SERDAR KORUCU
“Baylar, kısa bir süre sonra tekrar görüşeceğiz. Bütün insanların kaderi bu. Çok yaşa Almanya, çok yaşa Arjantin, çok yaşa Avusturya! Sizi unutmayacağım.”
Avrupa Yahudilerinin yok edilmesinde etkili rolü olan Adolf Eichmann’ın İsrail’deki idamı öncesindeki bu sözleri Hannah Arendt’e göre “ders” niteliğindeydi. Eichmann son dakikalarında insanın kötülüğüyle ilgili uzun dersin ne öğrettiğini özetliyordu sanki. Bu korkunç, fikre ve zikre direnen “kötülüğün sıradanlığı”lıydı.
“Kötülüğün Sıradanlığı” Holokost sonrası yazımda önemli bir dönüm noktası oldu. Auschwitz’i ilk duyduğunda “Bu olmamalıydı. Orada kendimizle bağdaştırıp kabul edemeyeceğimiz bir şey oldu. Hiçbirimizin asla kabullenemeyeceği” diyen Arendt’in yarattığı bu kavram elbette başka “kötülükler” için de geçerliliğini korumakta. Onlardan biri, Holokost öncesinde yaşanan ancak dünya literatüründe en iyimser ifadeyle “hala yeterince incelen(e)memiş” bir soykırım: Dersim.
Almanya’daki Forum Transregionale Studien ve Freie Üniversitesi Küresel Tarih programında misafir öğretim görevlisi olarak çalışan tarihçi Dr. Zeynep Türkyılmaz’a göre Dersim’de sıradan kötülüğün örneklerinden biri, o dönem orduda yer alan askerlerden Yusuf Kenan Akım. Onu, özellikle Akım’ı keşfetmesinin nedeniyse Atatürk Kitaplığı’nda bulduğu günlük… Türkyılmaz, Agos’taki yazısında hatıratı “Dersim Soykırımı’nı şu ana kadar göremediğimiz bir açıdan anlatan vurucu satırlar içeriyor” diyor, “Bu metin benim için hem duygusal hem de entelektüel açıdan beklemediğim kadar sarsıcı oldu” diye ekliyordu. Çünkü yine Türkyılmaz’ın da vurguladığı gibi ölüm saçan uçaklar, cesetlerle dolu nehirler, kesilen kafalar, canlı yakalanıp öldürülen insanlar, köy yakmaları, el konulan hayvan sürüleri ve mağaralarda hayata tutunma mücadelesi Dersimlilerin 1938 anlatısının özeti. Ancak bu hatırattaki önemli fark askerin bunu yaparken ya da yapmadan önce emir beklerken, yine kan dondurucu bir sıradanlıkla ya da kendine dair bir mağduriyet hikâyesiymiş gibi anlatmasında…
Atatürk Kitaplığı’nda bulduğun bu hatırat Yusuf Kenan Akım’a ait. Er olarak Dersim’e gönderilen Akım nasıl biri?
Yusuf Kenan Akım son derece sıradan bir 1930’lar yeni tip vatandaş bana sorarsan. 1938’de 20 yaşında olduğunu göz önünde bulundurursak Osmanlıcayı ve Latin alfabesini okulda öğrenmiş son kuşaktan olduğu ortaya çıkıyor. Bu sebeple iki yazıyı da rahatlıkla kullanıyor. Ancak kişisel olarak da yazı yazmakla iyi bir ilişkisi olduğunu söyleyebiliriz.
Askerliğin dışında hatıratında nelerden bahsediyor?
Hiç gün sektirmeden tuttuğu bu hatıratın yanı sıra, sık sık yazdığı ve almayı beklediği mektuplardan bahsediyor. Alışıldığı üzere askerlik dönemine has bir şey değil ama öncesinde ve sonrasında da sevdiği kadına, arkadaşlarına ve aile bireylerine mektup gönderiyor. Sıklıkla sinemaya gidiyor örneğin, Kazım Paşa Sineması’nda izlediği filmlerin adlarını kaydediyor. Sevişmek Arzusu ve Hırsızlara Karşı, ilk bahsettiği filmler. Sonra, yine 1930’ların neredeyse alametifarikası olan Halkevi’nde konser dinlemeye gidiyor. Arkadaşlarıyla geziyor, ara sıra bira içiyor. Nedime’ye olan aşkı oldukça tutkulu ve belki biraz saplantılı. Bıkmadan usanmadan yazıyor Nedime hakkında, bazen ismini açıkça yazarak, bazense sadece X işaretini kullanarak. Notlarda bir sürü şey var sevgilisine dair ama benim aklıma takılan Nedime’nin devam ettiği okulu bıraktığını öğrendiğinde verdiği tepki. Diyor ki “Bir cihetten müteessir oldum. Bir taraftan da sevindim. Çünkü şimdi çaylara falan gitmez…” Zaten yazıların büyük kısmında yazarın bu gönül ilişkisinde mustarip olduğu kıskançlık ve güvensizliğini hissediyorsunuz.
Osmanlı sonrası dönemin, Cumhuriyet’in “yeni erkek”lerinden biri değil mi? Bir yandan sevdiğinin okula gitmesini istemiyor, isteyemiyor fakat içten içe hissettiği tam da bu.
Bir yanıyla şahsi hikayesi tabi ki ama bir yanıyla da Cumhuriyet’in yeniden tanımladığı erkeklik ve kadınlık rollerinin yarattığı bir gerilimin yansıması bu aslında. Her ikisinin de ilişki içerisinde son derece rahat olabildiği yansıyor satırlarına. Ancak bir yandan da Nedime’yi fazla başına buyruk buluyor muhtemelen. Devamlı da sevgilisinin vefasız, ilgisiz olduğuna ve kendisine hak ettiği değeri göstermediğine dair şikâyetleri olan öfkeli, kırılgan ve endişeleri giderilmeye muhtaç bir erkek profili görüyoruz. Sırf bu yazdıklarına baktığınızda da okuyucuyu kendine sevgiyle bağladığını söyleyemem ama cani olduğunu düşünmek mümkün değil tabi.
Yani Shakespeare’in karakterleri Macbeth ya da III. Richard gibi bir “cani”den bahsetmiyoruz büyük ihtimalle. Kendi başına “kriminal” değil. Bu nedenle Agos’taki yazında da altını çizdiğin gibi Hannah Arendt’in “sıradan kötülüğü” bulduğu Adolf Eichmann’a daha yakın değil mi?
Hatıratın kalanında anlattıklarını düşününce böyle bir profil doğal olarak akla Hannah Arendt’in sıradan kötülüğünü getiriyor. Ancak benim iddiam o ki Yusuf Kenan Akım Hannah Arendt’in tahayyülünün ötesinde sıradan kötülüğün içini dolduran, belki de o fikrin vücut bulmuş hali. Parti üyesi ve Gestapo’nun ‘Yahudi Sorunu’ bölümünün başında, emir aldığı kadar emir ve karar da veren bir pozisyonda olan Eichmann’a karşın, askerliği boyunca emir-komuta zincirini en alt sıralarında yer alan, özel konuları hariç pek bir konuda fikir beyan etmeyen, sivil hayatında da göze çarpan herhangi bir özelliği olmayan bir kişiden bahsediyoruz. Bir diğer öneml i fark da toplu kıyım karşısında yüzeysel, umarsız ve ilgisiz tavrı ve kendinin dahil olduğu bir kolektifin yaptıklarına dair soğukkanlı anlatıyı Eichmann örneğinde olduğu gibi geriye dönük, yargılanırken değil de anbean yaşarken yaptığı kayıtlardan hissediyorsunuz. Ben bu iki sebepten Arendt’in tarif ettiği, ancak Eichmann’ı tam olarak tasvir ettiği tartışmalı olan profile daha yakın olduğunu düşünüyorum.
Yani Eichmann gibi “şeytani ve uğursuz bir derinliği” de yok.
Evet, yukarıda özetlemeye çalıştığım karakterin görebildiğimiz “şeytani ve uğursuz bir derinliği” yok, belki de pek derinliği de yok aslında. Hakikatten o kadar kuru bir anlatım var ki tarama operasyonlarını anlattığı kısımlarda, insan niyesini ve nasılını merak ediyor, ancak bir sürü soru cevapsız kalıyor. Örneğin seferin Kürtlere karşı olduğunu söylüyor, bir şekilde Kürtlere dair herhangi bir yorum, düşmanlık ya da nefret ifadesi de yok. Öldürmenin herhangi bir açıklaması, merakı veya endişesi de yok.
‘SEVGİLİSİNİ YAZARKEN KESİLEN KAFALARI YAZMAKTA BEİS GÖRMÜYOR’
Hannah Arendt, Eichmann için “sadece, gündelik dilde söyleyecek olursak, ne yaptığını hiç fark etmemişti” diyordu. Benzeri bu örnekte de geçerli mi? Yaptıklarının kaydını tutmasının nedeni de “ne yaptığını hiç fark etmemesi” olabilir mi?
Neden hatırat yazdığını soruyorsan, ben bunun da dönemin kültür ve eğitim politikaları ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Yani neredeyse eminim ki 1937 ve 1939’da da günbegün o yıllar için hazırlanan muhtemel ki Ece Ajandası’na kaydedildi. Herkes tabii ki bunu yapmıyor, ama eğitim alan herkesin bunu yapma ihtimali var. Neden Dersim’de yaşananları yazdığını soruyorsan, bence bu da umursamamakla alakalı. Zira Bay Akım sevgilisini yazarken, bir yandan da kesilen kafaları yazmakta beis görmüyor, çünkü en azından o an içinde duygusal bir iz düşümü olarak korku ya da gerilim yaşadığı da hissedilmiyor. Kendisi açısından uzun süreçte bir sorun yaratacağına dair bir endişe de belirtmiyor. Ayrıca bunların hiçbirisinin olması için bir sebep olmadığını geriye dönük olarak biz biliyoruz.
Bu hatırat içinde ilginç olan şeylerden biri de kendisini konumlandırdığı yer. “9 Eylül. Ah bugün İzmir’de olsaydım. Halbuki dağ başında Kürtlerle uğraşıyoruz” diyor mesela. Derenin içi öldürülen insanların cansız bedenleriyle doluyken en büyük sorunu susuzluk oluyor, yürümekten şikayet edip “Buralarda çok sefil kaldık” diye ekliyor. Yani bir “mağduriyet” mi yaratmaya çalışıyor?
Benim için bu hatıratın en çarpıcı yanlarından birisiydi. Bu konuda çok uzun süreler çalışmış birisi olarak sayısız rapor okudum. Belki tekrar olacak ama bu raporların resmi ve soğuk dilinin içinde bile bir cevap verme, merak giderme, sorgulama durumu oluyor. “Dersim kolonize edilmelidir çünkü başka türlü ıslah olmaz” diyor örneğin Fevzi Çakmak, ya da “Kız çocukları alınmalıdır çünkü Kürtleşiyorlar” diyor Şükrü Kaya. Burada ise hiçbir açıklama yok. Sadece mağdur olduğunu iddia eden fail ve korkunç fiiller var. Karşısındakilerin mağdur olup olmadığıyla ya da yaşadıklarını hak edip etmedikleriyle de ilgilenmiyor. Bu seviyede bile bir duygusal bağ kurmuyor. Sadece kendi kolektifi ve hissettiği fiziksel zorluklarla ilgileniyor. Soğuk, susuzluk coğrafi zorluklar, uzun saat yürüme, uyuyamama, ya sabaha karşı operasyona çıkmak için uyandırılma gibi. Bu açından çok zorlayıcı bir metin.
Hatıratta sadece “topluca tarayan, toplayan ve öldüren bir faillik” var senin de belirttiğin gibi. Kurşunu kendisi sıktı mı bilmiyoruz. Neden böylesi bir dili, muğlaklığı seçmiş olabilir?
Toplu kırımlar üzerine yapılan araştırmalar aslında bize gösteriyor ki, sıradan kötülüğün hemen hep organize, hiyerarşik ve kolektif bir tarafı var, belki de kaçınılmaz olarak böyle. Bireysel olarak sadece cesaret edemeyeceği değil, tahayyül bile edemeyeceği, etmek istemeyeceği şeyleri, belirli koşullar altında hiç sorgulamadan yapabiliyor insanlar. Burada iki dinamiği vurgulamak lazım. Birisi emir komuta zinciri, yani bireyler emredileni, o makama inandığı için, ideolojik sebeplerle, emri sorgulamayı bile düşünmeye gerek duymadığı ya da itaatsizliğin sonuçlarından korktuğu için uygulayabiliyor. Ancak ikinci olarak da kolektif içinde olmanın beraberinde getirdiği, bir yandan baskı bir yandan da coşku hali var ki bu iki dinamiği de çok net fark ediyorsunuz hatıratta. Muğlaklık burada devreye giriyor bence. Sonuç olarak hatırat bir ego metin ve özü itibariyle birey olmaya dair. Yusuf Kenan Akım da kendini anlatıyor, ancak buradaki karışıklık işlediği fiillerle ilişkisini kolektifin parçası olmakla tanımlamasından kaynaklanıyor. Tabii bu aidiyette de bazen muvazzaf bir asker olarak hiyerarşik bazen de silah arkadaşları olarak daha eşit bir konumlanıyor.
Birey olmaya daha yakında bakarsak, örneğin alınan emirlerin özellikle fiziksel olarak zorlayıcı olanlarından hazzetmediğini hissettiriyor, genelde mızmızlanma ve şikâyet halinde. Köy tarama ve yakmaya dair daha umursamaz bir hal var, ama diyebilirim ki çatışmalar ve kafa kesmelere dair anlatımlarda ara sıra umursamazlık ama daha çok kolektif bir coşkunluk var.
Bu sebeple konu kafa kesmeye gelince fail belirginleşiyor ama ancak bir başka bölüğe karşı kendisinin de dahil olduğu bölükten bahsetmek şeklinde. Örnek vermem gerekirse “Bizim bölük, azılılardan birisinin kellesini getirdi. Başka bir bölük de Seyithan’ın kafasını getirdi” diyor. Kendi bölüğünde de kafa keseni özellikle vurguluyor. Ancak suçu ona yüklemek ya da lanetlemek için değil, daha çok bir iş bölümü ya da yetkinlik gibi. Zira bölük olarak kahramanlık payesi verilmiş olmasından pek şikayet etmiyor hatıratta.
“Bizim bölükte Ruşen isminde er var. Bütün kafaları o kesiyor” diyor bir başka bölümde de. Burada isim ilgi çekici. Farsça aydınlık demek olan bu isim Kürtçede de var. Pek çok Farsça/Kürtçe isim Kürt olmayanlarda da kullanılsa da Türkiye ordusu içinde Kürt erlerin varlığı tartışılmaz gerçek ve belki de Ruşen bir Kürt erdi. Dersim Soykırımı’nda böyle bir failin olma olasılığı aklına soykırım sürecindeki konumları elbette farklı olsa da kapo’ları, sonderkomando’ları getirmiyor mu?
Bu yazı yayınlandıktan sonra çok fazla sayıda mesaj aldım. Bunlardan birinde bahsedilen bir hikaye çok vurucuydu. Dersim Operasyonu’na katılan bir tanıdıklarının hep ağladığından, yaşananları hiç anlatmak istemediğinden bahsediyordu. Müteakip yazışmalarımızdan bu askerin kendisinin muhtemelen 1921 sonrası Karadeniz Rumlarının sürgünleri sırasında hayatta kalmış bir yetim olduğunu öğrendim. Şimdi bu da bir fail profili ve hikayenin ne kadar ve çetrefilli olduğunun da kanıtı. Kendisi bir kırımın mağduru olup, bir diğerinde, belki de gönülsüz olarak fail durumunda da kalabiliyor. Bu sebeple Dersimin ‘ıslahında’ failliğin hem kritik hem de çalışılması zor bir mevzu olduğunu düşünüyorum, Dersim meselesi Cumhuriyet eliti acısından kurucu bir mevzu hem yarattığı ideal vatandaş tanımı, hem de katılım açısından. Şu ana kadar mesele genelde kararı kim verdi üzerinden tartışılıyor, ama daha yakından bakarsanız neredeyse Dersim’in ‘ıslahı’ üzerine fikir beyan etmemiş, ya da bunu katılmamış kimse kalmamış Cumhuriyet siyasi eliti arasında. Bu geniş katılımın şu ana kadar pek konuşulmamış bir diğer veçhesi de hem 1937’de hem de bu hatıratın tutulduğu 38’deki tarama operasyonları sürecinde buraya Türkiye’nin her tarafından getirilen askerler. Benim görebildiğim kadarıyla bunlar her kesimden geliyor, her sınıftan her gruptan geliyor, yani sadece Türk, Sünni, ya da Kürt diye sınırlamak mümkün değil. Sorumluluk tartışmasının bunu dikkate almadan ilerlemesi mümkün ve manalı değil. Bu hatırat buna da işaret ediyor aslında.
Rudaw’dan Gülbahar Altaş’ın sorularını yanıtlarken “Dersim’in Soykırım olduğunu söylemek için illa bu tür belgeleri bulmaya gerek yoktur” demiştin. Yine de böyle bir belgenin ortaya çıkarması özellikle fail anlatıları içinde büyük öneme sahip değil mi? Mesela çok daha yakın tarihli olan 6-7 Eylül Pogromu sonrasında sadece bir failin itirafı, Mikdat Remzi Sancak’ın Zaman gazetesine 2013’te verdiği röportajla gün yüzüne çıkmıştı.
Tarihçiyim ve belge aramak bulmak, analiz etmek isimin en önemli kısmı. Özellikle toplu kırımla ilgili böyle bir belge tabi ki yayınlanmalı ve paylaşılmalı, her ne kadar benim bunun üzerine bir şey yazmaya kendimi ikna edebilmem bir seneye yakın sürdüyse de. Gerçekten de vicdani olarak çok zorlayıcı bir metin.
Ben “İlla bu tür belgeleri bulmaya gerek yoktur” derken, bulunmasın demek istemiyorum tabii ki. Tam tersi, Agos’ta çıkan yazıda o dönemde Dersim’de bulunmuş asker ailelerinden, ellerinde fotoğraf ve benzeri materyaller bulunanlara çağrı yaptım. Bu tür bir hafıza paylaşımın çok önemli olduğunu düşünüyorum, hem yüzleşme siyaseti açısından hem de bir vicdani borç olarak. Bu 38’in mağdurlarına, onların yaşayan çocuklarına ve torunlarına olan etik yükümlülükleri. Örneğin bu hatırat olmasa yanında bir sürahi çökelek bırakıp, kendini gördüklerinden, göreceklerinden ya da yaşayacaklarından kurtarmak için asan Kürt kadınından haberimiz olmayacaktı. Hala kim olduğunu, ismini ve tam olarak ne yaşadığını bilmiyoruz, fakat var olduğunu biliyoruz. Uzun süren unutulmuşluğun ve yok sayılmanın ardından, tekrardan tarihin bir parçası o. Yazıyı okuyan Mısırlı bir tarihçi arkadaşım, “Bu küçük de olsa bir hak teslimi” diye yorumladı. Susturulanın sesini duymaya ve duyurmaya çalışmak, yok sayılanı görünür kılmaya çabalamak eleştirel tarihçiliğin olmazsa olmazlarından. Bu tür belgeler bu tür müdahaleler yapabilmek için çok önemli yoksa Dersim 38’in tanımı ve kategorizasyonu için değil.
‘DERSİM’DE YAŞANANLAR 1948 SOYKIRIM TANIMINA BİREBİR UYUYOR’
Belge konusu açılınca Ermeni Soykırımı’nda da olduğu gibi yine akıllara Dersim için de “Soykırım mı, değil mi?” tartışması geliyor. Bu artık geride kalmış bir aşama değil mi?
Belge tartışmalarına Dersim özelinde de birkaç söylemek isterim. Öncelikle, Dersim meselesini 1979 yılı itibariyle İsmail Beşikçi teşhis etmiştir. Dersim jenosidi der çok sınırlı saydaki resmi kaynak üzerinden ve aydın sorumluluğu üzerine de çok önemli bir tartışma yapar. Bundan sonrası bence neden ve nasılı anlamaya dair bir çaba olmalıdır, ne olduğuna dair değil. Tabii bu tanıma katılmıyorsunuzdur, o zaman başka bir tartışma açarsınız. Ama benim görebildiğim kadarıyla planlanmasından, uygulanmasına, askeri operasyondan, eğitim politikasına kadar 1948 Soykırım Sözleşmesi’ndeki tanıma birebir uyuyor.
Bu açıdan bu metin hiç bilmediğim bir şeyi söylemedi, ancak iki mevzuda kafa karıştırıcı oldu. Birisi yazıyı üzerine kurduğum faillik ve sorumluluk meselesi. Diğeri de medenileştirme kurgusu içinde yapılan, dönemin mevcut bütün savaş teknolojilerinin kullanıldığı bir operasyonda bir tedip metodu olarak kafa kesmenin tercih edilmesi. Hali hazırda bunlar üzerine düşünüyorum ve yazıyorum.
İkinci olarak da Dersim özelinde bir şiddet doygunluğu ve normalleştirmesi yaşandı maalesef. Bu ölçekteki travma çok uzun süre tabu olarak kaldı ancak kamusal alanda konuşulur hale geldiğinde de hızla tüketildi. Tekrar konuşulabilmesi için her seferinde yeni ve daha şedit bir mağduriyet belgesine ihtiyaç duyulur hale dönüşmesi, bunun bir pazarının olması çok rahatsız edici. Ben 20 yıldır Dersim çalışıyorum ama özellikle son 10 yıldaki “bulunan” belgelere bakarsak, bunların önemli bir bilgi birikimi yarattığının altını çizmek lazım. Ama maalesef bu süreçte toplumsal farkındalık, yüzleşme, mağdurların talepleri ve zararlarının tazmini ve adaletin geç de olsa teslimi konusunda hemen hiçbir ilerleme kaydedilmedi.
Son olarak eklemek istediğim nokta da araştırmacıların etik yükümlülükleri üzerine ki ben bunun özellikle toplu şiddet çalışanlar için mühim olduğunu düşünüyorum. Belgenin keşfi iddiası ve belge fetişizmi, çoğunlukla başka tür arşiv ve hafızaların önemsizleştirilmesi ya da daha fenası sayılması ve travmanın kendisinin araştırmacının gölgesinde kalmasına yol açabiliyor. Her ikisi de hem metodolojik hem de etik olarak sorunlu durumlar. Aslında bakarsanız bulunan yeni bir şey yok, Hepsi zaten Dersimlilerin bildiği anlattığı ve özellikle de ağıtlarında aktardığı şeyler. Mesela Z Kalan’dan çıkan belge ve ağıtlardan oluşan Tertele: Ağıtların Diliyle Dersim 38 adlı kitaba bakabilirsiniz detaylar için. Yine ağıtlar üzerinden Dersim 38’in Dersimlilerin kaynakları üzerinden eleştirel bir yeniden okuması için Yektan Türkyılmaz’ın makalesini tavsiye ederim.
Kafa kesme meselesi de bilinen bir durum. İnternette aratırsanız çok sayıda fotoğraf çıkıyor, ayrıca Ayşe Hür’ün de bu konuda bir yazısı var (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/kafa-kesmenin-kisa-tarihcesi-1218267/) . Altını çizerek tekrarlıyorum, burada yeni olan şey birinci şahıs failin anlatısı olmasıdır. Ancak bu durumda da gün yüzüne çıkan ve failce teyit edilen hikâyenin 38 mağdurları hariç sahibi yoktur. Bırakın araştırmacıyı, asker Yusuf Kenan’ın bile değildir bana sorarsan.
Bu belgeyi Atatürk Kitaplığı’nın yakın zamanda internet üzerinden kullanıma açılan dijital kaynaklarında buldun. Böyle bir hatıratın resmi bir kurum tarafından dijital ortama aktarılabilmesi sizi şaşırtmadı mı?
Ben bu hatıratın çok kaba bir tabirle ulu orta ulaşılabilir olmasına tabii ki çok şaşırdım. Sanırım isinin ehli olmayan birisi girişteki Latin alfabesiyle tutulmuş notlara baktı ve kataloğa ekledi. Ben maalesef ancak yazı çıktıktan sonra tekrar kontrol ettim, o da gelen mesajlarda metni bulamadıklarını söyleyenler olduğu için. O tarih itibariyle artık katalogda görünmüyordu. Telefon açıp hatıratı talep eden bir kişiye içeriği sakıncalı bulunduğu için kaldırıldığı söylenmiş. Benim yazımdan sonra mı kaldırıldı, bilmiyorum. Ama bana daha muhtemel gelen senaryo, hatırata ulaşan başka bir araştırmacının kuruma haber vermesi ve başka okuyuculara ulaşmasını engellenmek istemesi. Sebep ne olursa olsun, hatıratın ve muhtemel diğer belgelerin üzerinde sansür ve kontrol uygulaması olduğunu bir kez daha teyit ediyor ki, bu 2011 sonrasında Meclis’te toplanan belgelerin ulaşılabilirliği mevzusunu tekrardan akla getiriyor.
Dersim, AK Parti iktidarları açısından farklı bir konu. Pontus Soykırımı zaten konuşulmamaya özen gösterilen bir alan. Ermeni Soykırımı söz konusu olduğunda “tarihi tarihçilere bırakma” düsturu hiç elden bırakılmadı. Halbuki yaklaşık 20-25 yıl sonraki Dersim için o dönem başbakan olan Erdoğan özür dilemişti. Her ne kadar özür süreci işle(ye)memiş olsa da. Bu fark neden?
Buna zaten herkesin malumu olanı söyleyeceğim. Dersim zaten İslami kesimin Necip Fazıl üzerinden hatırladığı ve sınırlı da olsa tek parti rejiminin bir diğer mağduruna acıma refleksi verdiği bir mevzuydu. Kılıçdaroğlu sonrasında ise tümden bir siyasi manevra malzemesine dönüştü ki yukarıda bahsettiğim tabunun bir anda konuşulur hale gelmesi ancak adalet ve yüzleşme yerine şiddetin normalleşmesi ve tüketilmesi, bu süreç dahilinde oldu. Bu yüzden de konuşulur hale gelmesine rağmen gerçek adımlar atılmadı. Kılıçdaroğlu gençliğinde Dersim 38 üzerine kaynak toplamış ve örneğin Çağlayangil kaydı gibi önemli işler yapmış birisi. Ancak CHP’nin genel başkanı titriyle bu süreçte manalı bir tavır alamaması, katliamın tanınmasını savunamaması ve özellikle de CHP sorumluluğuyla yüzleşmekten kaçınması gerçekten akıl almaz. Dersim 38’in fail çerçevesinin ne kadar geniş olduğunu görüyoruz. Bu tür sığ bir siyasete rehin bırakılması çok talihsiz.
Agos’taki yazın sonrasında aldığın tepkiler nasıldı?
Aslında benim beklediğimden çok tepki geldi ve genelde olumluydu. Ben çok fazla olumsuz tepki gelmemesine şaşırdım aslında. Sosyal medyada gördüğüm negatif yorumlar da belgenin gerçekliğini sorgular değil içeriğinde bahsedilen şiddetin gerekliliğini savunur eder nitelikteydi. Yani “Bir daha asla” denilmiyor, bu çok korkutucu. Siyasi cepheden tepkisizliği kastediyorsan yukarıda da bahsettiğim üzere, çoğunluk için Dersim meselesi temel bir mevzu değil artık. Adalet, tanıma ve tazmin gerektirmeyen bir siyasi manevra alanı. Ortaya çıkan yeni hikayeler ve belgeler üzerinden geçici bir duygulanma durumu olabiliyor ama orada kalıyor maalesef.
Bu söyleşi, 15 Ocak 2020 tarihinde Gazete Duvar’da yayınlanmıştır…