Yunus Sözen
Türkiye’de asıl sıkıntı ne biliyor musunuz? Bürokratik oligarşi. Asıl sıkıntı budur. Biz yürütme olarak bir şeyler yapmak istiyoruz. Zannediyor musunuz özel sektörün rahatlığı bizde var? İnanın, o rahatlık, o huzur bizde yok. Biz yürütmeyi tüccar mantığıyla yapacağız demiştik. Bugün de aynı şeyi düşünüyoruz.
Recep Tayyip Erdoğan 19.06.2004
Bu yazıda, AKP’nin bazen eylemlerinin ve sınıfsal çıkarlarının meşrulaştırmasından ibaret olan, ama bazen de eylemlerine yön veren ideolojisinin, Türkiye’de var olan yarı-otoriter rejimin otoriterliğinin derinleşmesine yol açtığını iddia ediyorum. Daha teorik bir ifadeyle, AKP’nin neo-muhafazakar popülizminin, modern demokrasilere (siyasal, liberal veya burjuva demokrasisi) içkin olan yöneticilerin yönetilenlerden göreli özerkliğini yok etme iddiasına rağmen (milli iradenin yönetime yansıtılması iddiası), tam tersi bir etkiyle, yürütmeyi güçlendirip, yöneten-yönetilen ayrımını yönetilenler aleyhine geliştirdiğini savunuyorum. Bu durumu göstermek için önce AKP’nin ideolojisinin üç öğesini, yani neo-liberalizm, muhafazakarlaştırmacılık ve popülizmini inceleyeceğim; ikinci olarak, kısa bir sosyalist ve liberal demokrasi tanımı yaptıktan sonra, bu ideolojinin var olan 12 Eylül kurumları çerçevesinde ve Kemalistlerle çatışmasının doğasından dolayı nasıl yönetenlerin özerkliğini arttırdığını (rejimi otoriterleştirdiğini) tartışacağım. Son olarak da, neden bazı sosyal bilimcilerin ve kanaat teknisyenlerinin[1] AKP Türkiye’sindeki siyasal gelişmeleri demokratikleşme olarak gördüklerini anlamlandırmaya çalışacağım.
AKP’nin İdeolojisi: Neo-muhafazakar Popülizm
Bu bölümde sadece AKP’nin ideolojisinin en temel öğelerini belirliyorum, bu öğelerin siyasal demokrasiyle ilişkisi tartışmasınıysa demokrasi nedir bölümünden sonraya bırakıyorum.
Neoliberalizm: AKP’nin ideolojisinin ilk tartışacağım öğesi onun sermayeciliği ve sağcılığı, yani piyasalar ve düzenleyici devlet ikilisine dayanan neoliberalizmi. Bu öğe, kuruluşundan itibaren partinin ekonomi politikalarını belirliyor. Parti tüzüğüne göre, AKP “piyasa ekonomisinin tüm kurum ve kurallarıyla tesisini amaçlar. Devletin ekonomi içindeki rolünü, düzenleyici ve gözetici fonksiyonları ile tanımlar”[2]. Bu madde elbette AKP’nin sermayeyle organik ilişkilerinin bir yansıması. Örneğin, partinin kuruluş programıyla Müsiad’in Anayasa reformu ve yönetimin demokratikleşmesi raporu arasında kuvvetli bir benzerlik var[3] ya da AKP’yi kuran yenilikçiler henüz Fazilet Partisinden ayrılmadan Albayraklar gazeteleri Yeni Şafak üzerinden açıkça bu gruba destek veriyorlar. Ama belki de en dikkat çekici istatistik,
AYM kararıyla kapatıldığında, FP’nin toplamda 100 civarı milletvekilinin, takipçi partiler Saadet ve AKP arasında eşit şekilde paylaşıldığı bir ortamda, Gümüşçü ve Sert’in saydığı üzere, Fazilet Partisinin 31 işadamı milletvekilinden 28’inin AKP’ye katılması olsa gerek[4].
Bu bilgiler ışığında, Erdoğan, Gül gibi siyasetçilerin önderliğinde yenilikçilerin milli görüş gömleğini çıkarmalarını, İslami hareket içinde piyasaların milli görüşün devletçi tahakkümünden ‘özgürleşmesi’ olarak okumak mümkün. Bir başka ifadeyle, İslamcı sermaye gruplarıyla organik ilişkileri olan yenilikçi grubun yükselişi, onların önce milli görüş çizgisini giderek ekonomi politikaları bakımından sağa kaydırmalarından, daha sonra da, milli görüş hareketinin piyasalarla en barışık FP kabına dahi sığmayıp AKP’yi kurmaları sürecinden izlenebilir[5]. Daha sonra HAS partinin kurucularından olacak Mehmet Bekaroğlu’nun ifadesiyle, “AKP milli görüşün içinde hep var olan, Özalcı biraz, serbest piyasacı [kanadın temsilcisi]. Ben AKP milli görüşten uzaklaştığı için değil, sağcı, neoliberal bir siyasi hareket olduğu için, Türkiye ekonomisini global kapitalizme bağlamaya çalıştığı için AKP’de değilim”[6].
Muhafazakarlık: AKP’nin ideolojisinin değinmek gereken ikinci öğesi muhafazakarlık. Muhafazakarlık, neoliberalizmden ve popülizmden farklı olarak, AKP liderliğinin partilerini tanımlarken kullandıkları bir ideoloji. Bu yazıdaki çerçeveye göre, bu ideolojik öğeye muhafazakarlık yerine toplumu dönüştürme amacını da vurgulayan (toplum mühendisliği yapan), muhafazakarlaştırmacılık demek daha doğru olur. Ancak bu ikinci terim, AKP’nin siyaseti önemsizleştirirken sosyal olanı aşırı siyasallaştıran popülizmini tartıştıktan sonra ancak anlam kazanacağı için, bu bölümde sadece muhafazakarlığına değineceğim.
AKP kendi muhafazakarlığını tanımlarken bu kavrama zaten içkin olan muğlaklığı da yansıtıyor. Örneğin, Erdoğan’ın 2004 yılındaki bir konuşmasındaki muhafazakarlık tanımı modern toplumlardaki neredeyse bütün dikotomileri aşacak kadar geniş: “geleneği dışlamayan bir modernlik, yerelliği kabul eden bir evrensellik, manayı reddetmeyen bir rasyonellik, köktenci olmayan bir değişimcilik”[7]. Bütün bu muğlaklığa rağmen, AKP’nin muhafazakarlığını, tüzüğünde ve programında aileye yaptığı vurgu[8], yine aileyle ilişkili olarak sosyal politikalarının kadının toplumdaki yerini algılayışı, sosyal yaşamda alan daraltma ve hatta kaç çocuk yapılacağına dair verilen reçeteler gibi, özel hayatla ilgili konulardaki tutumundan çıkarsamak mümkün. Binnaz Toprak’ın ‘Türkiye’de farklı olmak: din ve muhafazakarlık ekseninde ötekileştirilenler’ araştırması, iktidar pratikleriyle mahalle baskısı arasında kuvvetli nedensel ilişkiler kurmasa da (nedensel ilişkiyi aşağıda tartıştığım popülizmin muhafazakarlıkla birleşmesinde aramak yerinde olabilir), muhafazakarlığın AKP’nin yeniden tarif ettiği makbul vatandaş tanımının dışına düşenler açısından ne kadar alan daraltıcı olabileceğinin bir resmi olsa gerek[9]. Son olarak, neoliberalizmle muhafazakarlığı birleştiren neo-muhafazakar ideolojiyi kabaca da olsa söyle özetleyebiliriz: ekonomi özel alandır onun için emeğinin nasıl sömürüldüğüne karışmam, ama yatak odasında neler yaptığını bilmek istiyorum diyen bir devlet ideolojisi. Gerçekte de, bu iki ideoloji tarihsel olarak birçok bağlamda birbirini tamamlıyor. Örneğin, çok sayıda gelişmekte olan ülkede, neoliberalizm askeri darbelerin yumruğuyla geldiyse de, seçimlerin olduğu bir sistemde (her gelişmişlik seviyesinde), neoliberalizm, muhafazakar popülizmin yumruğuna ihtiyaç duyabiliyor.
Popülizm: AKP’nin ideolojisinin üçüncü ve belki de en önemli öğesi onun popülizmi. Popülist ideolojilerin temelinde sınıflardan bağımsız olarak düşünülen bir halkın/milletin[10] siyasal aktör olarak imal edilmesi var[11]. Bu imalat süreci şu şekilde oluyor: öncelikle popülist ideolojilerde (ve AKP’nin ideolojisinde) halkla müesses nizamı/statükoyu (beyaz Türkler, elitler, oligarşi, halkın değerlerine yabancı laikçiler vs.) ayıran çatışmacı bir sınır olduğu kabul ediliyor. Bu ikiye yarılmışlığın içinde ne halk kendi içinde bir çeşitlilik gösteriyor ne de milletin kurucu ötekisi elitler. Popülistlere göre de siyaset bu şekilde tarif edilmiş bir halkın iradesinin yönetime yansıması olmalı. Bir başka ifadeyle, halk iradesinin yönetimde restorasyonu gerekli, yani kurulu düzenin kurumlarından ve elitlerinden millet iradesini özgürleştirmek[12] gerekli. Bunun icin de mesela Erdoğan’ın sıkça dillendirdiği silivri-kandil tezgahlarının (hakiki Türk milletinin karşısına düşen tekil bir düşman grup) milli iradeye ipotek koyması engellenmeli.
Bu çerçevede, demokrasi de, kimliksel özellikleriyle tanımlanmış hakkına el koyulmuşların ya da elitler tarafından örselenmişlerin yönetimine indirgenmiş oluyor. Erdoğan’ın ifadesiyle, “AK parti iktidarı hiçbir zaman statükoya teslim olan, geçmişin yanlışlarını tekrar eden, milli iradeyi ipotek altına almak isteyenlere göz yuman bir anlayış içinde olmamıştır.”[13] Bu görüşe göre AKP döneminde demokrasinin ilerlemesinin asıl sebebi de milli iradenin özgürleşip, onun yönetime yansımasıyla devlet-millet kaynaşmasının gerçekleşmesi: “bize göre, toplumu zayıf bırakan, bölgesel adaletsizlikleri derinleştiren, insanlarımızın güven duygusunu zedeleyen en önemli unsur yönetim ile halk arasındaki kopukluktur. Daha önceki iktidarların halk ile yönetim arasında açtığı mesafeyi kapatmak elbette kolay bir iş değildir. İşte biz bunu başardık. Biz o mesafeyi kapattık. Biz halka fildişi kulelerden bakmıyoruz, biz halkın içinde yaşıyoruz”.[14] Sonuç olarak bu anlayışta demokrasi, bu milletin bağrıyanık çocuklarının, fedakar ve cefakar hakiki Türk evlatlarının, ilim olmasa da ondan daha değerli olan irfan sahibi bu erdemli halkın, bu ülkeyi yönetmesinin önündeki engellerin kalkması demek oluyor.
Tekrar vurgulamak gerekirse bu anlayışın demokrasisinin önündeki engeller, hem popülistin halk tanımının dışına düşen, milletin değerlerine yabancı bütün toplumsal ve siyasal grupları kapsıyor, hem de o güne kadar halkın tamamına ermesinin önündeki müesses nizamin kurumsal müdahalelerini (bunlar demokratik kurumların yürütmeyi kısıtlayan ve demokrasinin işlemesini sağlayan müdahaleleri de olabilir, demokrasi dışı her çeşit müdahale de).
Popülizmin bu ideolojik dünyasında yönetmeye hakkı olanlar, hakiki olarak tanımlanan ve halkın tamamı olduğu iddia edilen toplumun bir kesiminin doğal temsilcileri haline dönüşmüş oluyor. İşte tam da bu şekilde, sağ popülizm, siyasetin alanını toplumsal aidiyetlere kaydırıyor ve toplumsal olanı politize ediyor. İktidardaki popülist AKP’nin de, somut olarak kimi hakiki Türk olarak tanımladığı, Türkiye’yi kim yönetirse (ve doğal olarak kim yönetimin dışında kalırsa) bu partiye göre demokrasiyi geliştireceğinin ifadesi oluyor. AKP popülizminde hakiki Türk milletinin somut toplumsal karşılığı da mütedeyyin ve Hanefi Müslüman Türkler, böyle olunca işçisini sigortasız çalıştıran MÜSIAD üyesi patronu da ve elbette onun sigortasız çalıştırdığı işçi de bu tanımın içine rahatlıkla girebiliyor.
Yönetme hakkının kimde olacağı herhangi bir siyasal pozisyonun hangi sınıfsal veya siyasal çıkarları temsil ettiğine göre değil de, milli iradenin milletinden kimin anlaşıldığına göre toplumsal kimliğiyle belirlendiği için, AKP hegemonyasını pekiştirdikçe dışarda kalanlar için çember sadece siyasal değil toplumsal olarak da daralıyor. Yani AKP, millet dediği kitleyi, Sünni (Alevi değil), mütedeyyin (seküler değil) ve giderek de artan şekilde Türk (Kürt değil) olarak çağırdığı için, kitlesinin bu kimliklerini öne çıkartarak, muhafazakar milliyetçi olmakla kalmayıp muhafazakarlaştırıcı ve milliyetçileştirici bir ideoloji haline geliyor.
Son olarak, popülizmin gelişmesi için, AKP’nin kurduğu şekilde düzenden mağdur olmuş bir halk kurgusunu imal etmeye müsait bir ortam gerekmekte. Bu da Türkiye’de AKP’nin kurulduğu 2000’lerin başında fazlasıyla bulunuyordu. Bir taraftan derin 2001 ekonomik krizi ve sermaye sınıfındaki 80’lerden başlayan dönüşümün gelişerek devam etmesi; öbür taraftan da, ekonomik krizle şiddetlenen ama ondan çok önce başlayan özellikle merkez sağda yaşanan siyasal temsil kriziyle beraber parti sisteminin çökmesi (toplumsal değişimleri siyasetle ilişkilendirmeye aracılık edemeyen bir temsili sistem). Ancak böyle bir şekilde siyaset toptan matlaşıp ötekileşirse, bu siyasetin temsilcilerine karşı sınıfsal kimliklerinden bağımsızlaşmış popülistin milletini kurmak ve siyasetin yarı içinde yarı dışında konumlanmış milletin hakiki temsilcilerinin oluşması mümkün oluyor. Zaten bundan dolayı 2002 seçimlerinde AKP dışındaki patlama yapan partinin de yine popülist bir parti olan (daha az muhafazakar fakat daha milliyetçi) Genç Parti olması şaşırtıcı olmamalı.
Bu tartışmayı kapatmadan, ikisi de otoriter eğilimler gösterse de, AKP’nin popülist milli irade anlayışının Kemalist milli irade anlayışından siyaseten anlamlı şekilde farklı olduğunu vurgulamak gerekli. Kemalist milli irade, ülke içinde sınır (millete karşı duran seküler elit gibi) çizmiyor, ülkeyi kaynaşmış bir bütün olarak tahayyül ediyor ve milli iradeyi dış ülkelere veya geçmiş kurumlara (padişahlık, hilafet) karşı olarak tasavvur ediyor. Ayrıca Kemalist milli irade, popülist milli iradeden farklı olarak, millette o gün varolduğunu düşündüğü değerlere vurgu yapmıyor. Kemalist milli irade, liderinin (Atatürk’ün) halkın içinde cevherini gördüğünü iddia ettiği, ama ancak dönüştürerek ortaya çıkaracağı medeni ve mütecanis bir milletin iradesi. Bir başka ifadeyle, popülistin milli iradesindeki millet, o gün var olduğu düşünülen milletin değerlerine atıfta bulunuyorsa, Kemalist milli iradenin milleti, o gün var olmayan ve ileride siyasal müdahaleyle var edilecek hayali bir milletin iradesi. Biri (Kemalist) otoriter bir rejim tipinin meşrulaştırıcı ideolojisiyken, diğeri (popülist) en azından demokratik seçimlerin olduğu bir siyasetin içindeki otoriterleşme ideolojisi.
Sosyalist ve Liberal/Siyasal Demokrasi
Bu bölümde önce kısaca iki farklı demokrasi tanımı yapıyorum. Bir sonraki bölümde de, neomuhafazakar popülizmin bu iki demokrasi tipinin de iç mantığına da uymadığını ve buna ek olarak liberal/siyasal demokratik sistemin içinde iktidara yerleşmiş bir partinin ideolojisi olarak neden Türkiye’de de gerçekleşmekte olduğu gibi, otoriterleşme yönünde kuvvetli bir etki yaptığını göstermeye çalışıyorum.
Sosyalist Demokrasi: Birinci demokrasi tahayyülü, yönetilenler ve alt sınıfların gücünü ve kendi hayatları üzerinde kontrolünü arttırmak anlamında sosyalist bir demokrasi anlayışı. Bu anlayışa uygun demokratik mekanizmalar da alt sınıfların gücünü/katılımı arttıracak yerel meclisler, yöneticilerin otonomisini ve yürütmenin gücünü azaltmak için alınacak önlemler.
Bu önlemler de, her türlü yönetici için ve sık yapılacak seçimler, geri çağrılma mekanizması, daraltılmış ve somutlaştırılmış yetkilerdir[15]. Bu anlayışla Atina (klasik) demokrasinin sırayla yönetme ve yönetilme fikri ve bazı mekanizmalarıyla benzerlikler var.
AKP’ninse, bu anlayışla hiçbir ilgisi olmadığı ve son dönemlerin ‘demokratikleşme’ modasında kastedilen demokrasi bu olmadığı için, bu çeşit bir demokrasi kavramsallaştırmasının neo-muhafazakar popülizmle ilişkisini irdelemeyeceğim. Burada asıl önemli olan yönetenlerin yönetilerle mesafesinin daraldığı, yöneten-yöneten ayrımının azaldığı ya da olmadığı bu demokrasi anlayışının, bir siyasal özlem olmasına ilaveten demokratikleşme veya otoriterleşmeyi ölçebileceğimiz bir kıstas sağlaması. Bu liberal demokrasilerdeki değişimleri ölçerken de kullanabileceğimiz kıstasa göre, yöneten-yönetilen ayrımının derinleştiği, yönetici sınıfın özerkliğinin arttığı bir sistem otoriterleşmiş, bunun azaldığı bir sistem de demokratikleşmektedir diyebiliriz.
Liberal/Siyasal Demokrasi: Liberal (siyasal, burjuva) demokrasi anlayışıysa, sırayla yönetme ve yönetilme ilkesinin hayata geçirildiği klasik demokrasi anlayışına karşıt olarak kurulmuştur. Bugün liberal demokrasi dediğimiz sistemin kurucuları (Madison, Montesquieu, Sieyes gibi) bilinçli olarak kendi ideal sistemlerini (temsili liberal hükümet sistemi yani liberal demokrasiyi) demokrasinin karşısında tanımlıyorlardı (sırayla yönetme yönetilme ilkesinin veya demokrasinin onların gözünde referans noktası olan Atina demokrasisinin).
Daha da ilginç olanıysa, bu karşıt konumlama demokrasinin uygulanamaz olduğunu düşündüklerinden değil, demokrasinin hatalı ve hatta bireysel özgürlükleri tehdit edebilecek şekilde tehlikeli olduğunu düşündüklerindendi[16]. Sonuçta da bu düşünürler tarafından biçimlenmiş ve bugün demokrasi denince akıllara gelen modern liberal anayasal temsili hükümet sistemi ‘demos’a çok sınırlı güç atfediyor ve yönetenlere de ciddi miktarda özerklik öngörüyor. Bir başka ifadeyle erken kapitalizmin koşullarından ve bu liberal düşünürlerin düşüncelerinden doğmuş bu demokrasi çeşidi tam da Dunn’un söylediği gibi “temsili, anayasal, seküler hükümet sistemi, modern devlet ve modern kapitalist ekonominin güvenliğine göre ayarlanmış demokrasidir”[17].
Bu liberal demokrasi anlayışını, kurumsal-prosedürel olarak Schumpeter ve Dahl’i takip ederek tanımlarsak, bu demokrasi ara ara yapılan (4-5 yılda bir) çok partili seçimleri, bu seçimlerin rekabetçi olmasını sağlayacak muhalefet etme özgürlüklerini (yani ifade, basınyayın ve örgütlenme) ve bu özgürlükleri iktidarların (yürütmenin) saldırılarından koruyacak bağımsız yargı ve denge ve fren mekanizmalarını (yani güç bölüşümünü) içerir[18]. Sonuçta da, demokrasi teorisyeni Manin’in belirttiği gibi liberal demokrasi oligarşik ve demokratik öğelerin bir birleşiminden oluşur: Birincisi, liberal demokrasilerde yöneticilerin yönetilenlerden ciddi miktarda otonomileri var yani siyasi karar verirken geniş özgürlükleri var, hukuki olarak bağlayıcılığı olan taahhütler, geri çağırma prosedürleri yok (oligarşik öğe) ancak yine de halkın temsilcilerine kısıtlı katılım yöntemleriyle ve ifade ve basın-yayın özgürlükleriyle kendilerini hatırlatma mekanizmaları mevcut (demokratik öğe). Modern demokrasilerde, hukuki hesap verebilirlik yok ve seçimler neden oy verdiği belirsiz seçmenin iradesini yansıtmaktan yoksun (oligarşik öğe), ancak aynı seçimler zayıfça da olsa bir sonraki seçimlerde kaybetmemek için yönetenlerin hesap vermesi gereken bir ortam yaratıyor
(demokratik öğe). Seçimler klasik demokrasinin kura, rotasyon mekanizmaları gibi gibi yönetime eşit katılım sağlamıyor (oligarşik öğe) ama en azından kimin elit olacağı konusunda eşit söz hakkı veriyor (demokratik öğe)[19]. Aşağıda, AKP’nin milli iradeyi yönetimde yansıtma, yani demokrasiyi ilerletme iddiasının, aslında bu sistemin içine iktidar ideolojisi olarak yerleşince nasıl da bu karma rejimin demokratik öğelerini aşındırdığını ve oligarşik öğelerini geliştirdiğini açıklamaya çalışıyorum[20].
AKP, Neo-muhafazakar Popülizm ve Otoriterleşme
Bu bölümde, bu ehlileştirilmiş ve oligarşik öğeleri içselleştirmiş bir demokrasinin bile (liberal demokrasi) AKP’nin ideolojisi hegemonikleştikçe gerilediğini ve otoriter ögelerinin derinleştiğini iddia ediyorum.
AKP ve siyasal sistemin genişlemesi: Otoriterleşme tartışmasından önce, AKP önderliğindeki neo-muhafazakar popülizminin demokratik bakımdan olumlu sayılabilecek bir yüzüne değinmek gerek: AKP’nin siyasal sistemin kapsamını genişletmesi. Kısaca, Türkiye’de AKP’nin doğru yurttaş tanımının dışına düşmüş Hanefi mütedeyyin kesimlerin siyasal süreçlere dahil olmasına aracılık ettiğini söylemek mümkün. AKP’nin neo-muhafazakar popülizminin nasıl bunu sağladığıysa aslında basit. AKP esasen iki farklı sınıfsal konumun taleplerine karşılık vermeyi başardı. Bu gruplardan birincisi neoliberal ekonomik emniyetsizleşme döneminde kentlere göç etmiş ve/veya halihazırda kentlerin çeperlerinde yaşayan Hanefi yoksullar; ikincisiyse, on yıllardır palazlanan Hanefi mütedeyyin orta sınıflar ve sermaye sahipleri. AKP’nin neo-muhafazakar popülist ideolojisinin milli iradesindeki sınıfsal iması zayıf (hatta sınıfları dışlayan) millet, ya da elitlere ve oligarşiye karşı konumladığı örselenmiş, mağdur ancak en okumuştan daha hikmetli Türk halkındaki halk, aslında Türk mütedeyyin Hanefileri simgeliyor. Sonuçta AKP, mütedeyyin Hanefilere bir yandan sembolik faydalar (mağduriyet hissinin tanınması ve aslında yönetmeyi en fazla onların hak ettikleri vurgusu) bir yandan da somut/maddi faydalar bahşederek (sermayeye ihale, yoksullara iaşe şeklinde özetlenebilecek ancak çok daha yaygın kayırmacılık ağları) bu kesimleri sığ bir şekilde de olsa siyasete eklemlemeyi başardı.
Ancak, AKP toplumsal talepleri entegrasyonu var olan hiyerarşileri değiştirmeden (muhafazakar değerlerin üzerine oturan hiyerarşiler, ya da ekonomik eşitsizliğin üzerine oturan hiyerarşiler) yaptığı için uzun dönemli demokratikleşme ihtimalini de düşürüyor. Ayrıca, makbul vatandaş tanımını genişletirken bunu çoğunluk kimliği üzerinden yaptığı için bir yandan da yeni dışlanmışlıklar yaratıyor. Kısaca, AKP hegemonyasının genişlemesiyle siyasal sisteme ideolojisini yansıtmaya başardığı ölçüde hem bu siyasete dahil olma sürecini ilerletiyor hem de bu sürecin otoriter bir şekilde olmasını sağlıyor.
Neoliberalizm ve liberal/siyasal demokrasi: Öncelikle neoliberalizmin liberal demokrasiyi zayıflatmasına, ya da neoliberalizmin zaten iyice ehlileştirilmiş bir demokrasi şekli olan liberal demokrasinin demokratik öğelerini yıpratmasına değinelim[21]21. Neoliberalizmin en önemli etkisi, siyaseti siyasetsizleştirmesi, bu durum iki yolla gerçekleşiyor: neoliberalizm birçok ekonomik kararı, bölüşüm ve dağıtımla ilgili konuyu siyasetin alanının dışına çıkartıyor. Yani demokratik öğelerin müdahalesinden koruyor. Ayrıca, örgütlü toplumsal mücadeleyi güçsüzleştiriyor. Neoliberalizmin ikinci otoriterleşme yönünde etki ettiği konuysa, ithal ikameciliğin tasfiyesi için ve/veya işleyen piyasaların kurulması için gerekli olan yürütmecilik. Bu da zaten yüksek olan liberal demokrasilerdeki yöneten-yönetilen ayrımının iyice derinleşmesine yani otoriterleşmeye yol açıyor.
Neo-muhafazakar popülizm ve liberal/siyasal demokrasi: Popülizmi de değerlendirmenin içine sokarsak, bu öğenin de etkisinin yönünün aynı neoliberalizm gibi yürütmenin güçlenmesi ve yönetenlerin özerkliğinin artması şeklinde olduğunu görebiliriz. Popülizmin bir otoriterleşme ideolojisi olmasının temel nedeni, popülist milletin doğrudan yönetimi idealinin, savunduğunun aksine, temsili liberal demokrasinin iç mantığı içindeki oligarşik öğeleri tetikleyip, yönetilenlerin yönetenler üzerindeki etkisini iyice azaltması.
Yukarıda tarif ettiğim şekliyle popülizm, yöneten-yönetilen ayrımının olduğu seçimli sistemde iktidara gelip karar verme otonomisi elde ettiği koşullarda milli irade dediği için, aslında nedensel ilişkileri tersten kurmuş oluyor. Seçimlerde ortaya çıkan yönetilenin iradesi konuya özgü (somut) olmadığı ve yönetilen siyasal katılım yoluyla siyasallaşmadığı için, milli irade tersten kuruluyor. Yönetenlerin iradesi, yönetilenin iradesine aktarılıyor. Yani milli irade yönetenin her istediğini yapmasının bir aracı haline gelip, popülizmin iddia ettiği gibi yönetilenin iradesinin yansıması olacağına, yürütmenin iradesi milletin iradesine yansıyor.
Daha somut bir şekilde ifade etmek gerekirse, kolektif bir irade kurmaya yarayacak hiçbir kurumun olmadığı, geri çağırma, rotasyon, kısıtlanmış yetki, halk meclisleri, sık yapılan seçimler gibi kurumların olmadığı bir kurumsal düzen liberal demokrasi. Bu düzende muğlak bir platformla 4-5 senede bir yapılan seçimlerde binlerce değişik sebepten verilen oyların sonucu gelinen iktidarda milli iradeyi yansıtma, devlet-millet kaynaşması iddiası, aslında tam da neoliberalizmin yaptığı gibi yürütmenin önünde hiçbir kısıt bırakmamak sonucunu doğuruyor.
Bu durum, kolektif iradenin kurulmasına ve yürütmenin demos’tan ayrışmamasına önem veren sosyalist demokrasinin mantığına hiç uymadığı gibi, liberal demokrasilere zaten içkin olan yöneten yönetilen ayrımını iyice derinleştirerek liberal demokrasiyi de yıpratıyor. AKP de “milli irade= Meclis iradesi= Meclis çoğunluğu” eşitliklerini başarıyla yerleştirdiği için ve hatta parlamenter sistemlerde Meclis çoğunluğu da kabinenin ve partinin başkanı olması sebebiyle başbakanın kontrolünde olduğundan, milli irade=Tayyip Erdoğan eşitliğini kurmayı becerdiğine göre, liberal demokrasinin oligarşik öğelerini derinleştirmeyi de başarmış demektir. Milli irade, ancak siyasetin müdahalesi sonrası varsayımsal olarak kurulduğu için, AKP, önce kendi iradesini milletin iradesi havale edip, sonra da bu kendi imal ettiği milli iradeyi, kendi otoriter eylemlerini demokratik olarak çerçevelemek, muhalefeti sindirmek ve liberal demokrasinin yürütmenin önüne koyduğu kısıtları kaldırmak için kullanıyor[22].
Demek ki, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi “demokrasi ancak halk iradesinin yönetime yansıtılmasıyla”[23] gerçekleşecekse ve bu yansımanın liberal demokratik kurumsal çerçeve içinde imkansız olduğunu göz önünde bulundurursak, bunun demokratik olarak gerçekleşmesi için gereken hiçbir mekanizmayı kurmadan iddiayı hayata geçirme kararlılığı, bir liberal demokrasideki (ya da Türkiye’deki gibi yarı-liberal demokrasideki) kısıtlı da olsa demokratik öğeleri sağlayan kurumları ve normları ezip geçmek demektir. Zaten AKP’nin de yaptığı tam da budur, bu Kanun Hükmünde Kararnamelerle ülkeyi yönetmek de olabilir (yürütmeciliğin, yani yönetenleri yönetilenlerden özgürleştirmenin en ileri noktası), özgürlüklerin kısıtlanması da olabilir (ifade, örgütlenme, basın-yayın gibi), denge fren mekanizmalarının ve yargı bağımsızlığın yok edilmesi de. Dolayısıyla, düzen içi basın-yayın kuruluşlarının susturulmasını geçelim, taraftar olmaya (milli iradenin kurucusu AKP’nin arkasına dizilmeye) zorlanması da, iktidardan bağımsız sendikal örgütlenmelere saldırma da, belli ideolojilerin ve siyasal projelerin KCK, Ergenekon davalarıyla giderek genişleyecek şekilde suçlaştırılması da, son anayasa referandumuyla yargının, demokrasi adına, yürütmeye bağlanması da bu bağlamda okunabilir. Son olarak, milli iradenin önündeki engelleri kaldırmak, AKP’nin elindeki yürütmenin önündeki engelleri kaldırmak demek haline geliyor. Bu engellere demokrasinin olmazsa olmazı kişisel, örgütlenme, basın-yayın özgürlükleri de giriyor, denge fren mekanizmaları da.
12 Eylül Rejimi ve neo-muhafazakar popülizm: Buraya kadar, AKP döneminde olumlu sayılabilecek siyasetin alanının genişlemesi sürecinin, muhafazakarlaştırmacı bir ideolojinin çerçevesinde gerçekleştirilmesinin yeni dışlanmışlıklara yol açtığını, neoliberal ve popülist bir ideoloji çerçevesinde gerçekleşmesinin de, yöneten-yönetilen ayrımını derinleştiren yürütmeciliği beslediğini iddia ettim.
Ancak, AKP’nin ideolojisinin ışığında siyasal rejimi otoriterleştirmeyi başarması, zaten kuvvetli bir şekilde yürütmeci ve çoğunlukçu olan 12 Eylül kurumsal yapısının üstüne oturmasa ve Kemalistlerin demokrasi-dışı müdahaleleri olmasa, çok zor olurdu.
12 Eylül rejiminden kalan miras, sanılanın aksine, AKP’nin elini askere karşı zorlaştırsa da, askerin etkisinin gevşemesiyle kendi tahakkümünü kurmasına müsait bir durum yarattı. Yani halihazırda var olan muhalefetin alanını daraltıcı, askerin kontrolü için dizayn edilmiş neoliberal reformları kolaylaştırıcı yürütme-merkezli idari sistem, AKP’nin rejimi şekillendirmesini kolaylaştırdı. Daha somut olarak, bu yapıdaki iki ana özellik otoriter eğilimleri olan bir ideolojinin bunu otoriter bir hegemonyaya çevirmesine yardımcı oldu: 1) iki başlı-yürütmenin çok geniş yetki alanı: cumhurbaşkanı (aslında vesayet için düşünülmüş) ve başbakan beraber hareket edebilirlerse, sivil bürokrasi, yargı, eğitim (ilköğretimden, üniversiteye kadar) tamamını kontrol edebilmesi; 2) meşru muhalafetin alanının çok dar olması, en temel özgürlüklerin oturmamış ve kanuna bağlanmamış olması, seçim sisteminden, partiler yasasına çoğunlukçu (yürütmeci) yarı-otoriter bir yapının var olması.
Kemalist muhalefetin de o sırada kontrol ettiği vesayet kurumlarını askerin de desteğiyle demokrasi dışı müdahale araçları olarak kullanmaları, AKP’nin demokrasi bayrağını taşımaya devam eder görüntüsünü bozmadan bu kurumların bir yandan kontrolünü ele geçirip (YÖK, yüksek yargı gibi), bir yandan da yeni yürütmeci şiddet kurumları kurmasına/derinleştirmesine yardımcı oldu (özel yetkili mahkemeler, polisin güçlenmesi gibi).
Otoriterlik ve Seküler Kanaat Teknisyenleri
Bu kısımda, önce çok kısaca neden bazı siyaset bilimcilerin bu gelişmeleri otoriterleşme olarak okumadıklarını tartıştıktan sonra, liberal (bir kısmı da sol liberal) olarak adlandırılan kanaat teknisyenlerinin, neden liberal demokrasiyi artık savunmayan bir pozisyona savrulduklarını anlamlandırmaya çalışıyorum.
Bazı siyaset bilimcilerin otoriterleşmeyi görememe veya onu demokratikleşme olarak okuma sebebi, Türkiye’yi halen ana akım demokratikleşme literatüründe bile yok olmakta olan demokratik geçiş (transition) ve demokratik pekişme (consolidation) kavramları çerçevesinde değerlendirmelerinde yatıyor olmalı[24]. Çünkü, bu genel olarak demokratikleşmeyi açıklama modeli sıkıntılı olan literatür çerçevesinden bakınca, bir kere demokrasiye geçiş yapmış (çok partili seçimleri ve bazı yan kurumları kurmuş) ülkelerdeki otoriter pratikler, demokrasinin pekişmesinin önündeki engeller olarak görülmeye başlıyor. Bu da, otoriterleşmeyi, o rejimdeki demokratik pekişme sorunu olarak okumayı kolaylaştırıyor. Halbuki, bir siyasal eylem, hem demokratik hem otoriter özellikler taşıyabildiği gibi, demokratik ve otoriter özellikleri beraber taşıyan rejimler de vardır. Kısaca bu kısıtlı kavramsal çerçeve, otoriterleşmeyi görünmez kılıyor.
Siyaset biliminden gündelik siyasetteki kanaat üretimine geçersek, liberal (şimdilik) kanaat teknisyenlerinin (Taraf gazetesinin kurumsal mabedi olduğu ancak müridlerinin çok daha dağınık olduğu siyasal tutum) sıkça başvurduğu arkaik merkez-çevre veya normalleşme gibi kavramsal çerçevelerin aynı şekilde otoriterleşmenin üstünü örtmeyi hatta onu demokratikleşme olarak okumayı getirdiğini görebiliriz. Şerif Mardin’in kırk yıl kadar önce Türkiye siyasetini anlamak için önerdiği merkez-çevre kavramsallaştırması,[25] sayısız vülgerleşme sürecinden geçtikten, sonra şu hale ulaşmış görünüyor: Türkiye tarihinin itici gücü, sayısal azınlığına rağmen otoriter devletin gücünü tekeline almış seküler merkeze karşı, daha dindar, ekonomik olarak daha üretken ancak siyasetten dışlanmış kesimlerin mücadelesidir. Türkiye siyasetini bu şekilde değerler ekseninde bir bölünme üzerinden anlamak, Türkiye’de demokrasinin inşası sürecini de o ezilmiş, örselenmiş çevre güçlerinin merkeze karşı başarı kazanmasına kolayca eşitliyor ve AKP’nin popülist demokrasi algısıyla örtüşüyor –aynı şekilde neo-muhafazakar popülistin ‘millet’iyle, liberal kanaat teknisyeninin ‘çevre’si de örtüşüyor. Bu durumda, AKP’nin salt liderlerinin toplumsal kimliğinden ve temsil ettiği değerlerden dolayı, otoriter bir eylemde bulunması neredeyse imkansızlaşmış oluyor. AYM’nin ya da yüksek yargının yürütmeye bağlanması da, medyanın el değiştirmesi de, çevre güçlerinin (halkın) en sonunda otoriter merkezden kurtulması olarak okunup, demokrasiyle eşitleniyor. Bir başka ifadeyle, demokrasi, bir kurumlar ve pratikler bütünü olmaktan çıktığı için, otoriterleşmeyi görmek mümkün olmuyor. Normalleşme kavramını da, kanaat teknisyenleri aynı şekilde, “hakiki müslüman halkın” kendileri de hakiki olan temsilcilerinin (AKP’nin) iktidara gelme sürecinde, Türkiye’de siyasetin (veya devletin) toplumu daha iyi yansıtmaya başladığı bir düzen için kullanıyorlar[26]. Kısaca, hem merkezçevre, hem de normalleşme kavramsallaştırmaları, neo-muhafazakar popülistin demokrasi anlayışının Türkiye’de demokrasi nedir sorusuna yanıtı haline gelmesine yardımcı oluyor ve askeri vesayetin yıkılmasıyla beraber gelen yeni otoriterliği saklıyor.
Bu kavramsal çerçevelerin gözünden siyaseti okumak, tek başına liberal kanaat teknisyeninin neo-muhafazakar popülist ideolojiye yarı-gönüllü eklemlenmesini açıklayamaz elbette. Bu eklemlenmenin bence daha önemli kaynağı, Türkiye’de yüksek siyaset yapmak isteyen liberalin içerden oryantalist ön-kabullerinde yatıyor. Kendisini çevrenin bir parçası olarak görmediği halde, çevrenin temsilcilerinin mücadelesini dışardan haklı bulan liberal kanaat teknisyeni, aynı zamanda Türkiye’de kendi istediği değişiklikleri yapmak için sert ve bükülmez olduğunu düşündüğü merkez yerine, o cefakar ve hakiki Türk’ü kolayca yönlendirebileceğine inanıyor. İşte tam da bu AKP’nin şekillenebileceğine olan inançlarından dolayı (merkez gibi eğitimle sertleşmediği için), kendilerine biçtikleri AKP’yi demokratlaştırmak misyonu, ters etki yaparak, liberallerin liberal demokratik siyasal konumlanmadan uzaklaşmalarına yol açmış olmalı.
Her siyasal hareket gibi, belli çıkarları olan ve daha da önemlisi tabanı ve gücü olan AKP’nin, kendi çıkarları ve ideolojisi dururken, liberallerin gözünden dünyayı görmesi için hiçbir nedeni yokken, onu etkilemeye çalışan tabansız ve yüksek siyaset yapmaya çalışan liberalinse kendine biçtiği siyaseti dışardan yönlendirme rolü, erk sahibi AKP’nin gözünden dünyayı görebilmesine dayanmak zorunda.
Bu şekilde düşününce, liberallerin, siyasal davalarda kişisel özgürlükler yerine savcının gözünden dünyayı görmesi; gazeteciler içeri atılırken ve gazeteler el değiştirirken basın-yayın özgürlüğü yerine iktidarın ve cemaatin kaygılarına daha duyarlı olması; liberal denge ve fren mekanizmaları, yürütme üzerindeki yargı kontrolü AKP ve bundan sonraki bütün yürütmeler için ortadan kaldırılırken (referandum), yetmez ama evet demesi şaşırtıcı olmaktan çıkıyor. Belki de, liberallerin, güçlünün çıkarının gözünden siyaseti görmeye başlamasının en güzel örneği, içeriksiz Kürt açılımı sırasında açılıma her türlü eleştiriyi ulusalcılıkla, ergenekonculukla suçlarken, açılım kapanıp da AKP milliyetçiliğini aşırılaştırınca AKP’yle beraber sert eleştiri oklarını Kürt hareketine çevirmeleri olsa gerek.
Kısaca, bir yandan kısıtlı kavramsal çerçeveleri ve oryantalist kabulleri, öbür yandan da tabansız yüksek siyaset yapmaları, liberalleri liberal demokrasi karşıtı pozisyonlara sürüklüyor ve onları neo-muhafazakar popülist hegemonik ideolojiye eklemliyor. Her grubun doğal olarak gücün tamamını ele geçirmek istediği ve özgürlüğü esasen kendi pozisyonu için istediği burjuva siyaset oyununda, güç bölüşülsün, yürütmenin önünde yargı engeli olsun, özgürlükler evrensel olsun diyen liberal pozisyonun gerçekte kalabalık olmaması zaten beklememek gerekir (sadece ya azınlıkta kalan gruplar konjonktürel olarak bunları talep ederler ya da sürekli ezilen işçi sınıfı). Yani iktidarı ortağın seçip yüksek siyasete bulaşırsan, liberal siyasal değerleri savunmaya devam etmek de imkansızlaşır. Sonuç olarak, kendilerine bazen suçlamak için soldan (ekonomik ve siyasal liberalizmi eşitleyerek), bazen de her yurttaş için özgürlük isteyenler anlamında olumlu olarak liberal denen kanaat teknisyenleri, bir yandan yeni dışlanmışlıklar yaratan, öbür yandan yöneten-yönetilen ayrımını derinleştiren bir otoriterleşme ideolojisi olan neo-muhafazakar popülizmin parçası haline dönüşmüş durumdalar.
Kaynak: Yeniyol, No: 43, Güz, syf.7-23.
[1] Kanaat teknisyeni terimi için bknz. Emrah Göker, Barizin Alimleri: Kanaat Teknisyenleri (Birgün, 23 Ağustos 2009) terimin ortaya çıkışı için bknz. Pierre Bourdieu ile mülakat (2008), ‘The Left Hand and the Right Hand of the State’, Variant, No.32. Benim terimi kanaat mühendisi yerine tercih etmemin nedeniyse söyle açıklanabilir: teknisyen terimi bu entelektüellerin hegemonik ideolojik dünyaya eklemlenmedeki zayıf öz-bilinçli hallerini, yani hegemonik ideolojinin işleyişi hakkında bütüncül fikirlerden mahrumiyetlerini, mühendis terimine göre daha iyi betimliyor. Çünkü bu entelektüeller, mühendisten çok bir teknisyen gibi el yordamıyla ilerliyorlar ve hegemonik ideolojinin yeniden üretilmesine katkılarını o şekilde sunuyorlar.
[2] AKP tüzüğü, madde 4.1, http://www.akparti.org.tr.
[3] Müsiad araştırma raporu 37 (2000), Anayasa Reformu ve Yönetimin Demokratikleşmesi. Müstakil Sanayici ve İşadamları Derneği.
[4] Gümüşçü, Şebnem ve Deniz Sert (2009) ‘The Power of the Devout Bourgeoisie: The Case of the Justice and Development Party’, Middle Eastern Studies, Vol.15 No,. 6, syf. 953-968.
[5] Örneğin Ziya Öniş devletin ekonomik rolünün ve bölüşüm politikalarının refah partisinde önemli olduğunu, Fazilet partisinde devletin rolünün daralıp, piyasa mekanizmalarının ve rekabetin vurgulanmaya başlandığını ve
AKP’ye geldiğimizde doğrudan dış yatırım, liberal ekonomi ve özelleştirme vurgularının çok kuvvetli hale geldiğini belirtiyor. Öniş, Ziya (2006), ‘Globalisation and Party Transformation: Turkey’s Justice and Development Party in Perspective’, in P. Burnell der., Globalising Democracy, London: Routledge, syf. 122140. Bu dönüşüm sürecinin sosyal dönüşümlerle ilişkisi ve bu dönüşümler sonucu oluşmuş piyasacı AKP’nin de
İslamcı hareketi iyice sistem-içine çekmesiyle ilgili olarak bknz: Tuğal, Cihan (2009) Passive Revolution: Absorbing the Islamic Challenge to Capitalism, Stanford: Stanford University Press.
[6] Yasemin Arpa’nin Mehmet Bekaroğlu’yla röportajı: http://www.moralhaber.net/ 1 Ağustos 2007.
[7] Erdoğan, Tayyip (2011), Recep Tayyip Erdoğan Siyaset Sözlüğü, Istanbul: Kalem Kitapevi, syf. 372. Bu noktayla ilgili AKP’ye olumlu bakan bir yorum için bknz. Ozbudun, Ergun ve William Hale (2010) Türkiye’de İslamcılık Demokrasi ve Liberalizm: AKP olayı, İstanbul: Doğan Kitapevi, syf. 57-72.
[8] AK PARTİ; aileyi Türk toplumunun temeli kabul eder. Geçmişle gelecek arasında köprü görevini yerine getiren aile kurumunun; milli değerlerimizin, duygularımızın, düşüncelerimizin ve ülkemize has adet ve geleneklerimizin yeni kuşaklara aktarılmasında en temel, en vazgeçilmez sosyal bir kurum olduğuna inanır (AKP tüzüğü, madde 4.11, www.akparti.org.tr).
[9] Toprak, Binnaz (2009), Türkiye’de Farklı Olmak Din ve Muhafazakarlaştırma Ekseninde Ötekileştirilenler, İstanbul: Metis Kitap.
[10] Türkiye’nin sağ popülistleri halk iradesi yerine millet iradesi kavramını kullanmayı halkın sol çağrışımlar yapması milletin de daha dini ve muhafazakar çağrışımları olması nedeniyle tercih etmiş olabilirler. Ama esasen Türk sağ popülistinin milli iradeyi kuruş biçimiyle bir Latin Amerika popülistinin halk iradesini kuruş biçimi aynı.
[11] Popülizm tanımında esasen Peronizm üzerine yazdığım doktora çalışmamı kullandım: Politics of the People: Hegemonic Ideology and Regime Oscillation in Turkey and Argentina, New York Üniversitesi, Siyaset Bölümü, basılmamış doktora tezi. Bu konuda okuma yapmak isteyenler şu kaynaklardan yararlanabilir:: Canovan, Margaret. 1981. Populism. New York; London: Harcourt Brace Jovanovich. Canovan, Margaret. 1999. Trust the people! Populism and the two faces of democracy. Political Studies 47 (1):2-16. Panizza, Francisco. 2005a. Introduction: populism and the mirror of democracy. In Populism and the Mirror of Democracy, edited by F. Panizza. London: New York: Verso. Panizza, Francisco. 2005b. Unarmed utopia revisited: The resurgence of left-ofcenter politics in Latin America. Political Studies 53 (4):716-734. Worsley, Peter. (1969) The concept of populism. In Populism and the Mirror of Democracy, edited by F. Panizza. London: New York: Verso; Weyland, Kurt (2001) Clarifying a contested concept: populism in the study of Latin American politics. Comparative Politics 34 (1):1-22. Roberts, Kenneth M. 1995. Neoliberalism and the transformation of populism in Latin America: the Peruvian case. World Politics 48 (1):82-116. Robets, Kenneth. 2007. Latin America’s Populist Revival. SAIS Review 27 (1):3-15.
[12] Erdoğan, Tayyip (2011), Recep Tayyip Erdoğan Siyaset Sözlüğü, İstanbul: Kalem Kitapevi, syf.139 (konuşma tarihi 27.02.2007).
[13] a.g.e., syf.468 (konuşma tarihi 23.08.2009)
[14] a.g.e., syf. 160 (konuşma tarihi 14.08.2006)
[15] Buradaki mekanizmalar şu kaynaklardan yaptığım çıkarımlara dayanıyor: Marx, Karl (1977 [1871]), The Civil War in France, in Karl Marx: Selected Writings, Oxford: Oxford University Press; Draper, Hal (1974) Marx on Democratic Forms of Government, Socialist Register, Vol.174, syf. 101-124; Avineri, Shlomo (1968), The Social and Political Thought of Karl Marx, Cambridge: Cambridge University Press, özellikle syf. 202-249;
Held, David (1996), Models of Democracy, Cambridge: Polity Press, syf. 121-152. Ayrıca Paris komünü için: Badiou, Alain (2010), The Communist Hypothesis, London: Verso, syf.168-228.
[16] Montesquieu (1990 [1748]), The Spirit of Laws, Cambridge: Cambridge University Press; Hamilton, Alexandre, James Madison, and John Jay (1961 [1788]), The Federalist Papers,
[17] Dunn, John (1993), Democracy: The Unfinished Journey, Oxford: Oxford University Press, syf. 248.
[18] Schumpeter, Joseph A. (1950) Capitalism, Socialism, and Democracy, 3rd ed., New York: Harper and Row; Dahl, Robert A, (1975) Polyarchy: Participation and opposition, London, New Haven: Yale.
[19] Manin, Bernard (1997), The Principles of Representative Government, Cambridge: Cambridge University Press.
[20] Son bir not olarak liberal rejimlerin de liberal demokrasiye dönüşmesinin de (eşit oy hakkı) işçi sınıfının alttan baskısı olmasa imkansız olacağını belirtmek gerekir.
[21] Bu konuda bknz. Brown, Wendy (2003), Neoliberalism and the End of Liberal Democracy, Theory & Event, Vol.7 No.1; Gamble, Andrew (2001) Neo-liberalism, Capital & Class, Vol.25, No.3, syf.127-134; Weyland, Kurt (2004), Neoliberalism and Democracy in Latin America, Latin American Politics & Society, Vol.46, No.1,
135-157. Bu konuda yararlı fakat kurumsal etkileri konusunda çok da somut olmayan tartışmalar için bknz.
Harvey, David (2005) A Short History of Neoliberalizm, Oxford: Oxford University Press, Purcell, Mark (2008), Recapturing Democracy: Neoliberalization and the Struggle for Alternative Urban Futures, New York:
Routledge. AKP örneğini değerlendiren bir örnek için: Ataay, Faruk (2008), Neoliberalizm ve Muhafazakar Demokrasi, Ankara: De ki.
[22] 2008’de Radikal 2’de konunun bu kısmını biraz daha ayrıntılı bir şekilde tartışmıştım, bu alıntı da aynı yazıdan.
[23] Erdoğan, Tayyip (2011), Recep Tayyip Erdoğan Siyaset Sözlüğü, İstanbul: Kalem Kitapevi (konuşma tarihi,26.02.2004)
[24] Çok sayıda örnek arasında: Keyman, Fuat (2009) ‘The Question of Democratic Consolidation in Turkey’, CIEE annual conference; Daha önceki bir örnek için: Özbudun, Ergun (2000), Contemporary Turkish Politics: Challenges of Democratic Consolidation in Turkey, Boulder: Lynne Riener.
[25] Mardin, Şerif (1973), ‘Center-Periphery Relations: A Key to Turkish Politics?’, Daedalus: Journal of the American Academy of Arts and Sciences, Vol.102, No.1, syf. 169-191.
[26] Bu özetlediğim analizin bir yeniden üretimini için, alıntıyı da yaptığım şu makaleye bakılabilir: İnsel, Ahmet (2003), ‘The AKP and Normalizing Democracy in Turkey’, The South Atlantic Quarterly, Vol.102, No.2/3, syf. 293-308