Zamanımızın disiplinler arası bir çalışma alanı olan toplumsal hafıza, tarih -bilhassa siyasal tarih- çalışmaları bakımından son derece zengin bir kaynak. Bunun temel sebeplerinden biri, öznesi belirsiz yaşanmışlığın reelliği ile resmi ideolojiyle süslenmiş tarih yazımı; vaka ile onun dökümü arasında belki de asla doldurulamayacak, her zaman politik ihtimallere gebe bir boşluğa yerleşmesiyle ilgilidir. Diğer deyişle, toplumsal hafızanın kıymeti, gerçeklik ile onun yazımı arasında öznelere ve öznelliğe yer açabilmesinden, tarihçinin seçip kayda geçirdikleri dışında deneyimin gerçek sahiplerine söz verebilmesinden, dahası o güne kadar suskun kalmış ya da kalmak zorunda bırakılmış kesimlerin hikayelerini yazabilmesinden gelir. Bu muazzam çalışma alanı, gücünü yalnızca yeni ve duyulmamış hikayelerin gün yüzüne çıkmasından almaz, aynı zamanda bizi hatırlama ve unutuşun güç ilişkileri içindeki pozisyonuna da çağırır. Bu yöndeki çalışmalar, mütehakkimler ile tarihsel hakikate yönelik bilgi arasındaki korelasyonlara, iş birliklerine ve çelişkilere işaret eder. Hafızanın patikası, deneyimin ve ondan artakalanın bir seçme ve yerleştirme işlemine tabi tutulmasına, en başından ayrıcalıklı sayılanlarla tahakküm altında tutulan anılara, tanınan ve kayda geçirilenlerle birlikte henüz hesaba katılmamış, yazılmamış bir tarihin özneleri arasındaki gerilime çıkar. Bir bakıma hafıza çalışmaları, hegemonik söyleme karşı epistemolojik mücadele verebilecek, şimdiye kadar ilgiye mazhar olamamış/es geçilmiş öteki anlatılara epistemik itibar kazandıracak bir potansiyele sahip görünür (Medina, 2011).
Ne var ki, toplumsal hafızanın aklımızda tutmamız gereken Janusvari bir yüzü var: o henüz dile dökülemeyeni, hakkında “konuşulamayanı” da içeren heterojen bir deneyim alanı olduğundan, bastırılanı ve onun günün birinde (ne şekilde?) geri döneceğini barındırır. Sosyal bilimlerin kimi zaman fazlasıyla otantiklik/sahicilik yüklediği bu hafıza biçimi, öngörülemeyeni dışa vurma potansiyeliyle kendisine yorulan keşifleri sunabileceği gibi, daha en baştan melankolik bir yadigâr olarak anlamlandırılma ve adlandırılmayı bekleyen anıların manipülasyonuna da açık olabilir. Karşılaşma ve yüzleşmeler oranında resmi tarihe kafa da tutabilir, aynı meşrepten dolayı yönlendirilen bir zemine de kayabilir; siyasetin değişen ihtiyaçlarıyla seçilen ve saf dışı bırakılan anıların, travmaların, kayıp ve yaraların aşırıyorumlanışına ve buradan kurulan özdeşleşme ve denkliklere savrulabilir. Zira toplumsal hafıza, yalnızca öykülerin öznelerarası aktarımıyla değil, sistematik olarak tasnif edilen imgeler ve onların tekrarlarıyla, ritüellerle, etrafında birleşilen simgelerle, uygun bulunan mitlerin kullanıma açılışıyla, daha önemlisi onları üreten anlam mekanizmalarıyla da inşa edilir. Kaldı ki, hatırlama ve unutuşun kendisi, çoğunlukla toplumun bizatihi müzakere ettiği bir yöntemle değil, geçmişin şimdinin lehine ayıklanışıyla gelir. Bu, deneyimin geçmişle birlikte bugünün perspektifiyle anlamlandırılmasından ve onunla gelen atıflardan, yüceltimler ve indirgemelerden bağımsız değildir. Toplumsal hafıza, kendiliğinden, ayrıksı ve aşkın değildir, her zaman toplumsal söyleme içkin olan bir yönü vardır.
İşte bugün tam da bu noktada bir başvuru noktası olarak karşımıza sağ kanattaki popülist söylem ve onun payandasını sağlayan hafıza stratejisi çıkıyor.[1] Toplumsal hafızanın yüzünü şimdiye döndüğü yerde bulunan bu söylem, politik ihtiyaçları doğrultusunda şimdiki zamanın tertibini geçmişe, ama tarih yazımının rasyonalitesinden azade duygusal-heyecansal bir retorikle süslediği nostaljik bir geçmişe dönerek gerçekleştiriyor. Avrupa’daki sağ milliyetçi muhafazakârlığın yükselişe geçişinden ABD’de Donald Trump’ın dengesiz ve dezenformasyonla beslenen siyasetine, İngiltere’deki Brexit hareketinden Recep Tayyip Erdoğan’ın temsil ettiği Türkiye’deki otoriterleşmeye dek, hepsindeki ortak yön her birinin kendine özgü koşullar içerdiği popülizm ve onun bilhassa geçmiş, şimdi ve geleceği birbirine teyelleme yöntemidir: geçmişin nostaljik yüceltimiyle eşgüdümlü olarak, şimdiki zamanın idealize edilmiş bir maziye referansla manipülasyonu. Kaybedildiği varsayılan gücün teminini mitik bir maziyle sağlamaya, geçmişin tazminini bugünün içinde elde etmeye çalışmak, hatta bugünü geçmişle harmanlarken toplumsal hafızayı her zaman gıdıklamaya müsait komplolorla süslemek, en azından adını yukarıda andığımız siyasi iktidarların popülist söyleminde içeriliyor.
Öte yandan bugün “nasıl bir siyasal alan?” sorusunu dert edinmiş herkesin yine ve yeniden üzerine kafa yorduğu bir mesele olan popülizmle toplumsal hafıza arasındaki ilişkiyi konu alan bu makalenin, mevcut siyasal iktidarın söylemini “popülist” olarak ele alması fazla aceleci bulunabilir.[2] İşlerin karıştığı nokta da esasen burası; geçmişten bugüne ne olduğuyla birlikte nelere kadir olduğuna halen net karar verilememiş bir gri bölgede yer alan popülizm, içerdiği tehlikeler, içine çektiği tuzaklar, milliyetçilik ve otoriterleşmeyle bağları kadar, güncel sol siyasetin yaygınlaşma çabalarında pozitif anlamda kimi “acaba”ları da içerecek şekilde farklı pozisyonlarda ele alınıyor. Dolayısıyla popülizm derken, kavramsal olarak başka başka “popülizmler”den bahsediliyor[3]. Çoğu zaman çatışmacı siyaset ya da kavga jargonunda diğerine yüklenebilecek bir itham/olumsuz bir sıfat olarak kullanılan popülizm (Mudde, Kaltwasser, 2007) nasıl işlediğiyle birlikte daha derinde ne olduğuna ilişkin bir yorumlama alanında kalıyor; onu konu edinirken siyasi bir stratejiden mi, bir ideolojiden mi, bir gelenekten mi yoksa bir retorikten mi bahsediyoruz sorusunun tek bir cevabı yok.
Bu makalenin amacı popülizmin ne olduğunu tartışmak değil, ona en uygun tanımı bulmak hiç değil. Yine de, popülizm derken metodolojik olarak neyden bahsettiğimiz önemli. Farklı kavramsal çerçeveler içinde ele alınmasına rağmen, popülizmin uygulamadaki kimi benzerlikleri, onun en basitinden -ve en azından- kimi biçimsel özelliklerini haritalandırabilmemize olanak sağlıyor. Her şeyden önce, popülizmin halkın örgütsüz arzusunu hemen yerine getirmekle ilgili bir vaadi var; buna “doğrudanlık” da diyebiliriz: halkın istek ve temennilerini ertelemeksizin ve bürokratik dolayımların çıkmazına girmeksizin yerine getirmeyi, seçilen liderle özdeşleşmiş bir iktidarla vazediyor. Demokrasinin işlemesine “engel” olan kurumların ya da hukuki enstrümanların “angaryasını” halkın taşımasına gerek olmadığına ve kamusal beklentilerin “hemen, şimdi” tatbik edilmesine yönelik şiarı, asıl gücün devlette değil, halkta olduğu fikrini yaratıyor: Halktan uzaklaşmış siyaset için halka yakınlaşma olasılığı olarak da görülen bu doğrudanlığın neden bir tür illüzyon olduğu ise, “nasıl bir temsil?” sorusunda düğümleniyor. Popülizmin konuyla ilgili tartışmalarda kabul edilen ikinci özelliği ise, elitizme yönelik husumet beslemesi veyahut onun karşıtı olduğunu ima etmesi. Doğrudan demokrasi koşullarını kurumsal hamallıklarla olanaksız kılan iktidar seçkinlerine karşı, demokrasinin gerçek sahipleri olarak artık vesayet kabul etmeyecek halk arasında kurulan zıtlık, popülizmin -kimi zaman içinde radikal bir siyaset potansiyeli barındırdığı da düşünülen- ana göstergesi. Dolayısıyla popülizm, ister bir ideoloji isterse tüm ideolojilere sızabilen bir siyasi üslup olsun, en temelinde “temsil”e ilişkin bir önermeye sahip, dahası bu önermenin kendisine yönelik bir ikna yöntemi.
Buradan hareketle bu makale, popülizmin nasıl bir toplumsal hafıza inşa ettiğini, temsil meselesi üzerinden okumayı öneriyor: günümüzün popülist söylemi, neden toplumsal hafıza üzerinden mobilize oluyor? Her ikisini de buluşturan temsil, yapısal bir ortaklığa mı işaret ediyor? Birbiri ardına dizilmiş (kimi zaman da hizalanmış) anıların kronolojisinden ziyade, geriye dönüşlü olarak anlam kazanan toplumsal hafıza ve geçmişle ilişkisi eklektik olduğu kadar, mitik/imgesel bir düzlemde yer alan popülist söylemin temsil önerisi bir araya geldiğinde ne oluyor? Buradaki maksat, özgüllük ve farklılıklarıyla birlikte, popülizmin bir söylem biçimi olarak toplumsal hafıza stratejisinin genel hatlarını ortaya çıkarma girişimi; şimdiki zamanı ve güncel deneyimi geçmişe atıfla anlamlandırmaya, organize etmeye çalışan bu söylemin hafıza üzerindeki taktiklerini deşifre etme çabası.
Toplumsal Hafıza ve Popülizm: Temsil Sorunu ve Çetrefilleşen Sorular
O halde popülizm ve toplumsal hafızayı birleştiren sorudan, popülizmin toplumsal hafızayla birlikte kendi söylemini yükselten konumundan; temsilden başlayalım. İster siyasal isterse de sosyo-kültürel düzlemde olsun, temsil her şeyden önce bir vekalet ilişkisine dayanır. En basit anlamıyla, bir şey, diğerinin yerine geçmek suretiyle onu mevcut ya da görünür kılar. Mevcudiyet kazandırma, halihazırda bulunan bir özün ya da özsel bir niteliğin birebir karşılığını veren ya da onu devralan bir “doldurma” işlemi değildir, bilakis temsil kendindeki ikame işleviyle, temsil ettiği neyse ona içerik kazandırma gücünü de kendinde barındırır. Bu, bizi temsilden önce temsil edilenin ontolojik olarak var olmadığı ya da onun yokluğa varlık kazandırdığı sonucuna doğrudan götürmez (ki teolojik anlamda imge ya da ikonun temsili düzlemde böylesi bir işleve sahip olduğu da düşünülebilir); temsil edilenin ancak dilin içinde, imgeler/semboller/kavramlar vasıtasıyla anlam kazanarak bir mevcudiyet olarak tanındığına[4], böylelikle de toplumsal ve kültürel olarak dolaşıma girebildiğine delalet eder. Bu durumda “temsil, dil vasıtasıyla bir anlam üretimidir” (Hall, 1997;16). Ve hemen akabinde kolektif bir anlam üretimidir ya da ortak bir yaşam alanını paylaşanlar tarafından dünyaya anlam kazandırma biçimi. Benim kim olduğum, ne istediğim sorusu, temsilin anlam evrenine girdiğimden itibaren, bir arada yaşadığım insanlar -ve dolayısıyla benim- için karşılıklılık içeren bir suale dönüşür. Kültürü, niyetten bağımsız, yapılandırılmış bir dil/söylem içinde öznelerarası “paylaşılan anlamlar” (Hall, 1997) dizgesi olarak ele almak böyle mümkün olur.
Bu tanımla ilerleyeceksek, temsil her şeyden çok hafızanın işleyişi için gereklidir. Zira anlamlandırmanın kendisinden bağımsız olmayan hatırlama, neredeyse her zaman kolektiftir; kendime özgü varsaydığım bellek bile mütemadiyen diğer öznelerin anılarıyla, en basitinden bana dair onlarda kalan izlerin, sahnelerin ya da yer tutan öykülerin dile gelişiyle şekillenir. Belleğimde mesken tutamamış anılar ya da herhangi bir ulama yerleşemeyen tortular diğerinin anımsayışıyla tamamlanır, anlamlandırılır, onun sözünde kurulur. Böylelikle hafıza, başkasının deneyimini tanımayla birlikte gelir; onu dinlemek ve daha önemlisi ona itimat edebilmekle. Teslim alındığı ölçüde temsil edilebilen hatırlamada kolektife açılan yer, temasın kaçınılmazlığıdır. “Hafızamızın diğerlerininkinden yardım alabilmesi için, diğer hafızaların bize tanıklıklarını sunması yeterli değildir: hafızamızın diğerlerinin hafızalarıyla uzlaşmaya son vermemiş olması ve bize anımsattıkları hatıranın ortak bir temel üzerine kurulabilmesi için aralarında yeterince temas noktası bulunması gerekmektedir” (Halbwachs , 2017;20). Bir tür öznel depo olmanın çok daha fazlası olan hafıza, toplumsal grubun paylaşımlarıyla, deneyimlere yüklenen kolektif anlamlarla zamansallaşır. Bir geri çağırma ve yeniden kurma işlemi olarak hafıza, belirli bir gruba yerleşmeyi ve aidiyet biçimlerini beraberinde getirir. O halde bunu iki türlü de yorumlamak mümkün: Toplumsal kimlikler bir tür zamansallaştırma (hafıza) yoluyla kurulur ya da deneyimin zamansallaştırılması/tarihselleştirilmesi, kimlik kazanmanın bir yoludur. Temsil, öznenin kendi tarihini ya da yaşanılan (kimi zaman acı verici) deneyimleri bir olayörgüsünün içine yerleştirebildiği ve böylelikle bir öykü kurabildiği simgeselleştirmeyi[5] olanaklı hale getirdiği ölçüde, geçmiş bir anlatının içinde zamansallaşır, bir rabıta ya da düğüm olarak iş görür. Bu sayede özne toplumsal yaşamda konumlanır, hafızanın haritasından pozisyon alır, temsilin sağladığı kerteriz noktasıyla ötekileri konumlar.
Bu noktaya kadar anlattıklarımızdan, toplumsal hafızanın -ve benzer şekilde öznel tarihin- yalnızca temsili düzlem içinde mi varlık kazandığı anlaşılmalı? Dahası bu manzara, deneyim ve zamanın ancak dil içinde mi mevcut olduğunu, temsilin (veyahut dilin) sınırları dışında kalanların mevcut sayılmayacağını mı bize söylüyor? Şayet gerçekliğin yalnızca dilin içinde sembolik bir alan olarak kurulmadığına ya da toplumsallığın tümüyle söylemin eseri olmadığına, dilin kuşatıcılığını aşan ve hatta nizamı bozan boşlukların açığa çıktığına ihtimal veriyorsak, o zaman temsilin mevcudiyet ile kurduğu alengirli ilişkiye; belki de onun kendi antagonizmasına dair ikinci durağa geliriz. Temsilin sembolik işleyişindeki mevcudiyet, aynı zamanda “orada ve şimdi bulunan” ile “şimdi orada bulunmayanı” eş zamanlı olarak içerdiğinden, temsil edilenle onu temsil eden asla aynı ve/veya özdeş olamayacaktır; temsil edilen ve temsil eden arasında her zaman kapanamayacak bir mesafe ya da boşluk kalır. Anlam/anlamlandırma tam da bu mesafeyi örtmeye, aradaki boşluğu dikmeye yarar ve katmanlaştıkça bu yarık görünmez kılınmaya çalışılır -neredeyse bilinçdışı bir kuvvetle. Dilin her şeyi kapsayamayacak, yaşadığımız dünyaya tümüyle karşılık veremeyecek, bu nedenle de öznede her zaman gösterenin ötesinde bir fazlanın kalacak oluşu, temsilin daha en başından itibaren eksikli yapısına bizi gönderir. Özne ile gösteren arasındaki yarık asla kapanmaz ve temsil tam da vekaleten “orada bulunmanın” ima ettiği gibi, ontolojik bir namevcudiyeti içerir. Ancak mevcuda geldiği anda namevcudiyeti eş zamanlı olarak beraberinde getiren bir sistem olarak temsilin eksikli doğası, aynı zamanda onun varlık nedenidir de. Zira özneler için bu eksik, aynı zamanda içine yerleşebilecekleri bir boş alan, anlam ve yeniden anlamlandırma için bir mahal sunar ki temsil bu sayede devamlılık kazanır. Özetlemek gerekirse; temsil, aslen kendi yapısal başarısızlığının sonucudur.[6]
Temsili, varlık-yokluk rejimi olarak değil, bir tür “eksiklik-fazlalık” diyalektiği içinde düşünürsek, o zaman toplumsal hafızanın neden kendinde tamamlanmamış olduğunu açıklayabiliriz. Bireysel hafıza boyutunda bu, her zaman aktarım ve karşı-aktarımlarla, duygular ve duygulanımlarla, bilinç kadar bilinçdışı süreçlerle birlikte işler ve renklenir. Toplumsal hafıza ise, kendisine bırakılan ya da taşımak zorunda kalınan mirasın kültürel göstergelerini -bir bakıma kolektif olarak kurulmuş anlatının düğüm noktalarını- kimi zaman bir işaret levhası gibi takip ederek, kimi zaman da bunları aşmanın yollarını araştırma çabası olarak, halihazırda temsil edilemeyene dair bir anlam kazandırma arayışıdır. Asıl mesele de burada başlar: Toplumsal hafıza temsilin kendi yapısal başarısızlığını baştan kabul eden bir stratejiyle, başka bir deyişle hafızanın boşluklarını kayıp anlatıların dile gelişi adına kullanan bir temsil anlayışıyla şekillenebileceği gibi, travmanın yeniden canlandığı her noktada, boşlukları o toplumda yer etmiş imgeler ve onları kuşatan mitsel anlam katmanlarıyla, çoğu zaman idealizasyonların devreye girdiği hegemonik söylemle de donatabilir. İlki geçerli olduğunda temsilin yapısal eksikliği, farklı öykülerin müdahil olabilmesine, anlatıya “başkalığın” eklemlenebilmesine izin verir. Temsilin açtığı boşluk, aynı zamanda öznenin, öznelliğin, farklı kolektif anlatılar ve anlamlandırma araçlarının içine yerleşebileceği ve türetilebileceği bir alandır; karşı-hafızayı da yüzleşme mekanizmalarını da olası kılan budur. Öznenin bir kimliği benimsese dahi ona sabitlenmediği, onu sorguladığı, dahası yeni bir aradalık hallerini aradığı diyalojik bir kamusal alan ihtimalini çoğaltan bir hafızadır bu…. Duygulanımın ötesinde rasyonel yargıya ve tartışmaya açık olan bu anlamlandırma düzeyinde temsilin yapısal eksikliğini -namevcudiyeti ya da temsil edilemeyecek olanı- hesaba katan toplumsal hafıza, bir tür başını geriye çevirme jestidir; sıfır noktasından başlamanın değil, geride bırakılan ne varsa onu işlemenin, ama onu da adilane paylaşabilmenin olanağı olarak etiğin potansiyelini sunar.
Peki, ikincisi geçerli olduğunda, toplumsal hafızanın inşasına “namevcudiyet” varsayılmaksızın kalkışıldığında ne olur? Tarih tümüyle sembolik bir referans noktası sunsa da, toplumsal hafıza imgesel bir pozisyonda muhafaza ettiği travmanın gediklerini, mevcut söylemin temsil rejimine müracaat ederek kapatabilir. Böyle bir durumda, “grupların, geniş insan topluluklarının ve resmi kurumların, geçmişi değişen ihtiyaçlara hizmet edecek şekilde nasıl seçtiği ve yorumladığına dair bir çalışma” (Thelen, 1989) olarak da formüle edilebilen toplumsal hafıza, ötekinin diline başvurmaksızın salt şimdiki zamanın gereksinimlerine göre tanzim edilebilir. Bugün gelinen noktada bu boşlukların, popülist söylem tarafından kapatıldığı ya da toplumsal hafızada travmatik olanın açtığı deliklerin bu buluşma vasıtasıyla sağaltıldığı ortaya atılabilir. Bunun yalnızca Türkiye’de değil, Avrupa, ABD ve Latin Amerika’daki sağ partiler için de geçerli olduğunu söylemek mümkündür: geçmiş, toplumsal hafızadaki mitsel bakiye üzerine oynayan, eski husumetleri canlandıran, ayrımcı ve ayrıştırıcı bir tarih okuması ile milliyetçi-muhafazakâr bir dil içinde yeniden üretilmektedir. Öte yandan bunun yeni olmadığı da söylenebilir. Popülizmin tarihle olan teşrik-i mesaisinde sık sık kendini belli eden paranoid retorik, 19. yüzyıldan bu yana uluslar ya da farklı siyasi cenahlar arasındaki söylencelerin ve komplo teorilerinin canlandırıldığı, imgesel düşmanların yaratıldığı bir hatta ilerler[7] (Hofstadter, 1964). Öyle ki bu hem sağ hem de sol siyasette mevcuttur ve modern demokrasilere eşlik eder. 21. yüzyıl popülizminde yeni ve ayırt edici olan ise, tarihin tahrif edilecek denli manipüle edilişinin artık sadece periferik ya da marjinal politik oluşumlarda icra edilmiyor, popülizm vasıtasıyla bunun merkez siyasete taşınıyor ve yaygın bir toplumsal söylem olarak kabul görüyor oluşudur. Cas Mudde’nin 90’lı yıllardan itibaren popülizmin siyaseten “zamanın ruhunu” oluşturduğunu iddia eden makalesinde belirttiği gibi, bugün popülist söylem Batılı demokrasilerde “anaakım” anlayışı oluşturmakta, bu nedenle de liberal demokrasinin arızi ve marazi bir noktasında durmamaktadır (Mudde, 2004: 512). Daha çok seçkinlere ve onların temsil ettiği müesses nizama karşı bastırılmış öfkeye cevap veren popülizm, müstehzi bir gülümsemeye neden olan basit ve indirgemeci retoriğinden dolayı cehaletle özdeşleştirilse de, aslında karar verme süreçlerine daha fazla katılım hakkı isteyen, yaşamını yeni medyanın ileti evreniyle donatan orta sınıfta karşılığını bulmaktadır. Siyasetin yerini yönetim becerilerinin, bilginin yerini de enformasyonun aldığı 21. yüzyılda popülizm, sanıldığının aksine depolitizasyon değil, “repolitizasyon”un aracı olarak işlemektedir (Mudde, 2014: 555). Bu nedenle kendisini ciddiye alır ve alınmayı bekler, alınmalıdır da; hele ki hafıza söz konusu olduğunda. Zira bugün popülizm üzerinden ilerleyen siyasi katılım -repolitikleşme- onun toplumsal hafıza stratejisinde canlılık kazanmaktadır.
Popülizmin kendisini mobilize ettiği mecralardan biri olarak bu strateji, aslında onun temsil rejiminde yatar. Sanıldığının aksine popülizmin amacı temsili aşmak ya da onu ortadan kaldırmak değildir, bilakis homojen bir topluluk olarak kavradığı halkın temsil hakkını kendinde taşıdığına ve bunun “doğrudan” uygulanabilir olduğuna ilişkin keskin bir inanç taşır. Burada doğrudandık anahtar rol oynar: popülizmin alamet-i farikası, halkın arzu duyduğu ne varsa, onun “hemen ve şimdi” gerçekleştirilebilir olduğuna dair idealizasyondur.
Temsili demokraside temsil edilenin kendi arzusunu bir başkasına “vekaleten” devretmesi, temsil edenin bu arzuyu taşıyabilme kapasitesini belirli bir süre için tanıyabilmek, ama bu konuda uyanık olmakla ilişkilidir. Temsil edilenin onu temsil etmek amacıyla yola çıkmış kişi ya da kurum üzerinde bir söz hakkının olabilmesi, temsil edilenin temsil eden üzerindeki tetkiki, tam da onların aralarındaki yarıkla güvence altına alınır. Her iki tarafın da sorumluluk yüklenebilmesi, temsilin yarattığı farkla gerçekleşir: temsil eden ikame ettiğini temsil etmekle, temsil edilen de bunun taşıyıcısı olanı izlemek ve bu sürece müdahil olmakla yükümlüdür. Temsil eden ve edilenin üst üste binmesini, dolayısıyla özdeş olmalarını ve tehlikeli özdeşleşmeleri, temsilin eksikli yapısı alıkoyar.
Popülizmin önerisi olan doğrudanlık ise, kolektif arzunun (doğrudan siyasi olsun ya da olmasın) bir aracıya, vasıtaya ya da dolayıma gereksinim duyulmaksızın tatmin edilebilirliğine ve ortak hedefe ertelemeksizin ulaşmaya gönderimde bulunur, temsil eden ve edilen arasındaki sınırın bulanıklaştığı bir aşamaya tekabül eder. Popülizmin temsille ilişkilenişinin her zaman kaygan bir zeminde ilerleyişindeki asıl espri, doğrudanlık ya da dolaysızlık önerisiyle bu söylemin, temsil eden ile edilen arasındaki yarığın reddine dayanmasıdır. Bu nedenle de kendine koyduğu vecibe, ister istemez temsilin varlık koşulunu ortadan kaldıran bir temsil; namevcudu hesaba katmayan bir mevcudiyet rejimidir. Halkın namevcut mevcudiyetini ve siyasi iktidarın bağlı olduğu ikame sistemini tanımaması, “halkın ve temsilcilerinin bitişik mevcudiyeti”yle (Arditi, 2009; 89) sonuçlanır. Bu bitişiklik ise, hemen akabinde liderin tümgüçlü (omnipotance) mevcudiyetini doğurur. Popülizmin vaat ettiği doğrudanlığa ulaşmanın yolu, yetkinin temsil edilmesinden ziyade topyekün devredilmesini gerektirdiğinden, liderin mevcudiyeti halkın iradesinin dışavurumu olarak konumlanır. Bu noktada popülist lider, her şeyi dolduran, yaşam ve anlam alanlarının her köşesini zapt eden varlığıyla -neredeyse-“her şeyi bilen özne” statüsüne yerleşme riskini taşır. Bu risk, özellikle sağ popülizm için geçerlidir; sağ popülist söylemin güce verdiği ehemmiyete eşlik eden otoriterleşme eğilimi, liderin halkı temsil ettiği bir hattan çıkıp liderin bizzat “halkın kendisi olduğu” (Finchelstein, 2019:20) inancında pekişir[8]. Otoritenin temsili sistemdeki sembolik işlevi ile ona yüklenen imgesel atıflar arasındaki sınır giderek ayırt edilmez hale geldikçe, her daim evrensel ilkelerle irtibat halindeki politik sözün yerine de liderin kelamı geçer. Sosyo-politik adresin sadece patronajla kurulmuş bir anlatı olduğu durumda, toplumsal kimlik ve gerçeklik liderin yaptığı adlandırmalar üzerinden alımlanmaya başlanır. Böylesi bir senaryoda sonuç, dışsal referansların giderek silikleştiği, sadece kendisine referansta bulunan kapalı bir anlamlandırma sistemidir.
Popülizmin “temsil olmayan temsil” anlayışının yalnızca politik arenada ya da güncel siyasette değil, kültür ve toplumsal alanda da tezahürleri bulunur. Toplumsal hafızayı hedef aldığında ise bunun hafife alınamayacak kimi sonuçları vardır. İlki ve belki hepsinden önemlisi, popülizmin namevcudiyeti silme ya da onu doldurma gayretinin, her daim namevcut ve kayıpla bağıntısı olan toplumsal hafızada bir tıkanma yaratma ihtimalidir. Sağ popülizmin ise bu ihtimali pratiğe çevirir; temsilin yapısal bir zorunluluğu olan namevcudiyeti kabul etmediği oranda, sağ popülizmin dünyasında anlamdan kaçabilecek, dolayısıyla gösterenlerin ve dilin ötesinde kalabilecek bir özne (ve dolayısıyla öznellik) yoktur. Bu aynı zamanda onun namevcudiyeti inkar ederken, aslen neyi yok saydığını da açığa çıkarır: sağ popülizmin söylemsel evreninde kolektif olarak deneyimlenen travmanın öznel dışavurumuna, bu dışavurumun yolunu açtığı öznelerarası öyküleştirmeye, travmanın anlatısallaşarak zamansallaşmasına, dolayısıyla simgeselleştirilmesine/sembolik bir statü kazanmasına gerçek anlamda yer açılmaz – ya da popülist parti ve gücün cismanileşmiş/tam mevcudiyet kazanmış hali olarak liderin kısa vadeli amaç ya da çıkarına uygun ise travmatik olanın adı anılır, ama travmaya maruz kalanların kendi adına konuşmasına imkan tanınmaz. Sağ popülist söylem travmaya ilişkin ötekinin diline ve hikayesine imkân vermeksizin, onu adlandırır, tarif eder, içeriğini belirler ve “gerçekte ne oldu?” sorusunu muhataplarına izin vermeksizin, dahası onları suskunlaştırarak onlar adına cevaplar. Anlamın ve anlamlandırma mekanizmalarının gerçek sahibi olarak “halk”a gönderimde bulunduğu her durumda, yetkeyi devralmış güç olarak, deneyimlenen travmayı/travmatik etkiyi belirli gösterenlere sabitler. Onun tarafından etiketlenmiş, yaftalanmış, düğümlenmiş travmada, belki de namevcut olan tek şey travmanın kendisidir.
Böylesi bir travma kurgusunda, travma ile onu yaratan olgu arasındaki ilişki kapanmaya başlar: travmatik gerçekliğin en önemli bileşeni olan namevcut tanınmadığı oranda hakikat ve adaleti amaçlayan her arayış da sonuçsuz kalma riski taşır. Hafızanın içerdiği namevcudu -artık orada bulunmayanı- işlemeden bırakan ve onun kolektif olarak değiş tokuşuna, münazara edilmesine imkân vermeyen sağ popülist söylem, toplumsal travmalarla yüzleşme fırsatını tıkar. O halde bu söylemin, toplumsal özneleri belleğin imgeselliğinde savrulmaya terk ettiği söylenebilir mi? Aktüel durum, bunun tersini gösteren emareler içermektedir. Hele ki popülizmin her şeyi temsil etmeye muktedir olduğuna yönelik vaadi düşünülürse, toplumsal hafıza onun tarafından başıboş bırakılmış değil, bilakis onun anlamlandırma hücumuna maruz kalmış vaziyettedir. Bir bakıma ona “anlam operasyonu” demek de ihtimal dahilindedir. Peki bunu nasıl yapar?
Sağ Popülist Hafıza: Kurmaca Olarak Tarih
Sağ popülizmin toplumsal hafıza stratejisi, popülizmin namevcudiyeti ve/veya kaybı inkâr eden temsil anlayışıyla halkın örgütsüz arzusunu derhal yerine getirme şiarının kesişim noktasında kristalize olur. Zira onun için geçmiş, hem yorumladığı haliyle yeniden temin edilecek, hem de bu yolla kendi taraftarlarının arzusunu yerine getirmede engel teşkil etmeyecek bir statüdedir. Başka bir deyişle, sağ popülizmin çoğu kez mitsel ve idealizasyonlara dayalı geçmiş yorumu, başka anlatılara geçişi tıkayacak şekilde ya kaybın daha en baştan kayıp olarak tanınmadığı ya da tanındığı noktada onu destekleyen kitle açısından kaybın birebir yerine konulabilir ve arzunun doğrudan tatmin edilebilir olduğu bir düzlemde kalır. Dahası, sağ popülizm, geçmişin yeniden elde edilebilir olduğu önermesini, seslendiği kitlenin arzusu olarak da örgütlemeye müsait gözükür. Böylesi bir yitik geçmiş, onun geleceğe dönük politik vaatlerine de yansır.
Bu noktadan itibaren sağ popülizmin toplumsal hafızaya yönelik stratejisini iki düzeyde ortaya koyabiliriz: İlkin günümüzün sağ popülist söylemi, yakın geçmişte yaşanan, toplumsal hafızada halen sesler, yüzler, izler olarak sahnelerden oluşan toplumsal bir travmayı kendi seçtiği gösterenlere sabitleyip tıkarken, dolgu malzemesi olarak çoğunlukla sosyo-kültürel yaşamdaki kırılma noktalarında belirli aralıklarla uyanan, gerçekleri masalsı-mitsel anlatı kipiyle harmanlayan, yer yer grotesk bir üsluba meyleden tarihsel spekülasyonları kullanır. Şimdiki zamanı, geçmişle birlikte değil, geçmişin içinde kurarken, bunu bir hakikat araştırması olarak tarihin bulgularıyla değil, toplumsal ruhsallıkta yer etmiş, manipülasyona açık değer hiyerarşilerini yeniden kurarak yapar. Buna eşlik eden ikincisi ise, geçmiş şimdiki zamanın gerekliliklerine uygun olarak yeniden kurgulanırken, popülizm bunu kendisine özgü bir tür ahlakileştirme ile gerçekleştirir (ahlakileştirme meselesine aşağıda değineceğiz). Her iki düzey kategorik olarak ayrışmaz, iç içe ve birbirlerini besleyerek gelişir.
Popülist söylemin argümanları, toplumsal hafızaya yöneldiğinde rasyonelliğe değil yerleşik inançlara, kanaatlere, görünümlere yönelik genel kanılara seslenir. Örneğin, Avrupa’da aşırı-sağ popülizmin halkı “barbarları beklerken” teyakkuza ve yüce Avrupa’yı diriltmeye çağıran söylevi, açıkça göçmen karşıtı bir propagandadır; ancak bu, ırkçı siyasetin kendi seçmenine yönelik kısa vadeli manevralarından daha fazlasını içerir: 1. Dünya Savaşı’ndan sonra tarihin en büyük göç dalgasının yarattığı şok ve travmatik etki, bu söylemde mülteci meselesinin gerçek nedenlerini sorgulamaya ve kendi ülkesini terk etmek zorunda kalan insanları dinlemeye açılmaz, bilakis travmanın sürekli canlı tutulmasıyla katastrofik bir dünya algısı yaratılır. Savaşlardan ve katliamlardan kaçan, yerinden edilmiş ve mülteci olmak zorunda bırakılmış milyonlarca insanın[9] yaşadığı trajedi ve travma, aşırı sağ partilerde tümüyle tutarsız önermeler ve yanlış inançlarla tutkallanır ve ötekine karşı fobik bir yaklaşım üretirken, söz konusu travmanın sosyo-politik boyutu merkez partilerde “kriz” durumu olarak dillendirilir: Her ikisini de buluşturan “kriz” ifadesi, bir felaket durumuna yaptığı göndermeyle bir yandan güvenlikçi stratejilerin icrasına meşruiyet kazandırırken, diğer yandan mülteci meselesinin toplumsal hafızaya işlenişinde bir tür muafiyet, sorunun temelinde yer alan esas nedenlere dair sorumluluktan kaçış ve en nihayetinde afetvari bir olağanüstülük yaratır. Böylelikle travma, mevcut toplumların hafızasına temas etmeden, kendi bağlamından neredeyse tümüyle soyutlanmış şekilde kalır. Dilsizleştirildiği kadar irrasyonel yargılarla çarpıtılan, mistifiye edilen travmanın etkisinin derinleşmesi, diyalog imkânı kayboldukça da kemikleşmesi uzak bir ihtimal değildir.
Sağ popülist söylem tarihten bahsettiğinde, bunun savaşlar, soykırımlar, hak ihlalleri ile geçtiğine ve bunlara karşı verilen mücadelenin demokrasinin bir parçası olduğuna dair tarihsel bir değişim öyküsünden değil, “bir zamanlar büyük ve kudretli olan” ama kendisinden çalınmış, mahrum bırakılmış, alıkonulmuş, yine de yeşermek için her zaman kendinde saklı bir nüve bulunan imgesel bir geçmişe atıfta bulunur. Bu muhayyile, yalnızca “Merkez Avrupa”nın dirilişine soyunan Avusturya Özgürlük Partisi (FPÖ) ya da tüm kültürlerin üzerinde egemenlik hakkı olduğunu savunan asil Antikite vurgusuyla Altın Şafak Partisi (GDP) gibi aşırı sağ partilerde görülmez, AKP’nin taşıyıcısı olduğu yeni Osmanlıcılık ya da Macaristan’da göçmen karşıtı politikayı Avusturya İmparatorluğu’na karşı verilen “özgürlük savaşı”yla özdeşleştiren FİDESZ gibi toplumun yüzde 48’lik kesiminin desteklediği merkez sağ partilerde de gözlemlenebilirr. Etnik ve dinsel ayrımların sürekli perdah edildiği bu söylemde, tarih zaman dışı ve bağlamsız bir yapı olarak devralınmaktadır. Osmanlı derken, hangi Osmanlı’dan bahsedildiği belli değildir örneğin, sanki kendi içinde hiçbir değişim geçirmemiş, herhangi bir dışsal etkiye uğramamış, taşlaşmış bir kütle, bir monolit olarak Osmanlı İmparatorluğu vardır. Sağ popülizm, temsil ettiğini duyurduğu kesime yoksun bırakıldıkları bir tarihten bahsederken, pürüzsüz ve hiçbir çatlağı olmayan, ayrımsız ve farklılaşmamış devasa bir zaman dilimini hiç şüphe duyulmaksızın sahiplenmeyi, dahası onu yeniden canlandırmayı önerir. Burada ilginç olan, şanlı olduğu kadar donuk olan bu tarihin popülist yoruma açılmasıyla birlikte, aynı vakaların imgesinin bir ayna misali birbirini ters yansıtmasıdır. Buna dair şaşırtıcı bir örnek, “Viyana kapıları”dır; Türkiye’deki popülist söylemin bugün halen Batı’nın temsil ettiği evrensel ilkelerin entegrasyonuna karşı üstü örtük bir tehdit olarak kullandığı bu imge, Avusturya’da FPÖ’nün seçim kampanyasındaki ana motiflerden de biridir (Wodnak ve Forchter, 2014) -ama bu kez tam zıt istikamette, Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonuna karşı sert bir muhalefet amacıyla.
Bu nedenle de sağ popülist söylem, gerçek anlamda tarihsel bir anlatıya sahip değildir, daha doğrusu olayörgüsü olmayan, zamansallaşamamış bir mazinin öyküsünü hayata döndürmeye çalışır. Tarihin olayörgüsel düzlemi (mekan, zaman ve olaylar arasındaki neden sonuç ilişkisine bağlı tutarlılık), aynı zamanda anlatısallaşan ve insanileştirilen zaman boyutudur; salt vakaların ardı ardına dizilmesi olarak da değil, bu vakaların serimlenmesiyle elde edilen karşılaştırmalar, soyutlamalar ve kavramsallaştırmalar olarak işleyen bir zaman… Olayörgüsel düzlem ortadan kalktığında ise, tarih ona yön veren değişkenler, dinamikler, olgulardan bağımsız ve kavramlardan muaf bir öyküye; toplumsal hafızaya yön veren zaman algısı da döngüselleşmeye başlar. Bu gerçekleştikten sonra, tarih tek bir sonuca bağlanabilir, zira olan biten her şey bu sonuca ilişkin “doğal bir akış”a dönüşebilir. Mitik-masalsı anlatıların kapalı evrenine özgü doğal zaman, tarihin yerine geçer. Bu noktadan itibaren tarih manipülasyona ve kişisel yorumun “hakikat” olarak kendini sunmasına açılır, “herkesin kendi tarih okumasını” yapmasına ve imgelem dünyasını yansıtmasına olanak veren böylesi bir anlayış, tarih ile kurmaca arasındaki sınırları bulanıklaştırır. Kavramsal düğümlerin kaybedilmesiyle, tarihin kurguya dönüşmesinin önü açılır.
Bütün bunlarla, Paul Taggart’ın popülizmin temel özelliklerinden biri olarak tespit ettiği, sağ popülizmde ise daha fazla görünür olan “kalbin attığı yer” (heartland) kavramı arasında güçlü bir bağ vardır: İfade, belirli bir coğrafya ya da topografyaya işaret eder gözükse de, popülizmin “hizmet ettiği topluluğun/cemaatin hayali tasarımını temsil eder”. İmgesel olan bu yer, ideal bir dünyadır, ancak bu dünya ileriye dönük olarak tahayyül edilen ütopyaların tersine, geleceğin retrospektif olarak, kaybedilmiş bir geçmişin geleceğe yansıtılmasıyla kurulur” (Taggart, 2013: 274). Romantize edilmiş ve popülizmin tarihle kurduğu muğlak ilişkiden dolayı neredeyse zaman dışına itilmiş bu yer, düşselliği ve yüceleştirilen imgesiyle bir tür “olmayan yer”dir (neverland) de. Doğrudan doğruya bir dönemi ya da zaman dilimini ima etmez, etse de belirli kavramlara değil, daha çok kimi sıfatlara, yakıştırmalar ve çağrışımlara denk düşer. Bu nedenle geçmiş, son derece esnek, uçuşkan ve her an yeniden tarif edilebilirdir.
Tarihin kurmacalaştığı bu noktada sağ popülizm, bir tür “hafıza peyzajlığı” olarak da görülebilir: Birbiriyle ilişkisiz ve herhangi bir bağlamsal ortaklığı olmayan vakaların yan yanalığından genel bir tarihsel manzara ortaya koymak. İlginçtir ki, bu onun idealize dünyasının düşsel olmakla birlikte edimsel yönüne de işaret eder: Yitirilen ve özlem duyulan bu hayali yurt, mükemmellik ve tamlık arayışındaki imgelerin restorasyonuyla şimdinin içinde anıtsallaştırılarak, tekrar eden imgeler ve davranış kalıplarıyla ritüelleşerek ve en nihayetinde bugüne ereksel bir işlev yükleyerek yeniden inşa edilmeye çalışılır[10]. Bilhassa tarihe atfedilen bu ereksellik, zorla el konulmuş zamanın yeniden ele geçirileceğini duyurur.
Burada “geçmişin alışkanlıklarıyla geçmişin yeniden kuruluşundaki alışkanlıklar arasındaki ayrıma” (Hobsbawm’dan aktaran Boym, 2009:77) dikkat etmek gerekir; popülizmin toplumsal hafızayı şekillendiren yönü, kolektif olarak paylaşılan geleneklerden ziyade, “icat edilmiş adetler”e daha fazla denk düşer. Böylesi bir hafıza stratejisi, toplumsal grupların ya da katmanların kendiliğinden kurdukları ve etrafında toplandıkları, başlangıçta organik toplumlara özgü bir döngüye sahip olan adetler ve onlara ait mekanların, zaman içinde unutulan ya da değişim gösteren anlamlarından azade bir şekilde yeniden üretimini gerçekleştirmeye dayanır. Geçmişte kalmış ve artık olmayan hayali yurdun illüstrasyonuna dayalı mekânsal üretim, bir yandan terapötik bir işleve sahiptir -zira hafıza açısından savrulup salınabilecek idealin belirli bir sabiteye oturabilmesini sağlar- diğer yandan da idealizasyonların muktedirliğini duyurur.[11] Böylelikle de sağ popülist söylem kendisini daha önceki nostaljik muhayyilelerden ayırır: Onun ayırt edici jesti, gerçekleşmesi beklenen ve arzu duyulan idealin geleceğe ertelenmeksizin şimdiki zamanda elde edilebilir, kaybın-namevcudun yerine konulabilir olduğuna yönelik bir “telafi sistemi” olarak da işlemesidir. Kaybın bir kayıp olarak işlenmesinin, daha önemlisi kayıpta aslen neyin kaybedildiğinin ayırt edilebileceği bir simgeselleştirmenin önünü tıkayan bu telafi sistemi, her şeyin yerine konulabilir olduğunu bir hakikat kabul eder. Ne var ki, popülizmin temel değerlere atıfta bulunmaması (örneğin Osmanlı İmparatorluğu derken, hangi niteliğinin ve değerlerinin esas alındığı belli değildir), telafisine soyunduğu hayali yurdun göstergeye indirgenmesi ihtimalini doğurur. Treverso’nun “geçmişin şeyleşmesi” olarak tanımladığı durumu anımsatan bu toplumsal hafıza inşası, geçmişe yönelik şimdiki zamanda yapılanan, estetikleştirilmiş, suni ve endüstriyel bir nesne olarak belleğin tasarımı olarak da işlev görür (Treverso,2009). Geçmiş tarihsel gerçeklikten bağımsızlaşıp hakikate referansta bulunmayan bir yeniden üretime dönüştüğü zaman, şeyleşme yalnızca geçmiş değil, aynı zamanda şimdiki zaman ve bunun sonucunda zaman dışına itilen gelecek için de geçerli olur. Toplumsal hafıza, hakikatle ilişiğini kesmiş bir geçmişle aynı zaman da geleceksizleşir.
Sağ popülizmin tarihi namevcudiyetin inkarına dayalı bir kurmacaya dönüştürürdüğü bu süreçte, “geçmişin şeyleşmesi” ile tarihin bir “şey”e indirgenmesi bir arada ilerler. En yalın haliyle “insanlar arasındaki belirli toplumsal bir ilişkinin şeyler arasındaki bir ilişkinin fantazmagorik şekline bürünmesi”[12] olarak tarif edilebilecek şeyleşme, sağ popülizmin toplumsal hafıza stratejisinde hakikatle ilişiği zorunlu olmayan bir tür “yeniden yerleştirme” ile ilişkilidir: Zamanın anlamlandırılması, herhangi bir kronoloji ya da uzamsal bir zeminden hareketle değil, tarihin içinden “seçilen”, aralarında herhangi bir anlamsal bağ bulunmayan anların bir araya getirilmesiyle ve bu birleşimin yeni bir işleve kavuşmasıyla elde edilir. Ne var ki bu, farklılıkları birlikte alan ve böylelikle yeni biraradalık hallerini muhtemel kılan montajdan ayrı olarak, farklılıkların ayırt ediciliğini yutan ve eldeki yekünü homojen hale getiren bir yeniden biçimlendirmedir. Yine de toplumsal hafızaya yönelik bu taktiği, yalnızca kendine gönderimde bulunan saf gösterge bazında betonarmeleşen bir anılar yığını olarak yorumlamaktan imtina etmek gerekebilir. Chiantre-Stutte’nin popülizme özgü varsaydığı, bilhassa sağ popülizmde emarelerine daha sık rastladığımız bu durum, bir çeşit “seçici hafıza”nın yaratılmasıdır: Yalnızca bir ayıklama ve tasnif etme işlemi olarak değil, geçmişi yeni baştan kuran seçici hafıza, “politik özneler ve kurumlar tarafından sosyal bağın sağlamlaştırılması amacıyla kararlaştırılmış bir kullanım alanına sahiptir” (Chiantre-Stutte, 2005: 394). Sağ popülist söylem, geçmişi ve geçmişin taşıdığı boşlukları belirli göstergelere endeksler ve bugünün içine yerleştirirken, aynı zamanda yeniden üretilmiş mazi kalıntılarına tinsel anlamlar atfeder, yan yana getirdiği tarihsel anılara ruhanilik ve yüce bir maneviyat yükler. Burada bir parantez açalım ve güncel bir örnek olarak Gezi Parkı’na yapılmak istenen Topçu Kışlası’nı ve onun etrafında dönen tartışmaları düşünelim. Siyasi iktidarın Topçu Kışlası projesindeki ısrarı, kent deneyiminin yeniden dizayn edilmesi kadar, sağ popülizmin kendi kitlesi için öngördüğü maneviyat açısından da okunabilir. Bir yeniden üretim olarak Topçu Kışlası, hem geçmişin şimdiki zaman içinde tümüyle elde edilebilir olduğuna dair –namevcudun inkarına dayalı- bir gösterge hem de bu göstergenin etrafında kurulmaya çalışılan yitik geçmişin yüceliğine göndermedir. Bundan dolayı da sözünü ettiğimiz telafi, göstergenin mimarisinden çok, imgeselin imarında düğümlenir.
İronik olan şu ki, sağ popülizmin seslendiği kitle açısından tutkal vazifesi görebilecek bu tinsellik, Taggart’ın popülizme özgü varsaydığı “temel değerlerden yoksunluk”la işaretlenmiştir: Sağ popülizmin geçmişe yüklediği ruhanilik, bir takım yüce değerlere sahipmiş ve bu açıdan ahlaki önermeler içeriyormuş gibi görünse de, ahlaki sınır burada bir tür kurallar manzumesine ya da evrensel ilkelere referansla değil, günün koşulları ve gerekliliklerine uygun biçimde çizilir. Sağ popülist söylemde kodlar ya da standartlardan ziyade, şimdiki zamanın getirdiklerine münhasır bir ahlakileştirme mevcuttur. Yine tam bu noktada “namevcudiyetin inkarı”, onun söylemsel muğlaklığını ve ahlaki esnekliğini anlamamıza yardımcı olur. Namevcut ve/veya kaybın elde edilebilir ve yerine konulabilir olduğunu duyuran sağ popülizm, temsil edilemez olanın temsiline soyunduğu her durumda, tanım ve adlandırmalarını keyfi şekilde bir tür “iyiler ve kötüler” ayrımı üzerinden kurmaya başlar[13]. “İyi ve kötü”, ne yasaya ne de etik ilkelere değil, güncel siyasetin getirdiklerine göre kurulduğundan, ikisi arasındaki sınır son derece muğlak, esnek ve bükülebilirdir. Ne var ki, bu tarz ahlaki atıflar, makbul kabul edilenlerin (iyi olarak addedilenlerin) kaybının tanınmasını kolaylaştırırken, onlar dışında kalanların (sanki kendilerinde kötücüllük barındırdıklarından dolayı hariçte bırakılmış olanların) travmasının daha en baştan hesaba katılmamasına yol açacak bir yas hiyerarşisini[14] kurma tehlikesine sahiptir. Bir kesime kaybın yasını tutma imtiyazının verilip diğerlerinin bu haktan mahrum bırakıldığı bu hiyerarşi, travmanın tıkanması ve yok sayılmasını çoğaltacak ve toplumsal ayrımları keskinleştirecek bir etkiye sahiptir.
Sonuçta namevcudiyet ne tümüyle politikanın dışında kalır ne de etik bir rabıtaya sahip olur. Dahası, sağ popülizmin anlam evreninde namevcudun inkarına dayalı temsil, siyaset ile ahlak arasındaki sınırları da bulanıklaştırır, politik söz aynı zamanda etik gönderimleri son derece belirsiz olan ahlakçı bir önermeye dönüşebilir. Bu konudaki en çarpıcı ve alt üst edici örneklerden biri, Roboski katliamına yönelik olarak dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından getirilen yorumdur: “Her kürtaj bir Uludere’dir”.15 Popülizmin unutuş stratejisi içindeki bu retorik tercih, tam olarak bize ne söyler? Kürtajın bir cinayet olduğunu ve Roboski’de de benzer bir sürecin mi gerçekleştiğini bildirir? Yoksa bu söz dizimi Roboski’deki katliamın değerini düşürmek için mi tasarlanmıştır? Kişilerin mahremini ilgilendiren bir seçimin Roboski’yle eş tutulması, kadın bedeninin denetimine yönelik bir gözdağı mıdır? Yoksa her ikisinin de aynı olduğunu söylemek, mücbir sebepleri mi ima eder? Ya da her ikisinin de kişisel tercihlerle ilgili olduğunu mu vurgular? Tüm bu sorular ve yorumlar, çoğaltılabilir, zira hiçbiri diğerine göre öncelikli değildir. Hepsi de geçerli olabilir hiçbiri de. Burada sözün kendisini deşifre etmeye, onu bir gösterilene bağlamaya çalışmak neredeyse beyhude bir çabadır, zira birbiri ile hiçbir ilişkisi, ilineği bile olmayan iki durum, bir araya getirilerek mantıken uygunsuz ve yanlış bir çıkarıma, irrasyonel bir yargıya yol açar. Ancak bu retorik oyunbazlıktaki asıl manevra, kürtaj ile Roboski’nin aynı ölçüde politik ve ahlaki bir mesele olduğunu söylemektir. Türkiye tarihinin en travmatik olaylarından biri olarak Roboski katliamı, toplumsal hafızaya faillerden bağımsız, politikayı ilgilendirmeyen sözde ahlaki bir soru olarak işlenirken, kürtaj da benzer şekilde bireylerin ötesinde tüm toplumu ilgilendiren politik bir meseleye dönüşür.
Politik olan ahlakı, ahlaki olan da politikayı yutar.
Popülizmin temsili olanaksız kılan temsil sistemi, her iki alanı birbiriyle doldurur ve kaybın bir kayıp olarak işlenişine ve kaydına imkân vermez. Semantik bir tersine çevrinmeyle kurulmuş bu kapalı anlam evreninde travmatik olan, hafızada düğümlenemez, herhangi bir sabiteye oturamaz ve yerleşemez. Sağ popülizmin hatırlama kadar esasen bir unutuş rejimi olması belki de bundandır; namevcudiyeti tanımaması oranında travmatik olanı yok sayışıyla, tanıklığın yerini şimdinin içinde keyfi olarak anlamlandırılan deneyim alır ve tanıklığın beraberinde getirdiği sorumluluktan azade kalmak somut bir risk alanıdır.
SONUÇ:
Temsil, hafızaya sunduğu rabıta oranında öznelere kendi kimliklerini tanımlayıp onlara mesafe de alabilecekleri bir tutunma noktası sağlar. Toplumsal kimliklerin hem tanımlayan hem de yeniden tanımlanabilen niteliği, aslen temsilin kendinde barındırdığı namevcudiyetin bir sonucudur. Böylelikle toplumsal hafıza, belirli kimlik biçimlerine çivilenmiş anlatıların dışında kalana, öteki anlatılara ya da henüz anlatıya dönüşememiş olsa da kaybın kendisini dile getirme çabalarına açılabilir. Ki bu çaba aslen, geçmişi olduğu kadar bugünü de ilgilendiren kolektif travmalara yönelik bir hakikat ve adalet arayışının parçasıdır.
Popülist söylemin daha en başından namevcuda yer vermeyen ve her şeyi kuşatan temsil anlayışı, toplumsal travmaları kapattığı oranda, ne hafızaya ne de onunla birlikte yol alabilecek hakikat ve adalete imkân tanır. Özneyi “kendi eylemlerinin sorumluluğunu taşımak” üzerinden tanımlayan ilkeler ve referansların yerine, günün koşullarına uygun, son derece esnek ahlaki atıfları yerleştirir. Bu noktada toplumsal hafıza, ahlaki sabitelerin ve politik değerlerin sürekli çözüldüğü metonimik bir akışta kayar. Potansiyel tehlike, iz tutmayan, kayganlaşmış bir toplumsal hafızadır ya da bir “hafızasızlık” durumudur.
Yazıyı filmsel bir anekdotla, aslında bu makaleye ilham veren bir Mel Brooks filmiyle bitirelim. Hatırlanacağı üzere, yönetmenin Yapımcılar/The Producers (1967) filmi, tükenmiş bir Broadway yönetmeni ile onu kurtarmak isteyen muhasebecisinin salt borçları kapatmayı değil, aynı zamanda tüm hayatlarına yetecek parayı bulmayı ümit ederek giriştikleri bir Ali Cengiz oyununu anlatır: İflasla birlikte kazanmak. O güne kadar izlenmiş en kötü oyunu sahneleyip konkordatoyu açıklayacaklar ve hamilerinden topladıkları kredi yanlarına kar kalacaktır. Araştırmalarının sonucunda ABD’ye göç etmiş bir Nazi’nin faşizmi yüceltmek için kaleme aldığı “Hitler’in Baharı” (Springtime for Hitler) adlı oyununu seçerler. Olabilecek en uyumsuz oyuncularla olmayacak tek anlatı türünü bir araya getirirler; batışı garantileyecek renkli bir gösteri. Oyun sahnelendiğinde ise sonuç beklenmedik olur. Müzikal başta izleyicide bir şok etkisi yaratsa da, ardından ayakta alkışlanır, zira izleyici oyunu Hitler ve Alman faşizmi üzerine sergilenen çok güçlü bir hiciv, muazzam bir siyasi taşlama olarak ele alır. Springtime for Hitler, bir başyapıt sayılarak o güne kadar Broadway’de sahnelenen en başarılı oyunlardan biri olur. Sonuçta gerçekten batar ve hapse düşerler. Tarihle kumar oynayıp, onu eğip bükmenin, hele ki travmatik gerçek üzerinde cambazlık yapmanın her zaman umulmadık sonuçları olur. Tıpkı filmde olduğu gibi, zamanın moda düşüncelerine kaptırıp travmatik olana dair en olmayacak kurguları alkışlarken bulabiliriz kendimizi. Tarih kurmacalaştığında, izleyicisi bol bir vodvile ya da renkli bir farsa dönüşebilir ama asla şakaya gelmez. Şayet politikanın temsile, onun sağladığı farka ve ötekinin diliyle kurulmuş öykülere ihtiyacı varsa, bir arada sorumluluk almanın, yüzleşmenin ve travmayı tanıyarak hatırlamanın imkânı, popülizmin hafıza oyununun dışına çıkmak olabilir.
Bu yazı ilk kez 2019’da, Toplum ve Bilim Dergisi yayınlanmıştır…
[1] Şimdiden belirtelim, bu makale popülizmden bahsettiği her durumda, söylemini geleceğe projeksiyon tutarak kuran sol popülizmden farklı olarak, şimdiki zamana yönelik deneyimi geçmişi yeniden inşa ederek belirleyen sağ popülizmi kastediyor. Bununla birlikte, sağ popülist söylemin toplumsal hafızayla kurduğu ilişkiyi, genel olarak popülizme özgü kimi unsurları hesaba katarak düşünmeyi hedefliyor. Dolayısıyla bu makale, sağ popülizmin toplumsal hafızayı ne şekilde işlediği tartışmasında popülizmi “düşünsel” (ideational) bir pozisyonda ele alıyor ve sağ popülizmin geçmişe yönelik söylemini genel olarak popülizmin düşünsel izleklerini takiben yapmayı deniyor. Popülizmi düşünsel bir yaklaşımla okumak, Mudde ve Kaltwasser’in Populism: A Very Short Introduction (2017) kitabında ortaya koydukları gibi, onu hem tarihsel olarak anlamaya hem de farklı dönem ve coğrafyalarda ortaya çıkış biçimlerini es geçmemeye yarayacak bir yöntem gibi görünüyor. Bu yaklaşım, popülizme özgü ayırt edici işaretlerin tespitine ve popülist söylemin analizine imkân tanıyor.
[2] Bu tarz bir aceleci tavrın tuzaklarından bahseden Ahmet İnsel, günümüz aşırı sağcı politikaların 21. yüzyıla özgü bir faşizm dalgası olduğunu, Trump ya da Bolsonaro gibi liderlerin siyasi söylemini popülizm olarak değerlendirmenin bir tür indirgeme içerdiğini savunuyor (İnsel, 2018). Makalenin amacı gereği böylesi bir tartışmaya girmeyeceğiz, ancak popülizmin -bilhassa sağ popülizmin- faşizmin mirasından beslendiği üzerine zihin açıcı bir kaynak olarak Federico Finchelstein’ın Faşizmden Popülizme (2019) isimli metnini önerebiliriz.
[3] Bunun için popülizme yönelik farklı tartışmaları barındıran Ionescu ve Gellner’in ünlü derlemesi bile tek başına yeterli olabilir (Ionescu ve Gellner, 1969).
[4] Burada “tanınma”yı iki anlamıyla kullanıyorum: İlkin bir tanışmanın karşılılıklığı içinde tanınan, ötekiye olanaklar ve ihtimalleriyle görünen, potansiyel sunan olarak, ikincisi varlığın kabulü ve tasdiki olarak tanınma.
Şüphesiz ikisi de birbirinden bağımsız değil.
[5] Burada “simgeselleştirme”yi Jacques Lacan’dan ödünç alarak kullanıyoruz. Simgeselleştirme, onun kuramında ve dahası kliniğinde, dil ve kültürün alanında gelişir ve anlamlandırılamamış olanın dile gelişiyle kaybın kültüre kaydolduğu bir pratiği, dolayısıyla soyutlanabilir, değiş tokuş edilebilir ve tartışılabilir bir deneyim alanını belirtir.
[6] Slavoj Zizek (2002:190) bunu şu şekilde aktarır: “Temsilin başarısızlığı, öznenin pozitif koşuludur. Özne kendini bir anlamlandırıcı temsil içinde ifade etmeye çalışır, temsil başarısız olur, zenginlik yerine bir eksiklikle karşılaşır ve başarısızlığın açtığı bu boşluk, gösterenin öznesidir. Paradoksal bir biçimde söylersek: Gösterenin öznesi, kendi temsilinin başarısızlığının geri dönüşlü bir sonucudur; bu yüzden de temsilin başarısızlığı onu doğru dürüst temsil etmenin tek yoludur.”
[7] 1950’de yazdığı aynı adlı makalenin izini sürerek 1964 yılında bunu bir kitaba dönüştüren Hofstadter, politik bir patoloji hali olarak paranoid stili, Soğuk Savaş döneminde Amerikan sağ siyasetini merceğine alarak, özellikle de bugünün Türkiye’siyle benzerlikleri tartışılan McCarthy dönemine odaklanarak ele alır. Metin kimi yerlerde siyaseti psikanalize etme tehlikesine düşse de, sözü edilen paranoid politika açısından o dönemin Amerikan siyasetiyle Türkiye’deki güncel siyasi retoriği (bilhassa o dönemdeki Amerikan basınıyla Türkiye’deki anaakım medyanın güncel halini) karşılaştırmalı okumak oldukça öğreticidir.
[8] Finchelstein bu durumu şu şekilde ifade eder: “Yurttaşların bir kısmından yaratılmış halkın önce Bir olduğu, sonra bir hareketin zimmetine geçirildiği, en son olarak da yapay olarak oluşturulmuş, aslında var olmayan bir öznenin (yani birleşik ve unsurları arasında hiçbir fark bulunmayan halkın otoriter liderinde tecessüm ettiği bu tarihsel süreç açıkça demokratik olmayan etkiler üretir” (2019:21).
[9] 2017 yılı itibariyle dünya çapında 68.5 milyon kişi zorla yerinden edilmiş durumdadır. Bunlardan yalnızca 24.5 milyonunun mültecilik başvurusu kabul edilmiş olup, 40 milyon kişi sığınmacı konumundadır. Avrupa’da şu anda mülteci statüsünde bulunanların sayısı 2.5 milyon kişidir. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. https://www.unhcr.org/globaltrends2017/
[10] Taggart’ın “heartland” tanımıyla, Svetlana Boym’un “yeniden kurucu nostalji” kavramı arasında bir bağ kurulabilir. Yazar, Nostaljinin Geleceği (2009) kitabında iki tür nostaljiden bahseder: Düşünsel nostalji” ve “yeniden kurucu nostalji”. İlki, hatırlamanın zorlu ve sorunlu yanlarına, boşlukların nasıl kapatıldığına, yıkıntı ve kayba belirli bir mesafe koyarak odaklanır. Meselesi, yitirilene, artık namevcut olanın yeniden kazanıldığı hayali bir yuva kurmak değildir, bilakis artık böyle bir yuvanın olmadığını hüzne kapılmaksızın kabul ederek, asıl ilgisini hatırlamanın fenomenolojisine yoğunlaştırır; mekanlarla yüzlerin, seslerin, duyumların hafızayı nasıl canlandırdığını, neyin hatırlanır ve unutulur olduğunu hafızanın topolojisine (geçmişin, şimdinin ve geleceğin kendi içinde dolanmasına ve büklümlenmesine) müsaade ederek araştırır. Bu nedenle de anlatısı, eksiksiz ve pürüzsüz bir bütünlük olarak kendini ifşa etmez, tersine hafızanın epizotlar ve fragmanlar halinde, geçişlere izin veren, sıçramalı ve yer yer ironik kurgusunu sunar. Yeniden kurucu nostalji ise, tam da yukarıda tarif edildiği gibi düşünsel nostaljinin aksi istikametinde işler.
[11] Popülist söyleme karşı duruşun bugün, kentsel ve mekânsal deneyimin müşterekler siyaseti üzerinden de kuruluyor olması, bu açıdan tesadüf değildir. Özellikle Türkiye’de anlam alanlarının zaptına karşı bir itiraz olarak Gezi Parkı direnişiyle, toplumsal hafıza mekanlarının önemini savunan kent mücadelesi arasında güçlü bir bağ vardır.
[12] Georg Lukacs, Tarih ve Sınıf Bilinci, çev. Yılmaz Öner, Belge Yay., 1998, İstanbul., s.161
[13] Sağ popülizmin ahlaken bükülebilir olan bu “iyi-kötü” ayrımı, belki de en net onun söylemsel payandasındaki “halk” tanımında bulunur. Cas Mudde’nin tanımına sadık kalırsak, popülizm daha en başından itibaren halkı “iki homojen ve birbiriyle uzlaşmaz/antagonistik grup, saf halka karşı yozlaşmış elitler olarak ayırır (Mudde, 2004: 543) Mudde’nin ifadesinde dikkat çekici olan, “halk”ın ampirik olmaktan ziyade normatif bir gerçeklik olarak tanımlanmasıdır; saflık ve onun ima ettikleriyle -temizlik, iyi huyluluk, kanaatkarlık, uyumluluk vs… atıflarıyla tariflenen bir insan topluluğu. Başka bir deyişle, halkı temel aldığını vurgulayan popülizm, onu “özgül bir ahlakçı bakışla tasavvur etmektedir” (Müller, 2017: 36). Bu ise halkın tanım itibariyle daha da muğlaklaşmasına neden olur: temsil edilebilir olan, “benim halkım” olarak işaret edilen halk, sosyolojik olarak gözlemlenebilir, yorumlanabilir, analitik yorumlar geliştirilip tespit edilebilir bir insan kitlesi olmaktan çok, ahlaken tanımlanan bir bütün olarak makbuller ve makbul olmayanlardan oluşur. Bunun ötesinde popülist söylem makbul ve makbul olmayanlar arasındaki ayrıma ahlaken “iyi ve kötü” yorumu getirir. İyi olarak tarif edilen kesim ahlaken üstündür, onun dışında kalan herkes ise –neredeyse- kendilerinde kötücül bir öz taşır. Bu nedenle popülizmin “makbul” gördükleri her zaman mağdurdur, ya “kötü” olarak addedilenlerin gazabına uğramışlardır ya da her zaman bu tehdit altındadırlar. (Bunun kimi örnekleri Gezi olayları sırasında kara propaganda örneği olarak hafızamıza işlenmiş “Kabataş vakası” gibi uç noktalarda ve fantazi boyutundadır.) Tüm bunlar bir noktada sağ popülizmin politik sözünün neden melodramatik bir sahnelemeye dönüştüğünü anlamamıza da imkan verir. Yaşam alanı ve genel olarak dünyanın iyiler ve kötüler üzerinden tanımlanışı, politikanın genellemelerin, streotiplerin, kalıplaşmış yargıların giderek çoğaltıldığı bir düzleme kaymasına ve siyasal alanın melodramatik bir anlatıya terk edilmesine neden olur. Tıpkı melodramlarda olduğu gibi, popülist söylem de toplumsal çelişkileri, iyi-kötü ayrımına indirger; karmaşık ve çok boyutlu meseleleri basitleştirir. Bir anlatı türü olarak melodram, politik sözün yerine geçtikçe, toplumsal alanı işgal eden meseleler iyi ve kötünün mücadelesi üzerinden değerlendirilmeye başlanır. Sosyo-politik çelişkiler, ahlakileştirilmiş bir zemine indirgenir ve imgesel bir manzara içinde görünmez kılınır. Dahası insani yaşam alanını ezeli iki rakibin (iyi ve kötülerin) savaşı olarak katı bir şekilde ayıran bu anlatı, her zaman mağdurlara ve onların kurtarıcıları olan kahramanlara ihtiyaç duyar. Masum, iyi yürekli ve saf halkın kurbanlaştırıldığı durumda popülist lider onları zalimlerin elinden kurtaracak olan kahramandır.
[14] Judith Butler’ın Kırılgan Hayat (2013) adlı kitabında tarif ettiği şekliyle yas hiyerarşisi, kamusal alanda ve politika yapıcılar tarafından “hangi yaşamların ve hangi tür öznelerin yası tutulabilir olduğuna ve tutulması gerektiğine, hangi tür öznelerin ise yasının tutulamaz olduğuna karar veren ayrımcı bir tahsistir”. Bu aynı zamanda kimin normatif olarak insan olarak tanındığına ve yaşanabilir yaşamın ne olduğuna dair dışlayıcı kavrayışlar üretir. 15 26.05.2012 tarihli konuşmanın metni şu şekildedir: “Bunların planlı yapıldığını biliyorum ve bunun, ülke nufüsunun artmaması için atılan adımlar olduğunu biliyorum. Bununla bu ülkenin nüfusu bir yerde durduruluyor. Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Yatıyorsunuz kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir diyorum”. Bkz. “Her Kürtaj Bir Uludere’dir”, https://www.ntv.com.tr/turkiye/her–kurtaj–biruluderedir,z1M5Y2zmwEu6drogItVkiA, erişim tarihi: 28.12.2018
——-
KAYNAKÇA
Arditi Benjamin, Liberalizmin Kıyılarında Siyaset: Farklılık, Popülizm, Devrim, Ajitasyon, çev. Emine Ayhan, Metis Yayınları, İstanbul, 2009
Boym Svetlana, Nostaljinin Geleceği, çev. Ferit Burak Aydar, Metis Yayınları, İstanbul, 2009
Butler Judith, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, çev. Başak Ertür, Metis Yayınları, İstanbul, 2013
Chiantre-Stutte Patricia, “Populist Use of Memory and Constitutionalism: Two Comments – I”, German Law Journal, No.2, 2005
Finchelstein Federico, Faşizmden Popülizme, çev. Ali Karatay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2019
Halbwachs Maurice, Kolektif Hafıza, çev. Banu Barış, Heretik Yayınları, Ankara,2017
Hall Stuart, “The Work of Representation”, Representation: Cultural Representations and Signifying Practices içinde, ed. Stuart Hall, Sage Publications, Londra, 1997
Hofstadter Richard, The Paranoid Style in American Politics and Other Essays, Harvard
University Press, Cambridge, Massachusetts, 1964
İnsel Ahmet, “Popülizm Demek Yeterli Mi?, http://www.birikimdergisi.com/haftalik/9182/populizm–demek–yeterli–mi#.W–3OOugzZPY, erişim tarihi 15 Kasım 2018
Ionescu Ghita, Gellner Ernest, Populism: Its Meanings and National Characteristics, London, Weidenfeld & Nicolson, 1969
Medina Jose, “Toward a Foucaultian Epistemology of Resistance: Counter-Memory, Epistemic Friction, and Guerrilla Pluralism”, Foucault Studies, No. 12, 2011
Mudde Cas, “The Populist Zeitgeist”, Government and Opposition içinde, Volume 39 Issue 4, 2004
Mudde Cas, Cristobal R. Kaltwasser, Populism: A Very Short Introduction, Oxford University Press, New York, 2007
Müller Jan-Werner, Popülizm Nedir?, çev. Onur Yıldız, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017
Taggart Paul, “Populism and Representative Politics in Contemporary Europe”, Journal of Political Ideologies, Volume 9, Routledge, 2004
Thelen David, “Memory and American History”, The Journal of American History, Oxford
Universit Press, Vol. 75, No. 4 (Mar., 1989)
Treverso Enzo, Geçmişi Kullanma Kılavuzu: Tarih, Bellek, Politika, çev. Işık Ergüden, Versus Yayınları, İstanbul, 2005
Wodak Ruth, Forchtner Bernhard “Embattled Vienna 1683/2010: Right-wing populism, collective memory and the fictionalisation of politics”, Visual Communication, Vol.3, Issue 2, 2014
Zizek Slavoj, İdeolojinin Yüce Nesnesi, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2002