‘Yetmez ama evet’çilerin özrünü kabul etmek…

“Yetmez ama Evet”çi tutumun önde gelen isimlerinden Oya Baydar, Gazete Duvar’da yer alan bir mülakatında “Yetmez ama evet dedim, dersimi aldım” diyerek o günkü tutumuna ilişkin özeleştirel bir yaklaşım sergiliyor. Elbette özeleştiri bir erdemdir… İçten her özeleştiri takdire değerdir…Ama Baydar’ın özeleştirel tutumunun arkasındaki değerlendirme keşke sadece “iyi niyet” ve “sazanlık” gibi gerekçelerin ötesine inebilseydi. Baydar bu anlamda ne anlama geldiği tam anlaşılamayan “Türkiye”yi yeterince anlamamak tanıyamamak” gibi bir etkenden de söz ediyor. Baydar’ın tutumu elbette olumludur ama yönteme ve dünyaya bakışa ilişkin unsurları içeren bir özeleştiri duyana kadar bu yaklaşımlara “Yetmez ama evet” demek olanaksız… 

Okurların pek çoğunun hatırlayacağı gibi şair Haydar Ergülen de yakırn zaman önce benzer içerikte bir değerlendirme yapmış ve Ergülen’in sözleri sosyal medya üzerinden önemli bir tartışmaya da yol açmıştı. O tartışmalar üzerine “Yetmez ama Evet”çiliğin yöntemsel ideolojik bakış ile ilgili kaynaklarının neler olduğuna dikkat çekmiş ve bu alanlarda kayda değer bir özeleştiri olmadan “yetmez ama evet”ci tutumla hakiki bir hesaplaşma olmayacağının altını çizmiştim. Bu vesileyle Gazete Duvar’da yayınlanan yazımı hiç değiştirmeksizin tekrar okurların dikkatine sunmak istiyorum.   

‘Yetmez ama evet’çilerin özrünü kabul etmek… 

Şair Haydar Ergülen geçenlerde AKPye verdiği şartlı destekten dolayı pişman olduğunu ve kamuoyundan özür dilediğini belirten bir açıklama yaptı. Ergülen ayrıca aynı tutumu benimseyen pek çok kişinin de kendisi gibi pişmanlık ve özür dileme duygusu taşıdığını bildiğini söyledi. Ardından özellikle sosyal medya platformlarında bir tartışma başladı. Tartışmanın taraflarından biri Ergülen’in özeleştirel tutumunu -eğer gerçekten samimi ise- olumlu bulup desteklerken bir başka bölüm ise adeta “özrünü al başına çal!” olarak nitelenebilecek bir tutuma sahipler… Tartışmanın ilginç yanlarından biri de şu: Süreci temel çizgileriyle en başından itibaren doğru tahlil edenler; dolayısıyla AKP’ye uzaklıklarını korurken eski derin devlet artığı güçlere de hep mesafeli bir tutumu dillendirenler, bu özre daha yapıcı yaklaşırken, “asla affetmeyiz” tutumuna sahip olanların pek çoğunun geçmişte (bazıları hâlâ) şimdi bir bölümü AKP ile kol kola girmiş olan ulusalcı kanatta yer almış figürler olması… Yani tablo aşağı yukarı şöyle özetlenebilir: Yeni “yetmez ama evetçi”ler, yani ulusalcı zevatla uzun bir süre yan yana yürümüş olanlar; eski “yetmez ama evet”çileri affetmekte çok daha fazla güçlük çekiyorlar. Gerçekten ironik! Bu ironik tablonun elbette bir mantıksal arka planı var.

ESKİ ‘YETMEZ AMA EVET’ÇİLİĞİN YAPISAL TEMSİLCİLERİ! 

Yapısal “yetmez ama evet”çiliğin bir tarihsel, sınıfsal ve siyasal kökü var. Vitrinde M. Belge, D. Tarkan, O. Çalışlar, C. Çandar, O. Baydar vb. çok farklı kökenden gelen isimler yan yana görünse de işin esasında hepsi uzun bir süredir bu yapısal kökle organik olarak ilişkilenmiş, bu yapısal köke iltihak etmiş isimlerdir. Bu yapısal kök M. Belge’nin öncüleri arasında olduğu Birikim çizgisidir; yani “sol” liberalizmdir. Bu yapısal kökten kaynaklanan “yetmez ama evet”çilik yalnızca 2010 Anayasa referandumuna özgü olmayan yapısal ve süreklilik arz eden bir “yetmez ama evet”çiliktir. Yani onlarınki tekil bir hata değil; uzun yıllardır sistematik biçimde savundukları ve halen de savunmakta oldukları düşünce siteminin doğrusal ve tutarlı sonucudur. Gün Zileli’nin oldukça isabetli saptamasıyla bütün sol-sosyalizm, özgürlük ve demokrasi terennümlerinin üzerini kapatıp geriye kalana baktığımızda bu kesimin 1980’li yıllardan beri temel uğraşının herkesi merkez sağa çekmek olduğunu görürüz. Zira onlara göre, merkez sağ, emperyalizmle el ele vererek “ülkeyi geliştirecek ve demokratikleştirecek” tek güçtür… Bu kesim bu “teorik” yapısını koruduğu müddetçe her daim birilerini merkez sağa çekmeye çalışacak ve o birilerinden merkez sağa yöneliş konusunda olumlu bir sinyal aldıklarında bunu büyüteçle ve “demokrasi için büyük bir şans!” anonsuyla kamuoyuna yansıtmaya devam edeceklerdir, etmektedirler de… Bu kesimden de pişmanlık bildirenler yok mu? Başta M. Belge olmak üzere hemen hepsi… Ama şöyle: “AKP ilk döneminde iyiydi ve demokrasiyi temsil ediyordu. Zira o zaman merkez sağ politikalara yönelmiş ve küresel güçlerle iş birliği içine girmişti. Ama sonra malum şahıs döneklik yaptı ve bu çizgiyi tasfiye etti. Malum şahsa güvendiğimiz için pişmanız ve özür dileriz.” Sonra ne mi olur? Merkez sağa çekmek için başka bir partiyi gözlerine kestirirler ve bu partinin merkez sağ sinyali veren her davranışını “demokratikleşme için önemli bir imkân!” olarak kamuoyuna sunarlar ve ardından da yüksek sesle haykırırlar: “Yetmez ama evet!”

Nitekim bugün gözlerini CHP’ye dikmişlerdir ve mesailerinin en önemli bölümünü CHP’yi merkez sağ bir çizgiye -olmadı en azından merkez sağ içerikli bir ittifaka- çekmek yönünde harcamaktadırlar. Merkez sağ yapamadıkları AKP’ye karşı CHP’li ama merkez sağ içerikli yeni bir seçenek inşa etmek… “Akil adamlar” ile AKP yola getirilemedi bakalım “Ak saçlılar” ile CHP katılımlı ve merkez sağ programlı bir iktidar üretme stratejisi başarılı olacak mı? Hemen belirtelim ki gerek “Akil adamlar” girişimine katılan gerekse “Ak saçlılar” denilen isimler arasında bulunan her bir aydının böyle bir amaç taşıdığını iddia etmiyoruz. Ama her iki projenin de Türkiye de bir merkez sağ iktidar inşası amacı taşıdığı iddiamızda da ısrarcıyız…

YENİ ‘YETMEZ AMA EVET’ÇİLİĞİN YAPISAL TEMSİLCİLERİ! 

Yeni “yetmez ama evet”çilik ise “ulusalcı” denilen kesim tarafından temsil ediliyor. Ulusalcılık yeni ve yapay bir söylemdir. Arkasında eski (derin ve yüzey) devletin eski konum ve imtiyazlarını yitirmiş ya da yitirme tehdidi altında olan temsilcileri vardır. Bu kesimin soldaki yapısal kökleri ise “Aydınlık”çılıktır. Bu kesim sayesinde yeni “yetmez ama evet”çilik kendini sol, anti emperyalist, anti feodal, laik ve Atatürkçü olarak pazarlayabilme imkanına sahip olmuştur. Tek dertleri eski derin ve yüzeysel devlet yapısını ve dolayısıyla kendi “önemli” konumlarını koruyabilmektir. Eski kankaları ABD’nin icazeti ve eski politik hasımları AKP’nin marifetiyle ve FETÖ kumpası yoluyla tasfiye edildikleri için epeyce bir süre dış politikada ABD karşıtı, iç politikada ise koyu bir AKP ve FETÖ muhalifi olarak boy gösterdiler. Ta ki Erdoğan’ın Batı ile arası bozulup ABD bilgili ve FETÖ merkezli bir dizi operasyonla iktidardan alaşağı edilmek istenmesine kadar… Bu andan itibaren Erdoğan bu kesime yeniden yeşil ışık yaktı ve bu kesim de laik ve cumhuriyetçi söylemi uykuyu yatırarak Erdoğan’ın bu davetine sevinç naraları eşliğinde icabet etti. Artık AKP bu kesimlerce eksikleri olsa da “milli” bir güç olarak görülüyordu. Yani yakın zamana kadar eleştirdikleri eski “yetmez ama evet”çilerin yerine ikameyi ve AKP’nin yeni “yetmez ama evet”çileri konumunu “milli bir görev” telakki ederek kabul ediyorlardı.

‘YETMEZ AMA EVET’ÇİLİĞİN GEÇİCİ TEMSİLCİLERİ! 

Bu iki yapısal, kronik ve iflah olmaz “yetmez ama evet”çiler dışında bir de konjonktrel -geçici nedenlerin tazyikiyle “yetmez ama evet”çi olanlar vardı. Konjonktürel-geçici etkenlerin ilki solun ve sosyalizmin ülke ve dünya düzeyince yaşadığı kriz ve yarattığı hayal kırıklığıydı. Bu hayal kırıklığı soldan ve sosyalizmden özgürlükçülük kaygısıyla liberalizme; bağımsızlık ve bütünlük kaygısıyla ulusalcılığa doğru bir kaçış yarattı. Bu kaçışı kolaylaştıran ikinci etken ise baştan beri Türkiye, 1960 sonrası için ise dünya solu ve sosyalizminin sınıf perspektifi açısından zayıflığı ve devrimci ya da darbeci bir anti emperyalizm- anti feodalizm bilinci ile barışçı parlamenter yolla demokrasiyi geliştirerek bilincinin sol tabanda çok daha güçlü olmasıydı. Bu iki koşulun bir araya gelmesi bu tür savrulmaları kolaylaştırdı. Özellikle de son on yılda yaşanan gelişmeler dünya ve Türkiye’de bu kez tam tersi yönde yani kapitalizm içi seçenekleri ve yöntemleri itibarsızlaştıran etkiler yaratmaya başladı. Dolayısıyla bu gelişmeler Türkiye’de de iki uçtaki “yetmez ama evet”çiliğin altını oymakta ve daha sol-sosyalist arayışları da yeniden gündeme taşımakta…

YANİ… 

Yanisi şu: İki kesim arasında fark vardır ve dolayısıyla bu iki kesime yönelik tutum da aynı olamaz. Birincilerin -yani ulusalcı ya da liberal kanadıyla yapısal ve süreğen “yetmez ama evet”çilerin -pişmanlığı ya da özrü kural olarak kabahatlerinden daha kötü olmaktadır. Çizgilerini köklüce değiştirmedikleri müddetçe aksi de mümkün değildir. Bu çizgi dahilinde yapılan pişmanlık ve özür açıklamalarının esasa ilişkin bir önem ve anlam ifade etmediğini defalarca gördük.

Fakat bu demek değildir ki, yapısal “yetmez ama evet”çilerle hiçbir koşulda hiçbir iş yapılmaz. Bu konuyla ilgili bir başka yazımda belirttiğim gibi “siyasette dün önemlidir ama bugün belirleyicidir. Dün karşıt cephelerde olduğunuz güçlerle bugün şu ya da bu nedenle aynı önceliklere sahip olabilirsiniz: O zaman hem güvenmemeyi hem de aynı öncelikler dahilinde birlikte hareket etmeyi başarmak zorundasınız. Bu geçici ve taktik bir tercihtir.

Ama ikinci kesimden gelen her samimi pişmanlık ve özür stratejik ve ilkesel anlamda değerlidir. Özürden sonraki süreçte de bu arkadaşları düşünsel ve pratik olarak yanımızda ve omuz omuza görmek istiyoruz. Ama sorun yalnızca bu da değil, hatta en önemlisi de bu değil… Sol ve sosyalizm adına siyaset sahnesinde bulunanlar bu misyonu layıkıyla yerine getirebilmek için temelinde sınıf perspektifi olan ama yanı sıra hem özgürlükler hem de enternasyonalist bir yurtseverlik alanında güçlü ve inandırıcı bir program, söylem ve eylemle siyasal hatlarını inandırıcı biçimde güçlendirmek zorundadırlar. İşte o zaman bu birliktelik çok daha önemli ve uzun vadeli olacaktır ve bizler de rahat rahat “Evet ve de Yeter!“ diyeceğiz.