırılmasını sağlamak olacaktır.

İkinci iyimser senaryo, henüz güncel/deneysel kanıtlar bulunmamasına karşın, tarihsel kanıtlardan kaynaklanmaktadır. Salgınlar tarihi bize genellikle bu salgınların iki yıl içinde sönümlendiğini göstermektedir. Bu sönümlenme mikro organizmanın mutasyon geçirerek etkinliklerini kaybetme eğilimini taşımasından kaynaklanmaktadır. Bu konuda henüz bir işaret bulunmamaktadır.

Bu iyimser senaryoların gerçekleşmemesi halinde hastalığın süreceğine ilişkin daha kötümser senaryolarla düşünmek durumunda kalmaktayız. Hastalık tedavi edilemiyor, aşıyla bağışıklık sağlanamıyorsa, hastalananların sayısının artması ve içinde bulunduğu topluluktaki hastalanarak bağışıklık kazananların oranının yüzde 60 lar düzeyine ulaşınca o komünitede sürü bağışıklığı gerçekleşmiş olacak ve salgın bir sönümlenme sürecine girecektir. Yaşanmakta olan COVİD.19 pandemi deneyimi ülkelerin deneyimi bağışıklık kazananların oranlarının yüzde 60’lardan çok uzak kaldığını göstermektedir. İnsanlık, kaybedilen insanların artmasının yarattığı toplumsal baskı karşısında, sürü bağışıklığı stratejisini uygulamadığını, böyle bir sonuca ulaşmadan önce bulaşmayı azaltıcı önlemler almaya yöneldiğini göstermektedir.

Diğer bir kötümser senaryo çözümün bulunamayarak COVİD.19’un kronik bir hastalık haline dönüşmesidir. Bu durumda yeni normalin kuralları altında sürekli olarak yaşaması gerekecektir. Bu durumda yeni normalin tanımladığı sosyalin sürdürülebilir olup olmadığının ciddi olarak sorgulanması gerekecektir. Ben insanlığın bu senaryoya mahkum olmayacağını düşünüyorum. Onun için bu irdelemeyi daha da ilerletmeyeceğim.

Bu noktaya kadar gelecek senaryosunu COVİD.19’za referansla geliştirdik. Oysa mikro organizmaların mutasyonlarının bizi gelecekte karşı karşıya bırakacağı riskler çok daha geniş bir mikroorganizmalar yelpazesinden kaynaklanacaktır. COVİD.19 pandemisini yaşamamız, bizim mikroorganizmalar dünyasında yaşanacak bir mutasyonun, her an bizi yeni bir salgınla karşı karşıya bırakmasının olanaklı olduğunun farkına varmamızı sağlamıştır. Bu nedenle, içinde yaşadığımız dünyaya ilişkin risk algımız çok yükselmiştir. Yeni bir salgın olgusu ortaya çıkmadıkça, bu risk algımız zaman içinde azalma eğilimi gösterecektir. Ama Corona.19 deneyi dolayısıyla ortaya çıkan, bu risk algısı yükselmesinin henüz kentlerimizin oluşum sürecini değiştirecek bir düzeye yükseldiğini düşünmüyorum. Ama yaşanan bu deneyimin bazı sonuçları olacaktır.

Kalıcı Olan, Kalıcı Olmayan Etkiler

COVİD.19 pandemisi sürerken “dünya eskisi gibi olmayacak ”söylemi yaygınlık kazanmıştır. Bunu söyleyenler yerleşme sistemi ve yaşam alışkanlıkları konusunda, yerleşmelerin düşük yoğunluklu hale gelmesi, kent içi ulaşımın nitelik değiştirmesi, insanların evde çalışma alışkanlıklarının artırılması, alışverişin internet üzerinden yapılması vb.lerini öneriyorlar. Bu bakış açısı içinde iyimser senaryoya yer yoktur. Eğer iyimser senaryonun gerçekleştiği kabul edilirse, insanların temelde eski yaşam alışkanlıklarına dönme eğiliminin yüksek olacağını kabul etmek gerekir. Çünkü yeni normal hastalık riskini azalttığı kadar, yaşam kalitesini de azaltmış olmaktadır. Bu da ondan uzaklaşmayı hızlandıracaktır.

Ama bunu tam olarak eskiye dönüş olarak ele almak gerekmez. Çünkü eğer COVİD.19 ortaya çıkmamış olsaydı da dünya değişecekti. COVİD.19 dolayısıyla zaten ortaya çıkacak olan bu değişmelerin hızlanması söz konusu olmuştur. Bu değişmelerin kalıcılaşma olasılığı yüksek olacaktır. Bu gelişmelerin pek çoğu iletişim alanında olmuştur.  Salgın sırasında alınan önlemlerin hemen hepsi toplumda insanların temaslarını azaltmak, ama toplumda faaliyetlerin sürdürülebilmesi için de bu insanların yüz yüze ilişkileri yerine bulaş riski taşımayan iletişim ilişkilerinin ikame edilmesi yoluna gitmektedirler. Örnek vermek gerekirse eğitim faaliyetleri tamamen uzaktan eğitim haline getirilmiştir. Çok sayıdaki iş toplantısı, sosyal faaliyet toplantısı, zoom kullanılarak internet ortamında gerçekleştirilmiştir. Bunun başarılabilmesi, toplumda bu konularda gelişmiş ama kullanılmayan alt yapıların bulunması sayesinde gerçekleşmiştir. Salgın önlemlerinin zorlamasıyla, insanlar kullanmadıkları olanakları devreye sokarak, yeni ilişki kurma alışkanlıkları elde etmişlerdir. Bu yeni ilişki kurma biçiminin bazı üstünlükleri ortaya çıkmıştır. Örneğin, ucuzdur, zaman tasarruf etmektedir. Bu yeni alışkanlık, geçmişteki yolculuk gerektiren ilişkileri ikame etme yolunu açmıştır. Ama kişisel yüz yüze ilişkinin tamamen internet üzerinden yapılan toplantılarla ikame edilebileceğini düşünmemek gerekir. Kişisel yüz yüze ilişkinin kalitesi, ilişkinin yarattığı güvenin derecesi farklıdır.  Eğer salgın sonrasında daha önce kullanılmayan olanaklar kullanılmayı sürdürür ve internet ortamında kurulan ilişkilerle ikame edilme oranları yükselirse, kent merkezlerinde yaşanmakta olan desantralizasyon da hızlanacaktır diyebiliriz.

Alınan önlemler bizleri evimize ve özel alanlarımıza kapadı. Evlerimiz Korona virüsle mücadelenin savunma hattı haline geldi.  Bu eve kapanış ortadan kalkmış bile olsa bizim özel alandan beklentilerimizin değiştiği için artık eski özele dönüş de olmayacaktır. İnsanlar konutların uzantısında yarı açık ve açık mekanların balkon ve bahçelerin anlamının farkına vardı. Evin aynı zamanda bir iş mekanı haline gelmesini yaşadı. Bu beklenti değişmesinin önümüzdeki yıllarda piyasanın arz ettiği konutlarda da bir değişiklik yapacağını düşünüyorum.

Özel alanların Korona virüsle savaşta savunma hattı olarak görülmesi kamusal alanın esas tehlikeli alan olarak görülmesi demektir. Kamusal alan dediğimiz alanlar tek düze değildir. Çok çeşitlidir, parklar, restoranlar, tiyatrolar, yollar, meydanlar vb. hepsi virüs bulaşması tehdidini içerir, hükümet bu alanları daha güvenli hale getirmek için kurallar koyuyor. Kamu alanlarının kullanılmasına ilişkin sınırlamalar ve sosyal mesafe temel politika araçlarıdır. Sağlık gerekçesine dayanılarak konulan kısıtlamalar, aynı zamanda insan haklarının kısıtlanması anlamına geldiğinin farkında olarak, iyi gerekçelendirilerek özenle kullanılmalıdır.

COVİD.19 pandemisiyle mücadele konusundaki önlemleri özel alanlara yöneltirsek, ortaya çıkan izolasyon ve yalnızlık olacaktır. Bu bir çözüm olamaz, çözüm olabilmesi için kamu alanının kullanılmasının bir yolunun ortaya konulması gerekir. Kamu alanının kullanılmaması kentlerin komünite olma niteliğini kaybetmesi demek olacaktır.

Bir kentte COVİD.19 tehdidi sürerken bir yönetimin getirdiği sınırlamalar ve sosyal mesafe bir araya gelince insanların kamu alanlarını kullanma biçimleri değişmekte ve gerektiğinde bazı yeni düzenlemeler yapmak durumunda kalınmaktadır. Bir kent COVİD.19 tehlikesi kalkıp dayanıklılık sonucu kamu alanlarının kullanışında bir geriye dönüş yaşanmadıkça, elde var olan kamu alanı alt yapısının yeni kullanılışını düşünmek ve buna uygun değişiklikler yapma durumu ortaya çıkmaktadır.  Örneğin bu bağlamda sosyal mesafe kavramını ciddi olarak uygulayan ülkelerde, sokaklardaki kaldırımların genişletilmesi, ya da motorlu araç trafiğine kapalı sokak uygulamaları artırılmaktadır. Bu bağlamda hala geleceğe ilişkin iyimser senaryolar hakim olduğu için, kamusal alanın yeniden yapılanması için daha başka projeler geliştirilmemektedir.

COVİD.19’le mücadele için alınan kararlar, tüm dünyada büyük bir işsizlik yaratmaktadır. Bir toplumda işi bulunmayan böyle büyük bir kitlenin varlığı, kamu alanlarının kullanımı konusunda yeni taleplerin doğması sonucunu doğurmaktadır. Bu gruplar için yeşil alanlar ve diğer kamu alanları maliyeti olmadan boş zaman geçirme alanları işlevi görmektedir. Bu alanları aynı zamanda onların iş arama mekanları olarak düşünmek gerekir. Kamusal alandaki bu yeni işlevler yeni eylem biçimlerinin gelişmesine yol açabilir. Bu bağlamda kamusal alanın protesto mekanı olarak kullanılması bir insan hakkı olduğu unutulmamalı, Korona tedbirleri dolayısıyla kullanılmaz hale getirilmemelidir.

Yaşadığımız COVİD.19’la mücadele deneyimi özel alandan kamusal alana birden geçileceği varsayımı üzerinden hareket edilmesinin, hem gerçekçi olmadığını, hem insanın yerelle ilişkilerinin yeniden tanımlanmasına olanak bırakmadığını göstermektedir. Bir çok ülkede Türkiye’den farklı olarak, karantina uygulamalarında, yaya mesafesindeki fırın dükkan ve manava yaya ulaşımı serbest bırakılmıştır. Bir tür her konutun çevresinde yarı özel oluşturulmuştur. Bu durumda yaya olarak yakın çevreyle maske takarak, sosyal mesafeye dikkat ederek pasif ve rasgele bir ilişki kurma olanağı açık tutulmuştur. Bunun yeni bir yerellik duygusunun pekişmesine katkı yaptığı düşünülebilir. Yarı özelin artan önemi, sadece salgın döneminde değil, aynı zamanda normal yaşamda büyük şehirlerin geleceği için önemli hale gelebileceğini düşünüyorum.

COVİD. 19’la mücadele kamusal olan her şeyi değiştiriyor. Bunun başında da kamusal kent içi ulaşım geliyor. Şimdiye kadar yaşadıklarımızın çok sınırlı değişiklikler olduğu söylenebilir. İnsanlık henüz iyimser senaryonun gerçekleşeceği beklentisi içinde olduğu için, önemli radikal bir değişiklik yapmadan, günü kurtarmaya çalışmakta radikal bir geri dönüşü beklemektedir. Bu arada hareketlilik en az da tutulmaya çalışılmakta, özel araba kullanımı, bisiklet kullanımı, yaya yolculukları artırılmaya çalışılmaktadır. Esas değişiklikler iyimser senaryodan umut kesildiğinde ortaya çıkacak.

VI-SON VERİRKEN: ŞİMDİDEN ÇIKMIŞ DERSLER VAR MI ?

Şimdiye kadar yaşadıklarımız COVİD.19’la mücadelede uygulanabilecek, iki farklı stratejiden hangisinin başarılı, hangisinin başarısız olduğunu netleştirdi. Bu stratejik tercihlerden biri sağlık sistemlerinin niteliğine ilişkindir. İki seçenek yarışmıştır. Seçeneklerden biri refah devleti kavramının yönlendirdiği sosyal sağlık sistemidir. Seçeneklerden ikincisi piyasa mekanizması kavramının yönlendirdiği parasal sağlık sistemi yaklaşımlarıdır. COVİD.19 deneyimi göstermiştir ki dünyanın en zengin ülkeleri bile eğer sağlık sistemleri parasal/pazar yönelimli ise, dünyanın günümüzdeki yüksek sosyal eşitsizlikleri altında büyük başarısızlıkla karşılaşmışlardır. Krize girmişlerdir.  Ama sosyal sağlık sistemi olan, çok daha düşük gelirli ülkeler, toplumdaki herkese ne kadar fakir olursa olsun, ücretsiz hizmet ve bakım verebilmişlerdir. Bu ülkede halk kendini güvende hissettiği için, devletin getirdiği karantina türü kısıtlamalara uyumu daha yüksek olmaktadır.

COVİD.19 pandemisi başladığında, bununla mücadele etmek isteyen devletler yarışan iki strateji arasından seçme yapıyorlardı. Bunlardan birincisi “sürü bağışıklığı” stratejisiydi, ikincisi ise “bulaşmayı minimuma indirmeye çalışmak” stratejisiydi. Yaşadığımız deney bize sürü bağışıklığı stratejinin gerisinde içinde insan bulunmayan bir ekolojik sistem mantığının bulunduğunu fark ettirmiştir. Ama yaşadığımız deneyim, içinde insan kayıplarına duygusal tepki duyan insanların bulunduğu bir toplumsal sistemde, sürü bağışıklığı sistemin çalışması için yeterli sürenin geçmesinin beklenemediğini göstermiştir. Bir toplumda kayıp artarak duygusal tepkiler yoğunlaşınca, “bulaşmayı en aza indirgeme stratejisini” uygulama zorunluluğunda kalınmaktadır. Deneyim bize gerçekte insanların oluşturduğu bir toplumda tek bir seçeneğin, bulaşmayı en aza indirgeme stratejisinin bulunduğunu göstermektedir.

COVİD.19 pandemisi deneyimimiz uzadıkça, onunla mücadele stratejimiz konusunda aldığımız derslerin sayısı artacaktır.