Fransız Devrimi’nde Şiddet ve Devlet

Fransız Devriminin Fransa’dan başlayarak önce Avrupa’yı, ardından da dünyanın geriye kalanını köklü bir şekilde değiştirdiğine dair iddia siyaset yazınında oldukça popülerdir. Makale içerisinde daha ayrıntılı bir içerikle ele aldığımız üzere bu teze ciddi itirazlar da yapılmıştır. Bu bağlamda Devrim’i geçmişten bir kopuş gibi değil, geçmişi geleceğe aktaran siyasal ve tarihsel bir itiş olarak da görmek mümkündür. İster sürekliliği isterse devamlılığı vurgulayalım, her halükarda Devrim bir takım özgünlüklere sahiptir. Özellikle şiddeti ahlaki yenilenmenin enstrümanı haline getirecek olan terör dönemi ile terör aracılığıyla toplumu nesneleştiren Jakoben hizip oldukça önemlidir.

Jakobenizm bir kulüp olarak politik anlamda kalıcı olamamıştır. Devrim özgürlükçü içeriğinden arınıp mutlakıyet ve savaşın meşrulaştırıcı öğesi haline geldikçe Jakoben kadrolar da bahsi geçen irtifa kaybından nasibini alarak çözülmüşlerdir. Ancak devrimci bir ideal tip olarak Jakobenizm kendisinden sonraki her devrimci kadroyu doğrudan bir şekilde etkileyen büyük bir tarihsel efsaneye dönüşmüş durumdadır. Bu bağlamda makalenin amaçlarından bir tanesi de hareketin tarihsel gerçekliğinin önüne geçmiş mitik öğeleri yapısöküme uğratarak Jakobenizme ve Devrim’i nesnel bir zeminde tartışabilecek tartışma iklimini yaratabilmektir.

Bahsi geçen soruşturmanın zorunlu bir durağı olarak bir terör ve şiddet tartışması yapılacaktır. Genel olarak Fransız Devrimi, özel olarak ise Jakoben hizibin iktidarı dönemindeki terörün savunusu ve eleştirisini ele alan tezlerin karşılaştırmalı bir analizinden çıkan sonuç oldukça önemlidir. Şöyle ki, şiddetin yoğunluğu ve istikameti Devrim içerisindeki demokrasi ve meşruluk tartışmalarını önemli ölçüde etkilemiştir. Bu olası etkiye referansla rahatlıkla denilebilir ki, Devrim’in istikrarlı bir anayasal demokraside değil de, emperyalist bir Sezar rejiminde kendini sönümlendirmesi tesadüfi sayılamaz. Cumhuriyetin düşmanlarına yönelmiş terör, cumhuriyeti yok edecek olan araçsal aklın Devrim’e hakim olmasını sağlayan bir mekanizmanın güçlenmesine de yol açmıştır.

DEVRİMLER ÜZERİNE

Devrim astrolojiden siyaset felsefesine aktarılmış bir kavramdır. Yıldızların dünyasında döngüsel hareketlere devrim denirdi (Arendt, 2012: 54; Öztürk, 2014: 47). Peki, siyasal varlıklar ve olayların dünyasında ne anlamaya geliyor devrim? Mesela devrim tarihi kesen veya yeniden kuran, eşi benzeri olmayan bir olay mıdır? Tikel bir olay evrensel bir içerikte yeniden yorumlandığında, sonraki nesiller ona kurucu bir nitelik atfettiğinde mi devrim gerçekleşmiş oluyor? Tocqueville’nin Fransız Devrimi üzerine yorumu devrimle evrensellik arasındaki ilişkiyi olumlayan önemli bir hatırlatma. Yazara göre Fransız Devrimi aslında Fransa’yla çok da ilgili bir olay değildir. Çünkü Devrimin bir vatanı yok. Sadece başladığı bir yer var. Fransız Devrimi evrensel insana hitap eden bir eylem. Tocqueville eylemin yapılma ve algılanma biçiminde dinsel yanın ağırlıklı olduğunu düşünüyordu (Tocqueville, 2004: 59-62; Öztürk, 2014: 47). Düşünürün bu yorum konusunda yalnız olduğu da söylenemez. Pareto da benzer bir kanaati dile getirir. Ona göre devrim alt sınıflar arasındaki kardeşliğin dinsel bir coşku şeklinde açığa çıkan haline karşılık gelmekte (Parero, 2005: 38; Öztürk, 2014: 47).

Tocqueville ve Pareto örneklerinde karşımıza çıktığı üzere devrimin dinsel bir içeriğe sahip olduğu iddiası tartışılmaya değer nitelikte. Özelikle bu meseleye liberal-muhafazakar bir ideolojik konumdan yaklaşan pek çok kişi için sadece devrimler değil, Jakobenizm, Anarşizm ve Marksizm gibi devrimci ideolojiler de dinsel nitelikte. Peki, bu iddia ne kadar gerçeği yansıtıyor? Politikayla teoloji arasında en seküler düzeyde bile pek çok bağ olduğu tezi yeni değil. Bu nedenle bir olayın siyasal niteliğiyle dinsel niteliği iç içe geçebilir. Ama devrimlerdeki sosyolojik durumu iman, inanç ve kutsallık gibi kavramlarla açıklanabilecek bir içerikle ele almak siyaset ile din arasında kopmaz nitelikte bağlar olduğunu söylemekten öte bir anlama geliyor. Çünkü tekil bir olay tümel bir olaya dönüştüğünde, tarihin bir anı tarihin her anında devam edecek şekilde bir süreklilik veya evrensellik kazandığında bahsi geçen olay ya da anın Mesihleşmesi gibi bir süreç de işlemeye başlıyor. Bu bağlamda devrimlerde dinsel bir yan vardır. Örneğin Fransız Devrimi sadece bir olay değil, kutsallaşmış bir olay kabul edilebilir. Devrim tartışmaları özelinde kutsal tanrı kutsal millete tercüme edilmiş, dini kutsallık seküler bir düzlemde kendini yeniden üretmiştir (Ozouf, 1998: 262-272).

Tabii devrimlerin çıtası bu denli yüksek tutulduğunda, yani devrim evrenselliğe ve kutsallığa özdeş kılındığında hangi olayın devrim olduğu sorusu hemen her zaman askıda kalıyor. Belki de bu nedenle bütün devrimler başarısız. Çünkü eylem ne kadar önemli olursa olsun evrensellik ve kutsallık bir yerden sonra sönümleniyor.

Devrimleri tarihsel ve sosyolojik bir vaka olarak incelemeye kalktığımızda karşımıza çıkan tablo da oldukça dikkat çekicidir. Öncelikle devrimle her hangi bir ayaklanma arasındaki fark hakkında bir şeyler söylemek gerekiyor. Skocpol bu soruya yanıt verirken toplumsal devrim ve toplumsal olmayan devrim kavramlarını kullanır. Ona göre toplumsal devrim sınıf ayaklanmalarının siyasal dönüşümlere yol açmasıyla meydana gelen bir durumun adıdır. Toplumsal devrimler siyasal yapıyı değiştirir. Yeterince toplumsallaşmayan devrimler ise siyasal sistemde kalıcı izler bırakmazlar (Skocpol, 2004: 25-8). Düşünüre göre devrim kuramlarıyla devrimlerin tarihleri arasında ciddi bir boşluk vardır. Genelde biriyle ilgilenen diğeri hakkında yeterince bilgi sahibi olmaz. Bu arada devrimlere yönelik tarihsel sosyolojik niteliği ağır basan ikincil el kaynakların sayısı devasa boyutlara ulaşmış durumdadır. Bu nedenle bir kuramı kanıtlamaya doğru eldeki ampirik veriyi işlemenin ve devrimlere dair anlamlı sonuçlara varmanın bazı yapısal sınırları olduğunu söylemek yanlış olmaz (Skocpol, 2004: 15-7).

Düşünür kendi devrim kuramını ortaya koyarken bir dizi hususa daha değinir. Devrimlerin yapısal bir şekilde açıklanması yerinde olur. Bu bağlamda devletle devrim arasındaki ilişki oldukça önemlidir. Skocpol için her devrim aslında bir devlet krizinden doğar. Devletin krize girmesi ise sadece ulusal-toplumsal yapıyla ilgili değildir. Devrimi incelerken uluslararası krizle devrimci kriz arasındaki ilişkiye değinmek gerekir (Skocpol, 2004: 28, 53, 72). Uluslararası kriz devleti zayıflatarak devrimci bir kalkışma için gerekli kuluçka sıcaklığını sağlayabilir. Fransa, Rusya ve Çin’deki devrimleri analiz eden düşünür, bu üç başarılı devrim örneğinde devrimci eylemin önemli ölçüde uluslararası durumdaki meydan okumalarla şekillenen siyasi krizlerin sonucunda söz konusu olduğunu söyler (Skocpol, 2004: 101). Tam bu noktada rejimin halk üzerindeki baskı kapasitesine ve rejimle sınıflar arasındaki siyasal sosyolojik ilişkinin mahiyetine dair bir hatırlatma yapılabilir. Skocpol kitlelerin sistem karşısındaki rahatsızlıklarının devrimci bir birikmeye yol açtığına dair daha çok toplumcu bir çizgide dile getirilen tezi zayıf bulur. Devletin topluma baskı yapması ve devlet ile toplum arasındaki ilişkinin giderek bir siyasal yabancılaşma ilişkisine dönmesi devrimci dönüşüm için yeterli değildir. Geçmişte ve bugünde pek çok baskıcı rejim herhangi bir isyanla karşılaşmadan siyasal varlığını korumaktadır çünkü. Demek ki kitleler tatmin olmazsa dahi devlet devrimci bir meydan okumayla karşılaşmayabilir. Devletle sınıflar arasındaki ilişkilerde de benzeri bir griflik söz konusudur. Skocpol devletin potansiyel olarak özerk olduğunu kabul eder. Bu özerklik hem egemen hem de ezilen sınıflar bakımından geçerlidir. Devlet el koyduğu kaynakları egemen sınıfa tahsis etmek yerine kendi özerkliği için kullanabilir. Rejimin popülizmle olan ilişkisine göre değişmekle birlikte alt sınıflara önemli ölçüde kaynak da aktarılabilir. Tabii özerkliğin düzeyi tarihin o anındaki konjonktür tarafından belirlenir (Skocpol, 2004: 74-8). Bu belirlenme hali pek çok şeyle birlikte devrimci olasılığı realize eden gelişmeler dizisini de etkiler.

FRANSIZ DEVRİMİNİN TARİHSEL ARKA PLANI

Devrim öncesi dönemle ilgili tarihsel sosyolojik bir inceleme Fransız Devriminin oluşum ve sönümlenme süreçlerini anlamamızı bir hayli kolaylaştırır. 1789’a doğru giderken Fransız monarşisinin aşırı yüklendiği gerçeğinin altı çizilebilir öncelikle. Hem İngiltere gibi bir donanma hem de Prusya gibi bir ordu isteyen Fransız monarşisi ülkeyi iflasın eşiğine getirmiştir. Avrupa’nın egemen gücü olma isteği sonucunda girilen sayısızca savaş devlet kaynakları tüketmiş, Etat Gereaux’un toplanmasına yol açan sosyal-ekonomik krizi derinleştirmiştir (Skocpol, 2004: 113, 125, 130). Tabii Devrimle sonuçlanan toplumsal bunalımdan tek başına kraliyeti sorumlu tutmak gerçekçi bir açıklamaya karşılık gelmez. Monarşiye paralel bir şekilde aristokrasinin durumu ve tarımın örgütlenme şekli hakkında da söz söylemek gerekir. Devrim öncesi Fransa ile ilgili en bilinen tespitlerden biri aristokrasinin konumuna yönelik olacaktır. Fransız aristokrasi İngiltere örneğinden farklı olarak kapitalistleşmemiştir. Aristokratlar gelirlerinin ezici bir kısmı mülk ve köylü kaynaklıdır. Ayrıca bu tespit sadece aristokrasiyi değil burjuvaziyi de kapsar. Çünkü Devrim öncesi dönem Fransız burjuvazisi sermaye biriktirip kapitalizmi derinleşmesine katkı sunmak yerine elindeki kaynakları devlet memurluğu, soyluluk unvanı ve toprak satın almaya ayırmayı tercih etmekteydi. Sonuç itibariyle burjuvazinin aristokratlaştığı, aristokratların ise asalaklaştığı bir düzen vardı Fransa’da (Skocpol, 2004: 111, 121; Moore,2003: 71,73-4).

Soyluların kapitalizm ve ticarete mesafeli bir tutum takınmaları bir ölçüde feodal kültürden kalan kültürle açıklanabilir. Ancak kraliyetin mutlaklaşma yönünde attığı adımların bu sürecin şekillenmesinde önemli ölçüde pay sahibi olduğu gerçeği de unutulmamalıdır. Şöyle ki kral zamanla soyluların elindeki yönetsel ve yargısal yetkileri ortadan kaldırmış, aristokrasinin toprak sahipliğinden kaynaklanan feodal iddiasını törpülemiştir. Bu sürecin paralelinde ise aristokrasi orduda ve kilisede yoğunlaşan bir yüksek burjuvazi halini almıştır. Kraliyet soyluların merkeze kafa tutacak nitelikte bir ekonomik temel kazanmalarını istememiştir (Moore, 2003: 82-3). Monarşi aristokrasiyi toprağını terk edip başkentte oturmaya zorlamış, onu eşit düzeyde hem feodal geçmişten hem de kapitalist gelecekten uzak tutmaya çalışmıştır.

Monarşinin aristokrasiye karşı yürüttüğü bu etkisiz hale getirerek merkeze bağlama stratejisinin Devrim Fransa’sındaki pek çok olayın şekillenmesine ciddi bir şekilde katkısı vardır. Şöyle ki, aristokratlar ekonomik açıdan zayıfladıkça arazileriyle ilgilenmemeye başladılar. Üretim köylülerin ve kiracıların eline geçti. Ayrıca Fransız köylüsü Devrime giden süreçte de facto bir mülkiyet hakkına kavuşmuş durumdaydı. Senyöre karşı kişisel bağımlılıktan kurtulan ve sattığı emek çok değerli hale gelen köylü kitlesi üzerinde siyasal kontrol mekanizmalarından kaynaklanan aristokrasi baskısı ise devam ediyordu (Moore, 2003: 73-4). Bu durum köylü sınıfında aristokrasiye karşı nefretin yoğunlaşmasına yol açtı. Kralı Etat Gereaux’u toplamaya zorlayan ve Tabakalar Meclisi içerisinde kağıt üstünde bariz bir ağırlığı olan aristokrasinin burjuvazi karşısında hızla mevzi kaybetmesi olgusu köylülerin aristokratların arazi ve mülklerine saldırmasıyla yakından ilgilidir. Köylülerin aristokrasiyi hedef alan eylemlilikleri burjuvazinin liderliğini kolaylaştıran tarihsel koşulları yaratmıştır. Bu bağlamda bir diğer mesele ordunun konuma yönelik olacaktır. Aristokrasinin yüksek bürokrasiye dönüştüğü ve ordunun subay kadrosu içerisinde ciddi bir ağırlığa ulaştığını daha önce dile getirmiştik. Ordu ile aristokrasi arasındaki bu özdeşlik devrimin kaderini iki şekilde belirledi: Öncelikle kralın orduyu kullanarak devrimi bastırması aristokratlar tarafından engellendi. Çünkü en azından Tabakalar Meclisinin toplanma sürecinde aristokrasi monarşinin sınırlandırılması yönünde bir iradeye sahipti. Devrimin ilerleyen süreçlerinde ise soylu sınıf köylüler ve burjuvaziler tarafından yıpratıldıkça bu yıpranmadan ordu da nasibini aldı. Devrimci dönüşüme ciddi bir ordu müdahalesinin olmaması önemli ölçüde bu çözülmeyle ilgilidir.

DEVRİMCİ AN VE JAKOBENİZM

Moore’a göre yakın dönem dünya tarihindeki modernleşme hikayeleri üç patika içerisinde somut bir içeriğe bürünür: Bu patikalardan ilki İngiltere, Fransa ve ABD’nin başını çektiği burjuva devrimleri geleneğidir. İlgili gelenek kapitalist demokrasiyle sonuçlanan tarihsel gelişmeleri içerisinde barındırır. İkinci önemli tarihsel-sosyolojik patika Alman ve Japon modernleşmesinde karşımıza çıkan kapitalist ve gerici dönüşüm biçimidir. Moore’a göre aynı zamanda başarısız burjuva devrimlerine karşılık gelen bu ikinci gelenek faşist bir modernleşme perspektifi ortaya koyar. Bir de komünizmle sonuçlanan köylü devrimleri vardır. Rusya ve Çin gibi ülkelerin devrimci yönelimleri üçüncü patikayı karakterize eder (Moore, 2003: 21-3, 481).

Fransız Devrimi Moorecu kavramlaştırmanın ilk patikası içerisinde değerlendirilebilecek bir olaydır. Devrimin patlak vermesine yol açan eylemlilik zincirinin başı ise 1788’de aristokratların talebi doğrultusunda kralın 1614’den beri toplanmayan Tabakalar Meclisini toplantıya çağırması olarak görülebilir. Bu meclisin Devrime de damgasını vuran asıl önemli kısmı Üçüncü Tabakadır. Vergi mükellefleri arasından seçilen Üçüncü Tabaka üyelerinin ağırlıklı bir bölümü burjuva sınıfı kökenliydi. Bu grubun temel isteği keyfi mutlakıyet rejimi yerine hukukun üstünlüğünü önemseyen anayasal bir sistemin kurulmasıydı. Aristokratların bir kısmı ile düşük rütbeli din adamlarından da destek alan Üçüncü Tabaka vergi ve toprak düzenindeki eşitsizliklerin giderilmesini talep ediyor, aristokrasiye karşı imtiyazsız bir siyasal yapıdan yana tavır koyuyordu (Lefebvre, 2005: 102-4). Üçüncü Tabakanın reform isteyen bu siyasal konumuna yönelik olarak Kralın tavrı ise olumsuzdu. Kral reformcu ve yurtsever kimliğiyle bilinen dönemin başbakanı Necker’i görevden aldı. Bunun üzerine Paris’te hoşnutsuzluk daha da arttı. Belediye öncülüğünde kurulmuş milis kuvvetlerinin varlığı (Milli Muhafız Alayı) siyasal gerginliğin şiddete dönüşeceğinin işareti olarak okunabilir. Ayrıca olası bir ordu müdahalesine karşı kentte halk barikatları kuruldu. 14 Temmuz’da Paris halkının kraliyetin simge hapishanesi Bastille’e saldırıp kaleyi almasıyla devrimci durum daha da somut hale geldi (Rude, 1966: 99-100).

Bastille’nın düşmesi daha sonra savaş ve terör nedeniyle yoğun bir şekilde şiddet sarmalına teslim olacak Devrimdeki ilk ciddi sokak hareketiydi. Sokak hareketlerindeki yaygınlaşma Devrimi giderek kontrol edilemez bir niteliğe sokacaktır. Şöyle ki, Üçüncü Tabakanın aristokrasi ve ruhban sınıfına karşı kendisini Ulusal Meclis (Konvansiyon) ilan etmesiyle başlayan yeni hukuk ve siyaset düzeni aynı zamanda bir sürüklenişin tarihi olarak da okunabilir. Çünkü Devrimin başlarında yeni bir düzen talebinde bulunanların ağırlıklı bir kısmı 1791 Anayasasında somut bir içeriğe büründüğü üzere anayasal bir monarşiyi yeterli görmekteydi. Ancak devrimci durum 1791’de çerçevesi çizilen sınırlı monarşi idealinin çok ötesine doğru ivme kazandı.

Devrim sürecindeki bu önü alınamaz sürüklenişin iki tane temel nedeni vardır: Bu unsurları sırasıyla yoksulluk ve savaş olarak görebiliriz. Yoksulluk devrimi her defasında daha istikrarsız bir kerteye doğru radikalleştiren bir katalizör güç olarak iş görmüştür. Özellikle Baldırıçıplak kitlenin Devrim sürecinde oynadığı rol yoksul kitlelerin Paris özelinde Devrim Fransa’sında ne kadar etkili bir konuma ulaşabildiğini gösterir. Antikapitalist tavırlarıyla ön plana çıkan Baldırıçıplakların devrimci eylemselliği süreci kendi sonuna, yani askeri bir diktatörlük rejimine doğru evriltmiştir (Moore, 2003: 140; Arendt, 2012: 76; Öztürk, 2014: 47). Bu hareketin Rousseaucu bir hassasiyetle halk egemenliğinin bölünmezliğine yaptıkları ısrarlı vurgu ve halk iradesini bireyler karşısında aşkın bir kolektif irade olarak tanımlama gayretleri (Sewell, 1997: 102-6) tasfiyeleri kışkırtıp şiddeti daha da yoğunlaştırmıştır.

Devrimci sürüklenişte bir diğer neden savaştır. Savaşın devrime etkisi yoksul kitlelerin sokak hareketleriyle yaptığı etkinin çok üstündedir. Fransa’nın devrim savaşlarını başlatmasıyla birlikte tarihsel seyrin ağırlıklı noktası devrim olmaktan çıkarak savaşa dönüşmüştür (Skocpol, 2004: 349). Savaş konusundaki mutabakat ise ilgi çekicidir. Devrim karşıtı Kral ile devrimci Ulusal Meclisinin ağırlıklı bir kısmı Fransa’yı bir devrim fetihçisine dönüştürecek olan savaş ilanını desteklemiştir (Furet, 2013: 106, 189; Öztürk, 2014: 48). Jirondenler savaş ilanını bir dizi nedenle son derece olumlu görmüşlerdir. Bu nedenlerden ilki yurtseverlik hislerinin savaş aracılığıyla güçlendirilmesi ve bu yolla devrimci rejimin toplum üzerindeki itibarının daha sağlam temellere oturtulmasıdır. Ayrıca savaşın kralı zayıflatacağı ve ekonomide canlandırıcı bir etki yaratacağı umulmuştur. Kral ise savaşın Devrimi yıpratarak ülkedeki kaos ortamını daha da derinleştireceği kanaatindeydi. Savaş tarafı çoğunluk karşısında Robespierre’nin başını çektiği küçük bir grup ise savaşın Devrim Fransa’sı için yaratacağı tehlikelere dikkat çekiyordu. Robespierre savaşı Devrime yönelik bir komplo olarak görüyordu. Çünkü savaşta başarılı olunsa dahi Devrim zarar görecekti. Savaştaki olası bir başarısızlık ülkeyi işgal edilme riskiyle karşı karşıya bırakacak; savaşın kazanılması ise Sezarizm tehlikesini gündeme getirecekti (Ağaoğulları, 2006: 256-8, 262-3; Öztürk, 2014:48).

Savaşın seyrinin Devrim üzerine etkisini Jakobenizm meselesini parantez içine alarak tahlil ettiğimizde karşımıza ironik bir tablo çıkar. Şöyle ki, savaşı hararetli bir şekilde destekleyen kesimler, özellikle de Kral ve Jirondenler, askeri yenilgilerin yarattığı panik ortamında önce siyasi güçlerini, ardından ise hayatlarını kaybetmişlerdir. Savaş olağanüstü koşulları, olağanüstü koşullar ise Jakoben iktidarını ve onun terörünü ön plana çıkarmıştır. Bir süre sonra ise tam tersi yönde bir etki ağır basmaya başlamıştır. Dışarıda yenilgilerin yerini zaferler aldıkça, içeride ise olağanüstü koşullar düzeldikçe Jakoben hizbe olan ihtiyacın azaldığı, Devrimi bir sezara teslim edecek koşulların olgunlaşmaya başladığı görülür. Bu son hatırlatma bağlamında Robespierre’nin haklı çıktığı söylenebilir. Mutlak monarşiyi yıkan Devrimin savaşın katalizör güç olduğu bir ortamda imparatorluk rejimiyle sonuçlanması tesadüfi değildir (Öztürk, 2014: 48).

Devrim tartışmasını derinleştirirken Jakoben kulübü için ayrıca bir tartışma açılması yerinde olur. Çünkü bu kulübün Devrinin radikalleşmesine ciddi ölçüde bir katkı sunduğu açıktır. Kulüp bugünkü siyasi partilere benzer bir işlevle donatılmış halka açık bir cemiyettir. Tabii Jakoben kulübünün halka açık olması Jakobenlerin düşünme ve eyleme tarzları üzerindeki ezotorik-Masonik örgütlenme biçiminin etkisini zayıflatmaz (Maintenant, 2005: 15-6, 82-3). Kulüp üyelerinin ağırlıklı bir kısmı burjuvazi kökenlidir. Pek çok üye aynı zamanda Mason localarına da üyedir. Her bilgiden herkesin haberdar olmamasını olağan karşılayan ve bir meseleyi ele alırken komployu temel düşünme momenti haline getiren bakış açısı Jakobenler arasında popülerdir. Dahası standart Jakoben davranış tarzı ulusu bölünmez bir siyasi bütün olarak görerek çoğulcu demokrasi algısına karşı tekçi bakışı ön plana çıkarmaktadır. Farklı düşünme ve örgütlenme arzusunu Devrime karşı girilmiş bir komplo ve (veya) ulusal irade karşısında hizipçilik şeklinde değerlendiren Jakoben siyaset temsili demokraside temsilcilerin rolünü aşırı şekilde vurgulayan bir anlayışı da karakterize eder (Furet, 2013: 90-1; Heater, 2007: 31; Öztürk, 2014: 49).

Jakobenlerin iktidar pratikleri de en az kendileri kadar tartışmalı bir içeriğe sahiptir. Çünkü son kertede Jakoben iktidar bir tür olağanüstü hal rejimidir ve ülkeyi terör aracılığıyla yönetmiştir. Jakoben iktidarın Devrime hükmetmeye başladığı 1793 başlarında köylülerin başını çektiği ve giderek daha fazla alana yayılmış bir karşı-devrim tehlikesi içeriden, açılan savaş sonucu alınan askeri yenilgilerin yarattığı vahim tablo ise dışarıdan rejimi tehdit etmekteydi. Gelinen nokta itibariyle ülke işgal edilme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Ayrıca başkent ve ordu açlık çekiyordu. Vahşet boyutuna varmış terör Devrim Fransa’sını kurtarmak adına isyancı köylülere, zengin burjuvaziye, rahiplere ve hatta sokak hareketine saldırdı. Terör ülkeyi olağanüstü durumdan çıkarmada o kadar başarılı olmuştu ki Jakoben iktidarına olan ihtiyaç ortadan kalktı. Robespierre’nin göz altına alınıp idam edilmesiyle sonuçlanan sürece Paris’ten, özellikle de Baldırıçıplak kitleden ciddi bir tepki gelmemesi devrimci terörün yarattığı bu yeni durumla ilgiliydi. Terör çılgınca bir kan dökme istediğinden değil devrimci koşullar ve savaşın yarattığı yönetim sorunlarından kaynaklanmıştı. Uygulayanlar dahil olmak üzere her türlü devrimci özne üzerinde bıraktığı etki ise yılgınlıktan ibaretti (Skocpol, 2004: 351-6, 360; Maintenant, 2005: 113, 125, 136; Furet, 2013: 191; Arendt, 2012: 119; Hobsbawm, 1989: 128; Baker, 2001: 49; Moore, 2003: 129, 140-2; Öztürk, 2014: 50).

Terörün kaçınılmazlığını yapısal bir düzlemde ortaya koyan bu açıklamada belli ölçüde bir haklılık payı olduğu açıktır. Ancak terörle olağanüstü koşullar arasındaki bağlantının tarihsel gerçekliliğine yönelik ciddi itirazlar da söz konusudur. Jakobenlerin iktidara geldiği dönemde Devrim Fransa’sının pek çok zorlukla boğuştuğu söylenebilir. Ama Robespierre’nin 1794 Baharında başlattığı büyük kıyım devletin, toplumun ve Devrimin geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde kendini toparladığı bir konjonktürde gerçekleşmişti. Karşı devrim ve savaşta yenilgi tehlikelerinin göreli olarak azaldığı bir ortamda binlerce insan giyotine gönderilmiştir (Furet, 2013: 103, 191-2; Öztürk, 2014: 50). Bu nedenle terörün nesnelliği söylemine genişçe bir rezerv koyup terörün ulaştığı boyutları Devrimci gruplar ve hatta Jakoben kulübün içesindeki çekişmeler bağlamında daha öznel nedenlerle açıklamak yerinde olabilir. Şöyle ki aynı zamanda ahlaki bir topografyaya da karşılık gelen Ulusal Meclisteki dağ-ova karşıtlığı Jakoben hareket içerisinde farklılaşma ve bölünmeyi ciddi ölçüde etkilemiştir. Meclisin yukarı sıralarında oturan dağ kadroları Jirondenler olarak bilinen ılımlı kanat Jakobenlerle mücadele içerisine girmiştir. Başlıca temsilcisi Brissot olan Jironden hizip cumhuriyetçi yönleri ağır basan bir anayasal monarşiden yana tavır almıştı. Kralın yargılanması ve idamına giden süreçte Jakobenlerin sertlik yanlısı kısmı, yani Montanyarlar (Dağlılar) çok açık bir şekilde idamı desteklemiş, Jirondenler ise kralın idamını engellemeye çalışmışlardır. Kralın idam kararı Konvansiyon’da onaylandıktan sonra Dağlı grup Ulusal Meclis içerisinde hakim pozisyona geçmiştir. Jakobenlere atfedilen terör dönemi önemli ölçüde Jakoben hareket içesindeki bu Dağlı grubun eseridir. Jakobenlerin siyasi muhaliflerine yönelik temizlik hareketi Kulüp içi bölünmeler bağlamında değerlendirildiğinde asılında Dağlı grubun kendisi dışındaki her hizbi tasfiye ettiği görülür.

Tartışmayı kapatmadan önce birkaç hatırlatma daha yapılabilir. Öncelikle Konvansiyon’daki tek grup Jakobenler olmadığı gibi, dönemin en radikal devrimcileri de Jakobenler içerisindeki Dağlılar değildir. Danton, Herbert ve Marat gibi devrimcilerin üyesi olduğu Cordeliers Kulübü başlangıcından itibaren cumhuriyetçi fikirlere olan bağlılığı ve Fransa’nın da cumhuriyete geçmesi konusundaki ısrarı nedeniyle radikal akımın başlıca temsilcisi halini almıştır (Hammersley, 2004: 468-472). Bu kulübün üyelerinin terör döneminde Dağlılarla birlikte hareket ettiği ve Devrim düşmanlarına karşı yaygın ve genel bir şiddet dalgasını körüklediği söylenebilir.

Bir diğer mesele Jakoben terörüne yönelik halk desteğidir. Dickens’ın İki Şehrin Hikayesi’nde başarılı bir şekilde betimlediği Devrim yılları Paris’i halkın idamlar karşısındaki arzu dolu halini gözler önüne serer. Giyotinin ölümü endüstrileştrdiği koşullarda halk kitleleri toplu ölüm ayinlerini desteklemiştir. Charles Taylor’un Benjamin Constant’a dayandırarak yaptığı değerlendirmeyi burada yenilemek gerekir. Aslında Jakoben yönetimin yaptığı şey intikam isteyen halkın önüne terör yoluyla kurbanlar koymaktan öte bir anlam taşımamaktaydı. Ayrıca mesele halkın süreçteki hızlandırıcı etkisiyle alakalı değildir sadece. Thermidor örneğinde açıkça görüldüğü üzere dönemin diğer aktörlerinin de Jakoben terörüne destek verdiği, Robespierre iktidardan düştükten sonra ise bu desteği yok sayarak tüm suçu Jakobenlerin üzerine attığı söylenebilir. Terörün sorumluluğun aslında kime ait olduğu noktasında Jakobenlerin başına gelen şey bir tür günah keçisi haline getirtme veya şeytanlaştırmadır (Taylor, 2005: 135-7; Furet 2013: 113; Öztürk, 2014: 50-1).

Terörün Devrimin demokrat ve hümanist içeriğini kalıcı bir şekilde tahrip ettiği gerçeğini de yürüttüğümüz tartışma içerisinde ele almalıyız. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik sloganlarıyla yola çıkan Devrimci umut Jakobenlerin kör şiddeti altında politik meşruluğunu yitirmiş; devrimcilerin kullandıkları şiddet yoğunlaştıkça Devrim de inandırıcı ve insancıl bir şey olmaktan çıkmıştır (Pareto, 2005: 34; Öztürk, 2014: 50).

Bu durumun biri Devrim’in kendi tarihi bakımından Fransa için kısa erimli, diğeri de devrimler tarihi bakımından tüm insanlık için uzun erimli iki sonucu olmuştur: Öncelikle şiddeti ahlakileştiren devrimci dil antik mirasla modern siyaset arasında bağ kurulmasın güçleştirmiştir. Yurttaşlık, yurtseverlik, erdemli siyaset, ortak iyi ve yasaların hakimiyeti gibi kavramlar Fransız Devrimi konjonktüründe yenilenerek modern siyaset içerisinde bir kazanıma dönüşmekten çok yozlaşarak amorf bir niteliğe kavuşmuştur. Robespierre’nin toplumu sürekli korkunu yarattığı elverişsiz sosyal-psikolojik koşullar altında her bir bireyin hem özne hem de yurttaş olarak kişiliksizleştiği bir toplumdur (Baker, 2001: 49-50; Heater, 2001: 131-2; Arendt, 2012: 110, 117, 156; Furet, 2013: 119; Öztürk, 2014: 51).

Jakoben şiddet kültürünün bir diğer olumsuz etkisi daha sonraki devrimlere yöneliktir. Özellikle Bolşeviklerle Jakobenler arasındaki paralellik oldukça belirgindir. Kızıl Ordu’nun komutanı ve Bolşevik Devrimi’nin başlıca liderlerinden biri olan Trotskiy Kautsky’a yönelik eleştirisinde devrimin olağanüstü koşullarının şiddeti gerekli kıldığını, bu nedenle adil yargılanma ve bağımsız mahkeme gibi burjuva prosedürleriyle vakit harcamayacaklarını açıkça dile getirmiştir. Lenin’in şiddet eylemlerine verdiği destek de benzeri bir soruna gebedir. Lenin’in proletarya adına kurduğu diktatörlük Robespierre’nin erdemli yurttaşlar adına kurduğu diktatörlüğün kopyası gibi iş görmüştür (Trotskiy, 2008: 109; Arendt, 2012: 34; 50).

DEVRİMİN MUHASEBESİ VEYA SONUÇ YERİNE

Devrimin sonuçlarını tartışırken öncelikle değişmeyen şeyler hakkında konuşmak yerinde olur. Çünkü genel kanı Devrimin Fransa’dan başlayarak tüm dünyayı kalıcı ve radikal bir şekilde değiştirdiği yönündedir. Oysaki siyasete bakış noktasında Devrim öncesi ile Devrim süreci arasında ciddi bir fark yoktur. Aralarındaki sayısız ayrıklığa rağmen Üçüncü Tabaka’nın Kurucu Meclis halini aldığı ilk durumdan Napolyon iktidarına kadar Devrim yanlılarının ağırlıklı bir kısmı mutlakiyetçi bir siyaset anlayışına sahip olmuştur. Mutlak kralın yerini mutlak millet almış, iktidarı özgürlük adına sınırlamaya dair modern eğilim Devrimci rejimde kendisine yer bulamamıştır. Fransız Devrimi öncesinde de sonrasında da temel mutabakat noktası genel iradeyi bölünmez gören Rousseaucu bakış açısıdır (Arendt, 2012: 95, 98, 100, 207, 240-1; Öztürk, 2014: 48).

Merkezileşmeye doğru modernleştirici etki bakımından da Devrim öncesi ile Devrim sonrası dönem arasında yapısal bir devamlılık vardır. Bu bağlamda rahatlıkla denilebilir ki Devrim yeni bir Fransa yaratmamış, yalnızca hukuksal durumla gerçek durum arasındaki makas farkını kapatmıştır (Kılıçbay, 2004: 14-6; Furet, 2013: 39; Öztürk, 2014: 48). Bu tezin kanıtlanması noktasında birkaç hususun altı çizilebilir: Öncelikle siyasi kargaşanın gündelik hayata etkisi sınırlıdır. Devrimin en hararetli günlerinde dahi Fransa’nın büyük bir kısmında hayat olağan akışı içerisinde devam etmekteydi. Ayrıca Devrimin aristokrasiye ve kiliseye vurduğu darbe nedeniyle toplumsal düzeni köklü bir şekilde dönüştürdüğü iddiasına ihtiyat payıyla bakmak gerekir. Mutlak monarşi zaten aristokrasiyi zayıflatmış; bu zayıflamaya paralel bir şekilde köylüler serflikten çıkıp mülk sahibi bir sınıf haline gelmiştir. Kiliseyi güçten düşüren adımlar ise Avrupa’nın geriye kalan bölgelerindeki sekülerleşme süreçleriyle uyumludur. Kilise Devrimden bağımsız bir şekilde zaten gerilemekte; toplumda ruhban sınıfa yönelik saygı azalmaktaydı (Tocqueville, 2004: 33-5, 54-5, 78-9, 301-2; Öztürk, 2014: 48-9). Sonuçta Devrim öncesi Fransa’daki kültürel doğrultu tıpkı Devrim sonrası dönemde olduğu üzere aydınlanmacı bir içeriğe sahipti.

Fransız Devrimini yenilikçi kılan asıl unsurun burjuvazinin konumu olduğu tezi de tartışmalıdır. Baldırıçıplak’lar örneğinde görüldüğü üzere kent lümpenleri ve tabii ki devasa bir ayaklanma dalgasını yöneten köylü sınıfının Devrim içerisindeki ağırlığı burjuvalardan farklıdır. Ayrıca daha önce değinildiği üzere Fransız burjuvazisinde bürokratik ve (veya) aristokratik bir role bürünmeye yönelik eğilim oldukça güçlüydü. Bu nedenle bahsi geçen sınıfın kendine özgü bir kimliği olduğunu söylemek oldukça zordur. Burjuvazi içi bir türdeşlikten de söz edilemez. Büyük burjuvazi ile küçük burjuvazi arasındaki farklılık çoğu kez politik karar ve uygulamalara verilen desteği etkileyecek düzeyde fazladır. Mesela büyük burjuvazi serbest piyasadan, küçük burjuvazi ise tıpkı köylüler ve kent fakirleri gibi devlet müdahalesi ve kontrolünden yanaydı (Kılıçbay, 2004: 11-2; Öztürk, 2014: 48). Ortak bir çıkarı ve kimliği olmayan burjuvazinin Devrim’i burjuva devrimi haline sokacak kadar etkili olduğunu düşünmek bu nedenle oldukça zordur.

Tabii eski düzen ile yeni düzen arasında pek çok paralelliğin olması ve Devrim’i bir sınıfla ilişkilendirmek noktasında ortaya çıkan karışıklık Devrimle gerçekleşen tarihsel dönüşümü önemsizleştirecek şekilde bir söylemi benimsememize yol açmamalıdır. Her şeyden önce biz yapılanı nasıl değerlendirirsek değerlendirelim o dönemin devrimcileri kendi eylemlerine büyük bir anlam yükleme eğilimdeydi. Devrim pek çok özneyi oldukça radikal ve geri dönüşü olmayacak bir şekilde etkilemiştir (Furet, 2013: 43, 60; Öztürk, 2014: 49). Cumhuriyetin kendisini milat olarak gören bir bakış açısıyla takvim çıkarıp zamanı yeniden örgütlemeye çalışması devrimcilerin Devrimden ne denli yoğun bir şekilde etkilendiklerinin göstergesi niteliğindedir. Ayrıca Devrim Tocqueville’nin dediği gibi çok az şeyi değiştirdiyse neden devrimci pratiklerin bir süre oldukça popüler olduğu sorusu yanıtlanmaya muhtaç hale gelir (Furet, 2013: 26, 50; Öztürk, 2014: 49).

Fransız Devriminin Fransa’dan başlayarak dünya tarihinde yarattığı kırılmayı daha iyi bir şekilde anlayabilmek için Charles Tilly’in Avrupa devletlerinin oluşum hikayesi üzerine yazıklarına ayrıca bakabiliriz. Bilindiği üzere Tilly savaşı ve savaşa hazırlık süreçlerini devlet oluşumu bakımından belirleyici bir konumda görür. Devletlerin örgütsel biçimleri Avrupa’nın farklı bölgelerinde farklı rotalar izlemiştir. Bu rotalar sırasıyla zor-yoğun, sermaye-yoğun ve sermayeleşmiş zor şeklinde gruplandırılabilir. Fransa İngiltere ile birlikte zor ile sermayenin birlikteliğini ön plana çıkaran bir devlet biçimine sahiptir (Tilly, 2001: 39-40, 107, 117). Tarihsel sosyolojik patikaları gruplayan ve Fransa’yı zorun sermaye birikimi için kullanıldığı bir rotaya koyan Tilly zor aygıtı yaratmanın ve savaşı kazanmanın giderek daha pahalı hale geldiği gerçeğinin de altını çizer. Ona göre zor aygıtının gelişim ve uzmanlaşma eğilimi uzun bir konjonktür içerisinde olgunlaşmıştır. Bu bahsi geçen uzun konjonktür içerisinde Fransız Devrimi ulusallaşma döneminin kurucu olayına karşılık gelir. Çünkü Devrim’le birlikte ulusal orduya geçiş tamamlanmış, mali araçlar devletin idari yapısı tarafından kontrol edilebilir hale gelmiştir. Yine bu bağlamda Devrim aracılara başvurarak yönetim, yani dolaylı yönetimin yerini doğrudan bir yönetimin almasını sağlayan siyasal sıçramayı mümkün kılmıştır (Tilly, 2001: 57, 62-4). Ayrıca bu dönemde eğitimin ulusallaşması, standartlaşması ve laikleşmesi yönünde ciddi bir reform taslağı hayata geçirilmiştir. Bahsi geçen taslak laik ve modern Fransa’nın temellerinden biri sayılabilir (Palmer, 1985).

Fransız Devriminin öncülük ettiği ulus devlet yaratma süreci özel ordular ve silah taşımayı popüler olmaktan çıkarmış, feodaliteden kalan son unsurları da ortadan kaldırarak şiddet tekelinin hemen tümüyle devletin eline geçmesini sağlamıştır. Ulus devlet inşasının bir yönü halkın silahsızlandırılması ve güçlü ulusal ordular kurulmasıysa, diğer yönü de tek biçimciliği ön plana çıkaran ve merkezden yapılan düzenlemelerin giderek yaygınlaşmasıdır. Şüphesiz ki bu dönüşüme güçlü bir şekilde itiraz gelmiştir. Makale içerisinde ayrıntılı bir şekilde ele alınan terör uygulamalarının ağırlıklı bir kısmının taşrada çıkması tesadüfi değildir. Karşı devrimci isyanların ağırlıklı bir kısmı aynı zamanda federalist yanı ağır basan kalkışmalardı. Rejimin uyguladığı şiddet ise merkezi yereli ezmesi gibi bir anlama gelmektedir (Tilly, 2001: 126-7, 187, 191, 197-8).

Tüm bu tartışmalar neticesinde Fransız Devriminin kapitalizmi geliştiren bir bürokratik devletle sonuçlandığı söylemek yanlış olmaz (Skocpol, 2004: 307, 341). Jakobenlerin bu sonuca etkisi ise sınırlıdır. Bu kulübün Devrimin inşası ve savunusu noktasındaki katkısı önemli kabul edilebilir. Ama Jakobenler Devrim Fransa’sını uzun süreli bir şekilde etkileri altına alamamışlardır. Ayrıca Jakoben yönetim tarzının bizati kendisi Devrimi tehlikeye sokan bir içeriğe sahiptir. Kralın yerine ulusu koyan Jakobenler (Moore, 2003: 118) mutlakiyetçi zihniyetin yeni rejim içerisinde devamına katkı sağlamış, çoğulcu bir demokratik kültürün yerleşmesini engellemişlerdir.


AĞAOĞULLARI, Mehmet Ali (2006). Ulus Devlet ya da Halkın Egemenliği, Ankara: İmge Yayınları.

ARENDT, Hannah (2012). Devrim Üzerine, Çev: Onur Eylül Kara, İstanbul: İletişim Yayınları.

BAKER, Keith Michael (2001). “Transformation of Classical Republicanism in Eighteenth-Century France”, The Journal of Modern History, Vol. 73, No: 1, ss. 32-53.

HAMMERSLEY, Rachel (2004). “English Republicanism in Revolutionary France: The Case of The Cordelier Club”, Journal of British Studies, 43 (4), ss. 464-481.

HEATER, Derek (2007). Yurttaşlığın Kısa Tarihi, Çev: M. Delikara Üst, Ankara: İmge Yayınları.

HOBSBAWM, Eric J. (1989). Devrim Çağı, 1789-1848, Çev: Jülide Ergüder ve Alaeddin Şenel, Ankara: V Yayınları.

FURET, Fronçois (2013). Devrim’in Yorumu, Çev: Ahmet Kuyaş, Ankara: Doğu Batı Yayınları.

LEFEBVRE, Georges (2005). The French Revolution, Çev: Elisabeth Moss Evanson, London: Routledge.

KILIÇBAY, Mehmet Ali (2004). “En gerçek senaryo”, Eski Rejim ve Devrim, Çev: Turhan Ilgaz, Ankara: İmge Yayınları, ss. 9-18.

MAINTENANT, Gerard (2005). Jakobenler, Çev: İsmail Yerguz, İstanbul: İletişim Yayınları.

MOORE, Barrington (2003). Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, Çev: Şirin Tekeli ve Alaeddin Şenel, Ankara: İmge Yayınları.

OZOUF, Mona (1988). Festivals and the French Revolution, Trans: Alan Sheridan Cambridge, MA: Harvard University Press.

ÖZTÜRK, Armağan (2014). “Devrim, Jakobenizm ve Özgürlük”, Bibliotech 20, ss. 48-53

PALMER, R. Robert (1985). The Improvement of Humanity: Education and the French Revolution, Princeton, NJ: Princeton University Press.

PARETO, Vilfredo, (2005). Seçkinlerin Yükselişi ve Düşüşü, Çev: Merve Zeynep Doğan, Ankara: Doğu Batı Yayınları.

RUDE, George (1966). The Crowd in History: A Study of Popular Disturbances in France and England, 1730-1848, New York: John Wiley & Sons.

SEWELL Jr., William H. (1997). Work and Revolution in France: The Language of Labor From the Old Regime to 1848, Cambridge: Cambridge University Press.

SKOCPOL, Theda (2004). Devletler ve Toplumsal Devrimler, Çev: S. Erdem Türközü, Ankara: İmge Yayınları.

TAYLOR, Charles (2005). Modern Toplumsal Tahayyüller, Çev: Hamide Koyukan, İstanbul: Metis Yayınları.

TILLY, Charles (2001). Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, Çev: Kudret Emiroğlu, Ankara: İmge Yayınları.

TOCQUEVILLE, Alexis de (2004). Eski Rejim ve Devrim, Çev: Turhan Ilgaz, Ankara: İmge Yayınları.

TROTSKIY, Lev (2008). Terörizm ve Komünizm, Karl Kautsky’a Yanıt, Çev: Onur Koyunlu, Ankara: Epos Yayınları.