12 Mart: Karşı-Devrime “Gladio” Aşısı

Bütün kıtaları kat eden devrimci dalga 1965-71 arasında Türkiye kıyılarını dövmeye başladığında, Genelkurmay ve Pentagon derin bir anlayış ve empatiyle birbirlerinin kollarına atıldılar. “Emperyalizm bir içsel olgu haline gel[irken]”,Türk karşı devrimciliği NATO standartlarına yükseliyordu.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Mart 1971’de Süleyman Demirel hükümetini yönetime el koymakla tehdit ederek devirmesinin üzerinden yarım yüzyıl geçti, ama başka bir vesileyle söylediklerimi tekrar edersem 12 Mart’ın devrimci harekete karşı işlediği suçların ve yol açtığı kayıpların “içimizde yarattığı acı hala geçmedi. Ve geçmez de. Tıpkı yüzünüzdeki bıçak yarası gibi…”1

Olağanüstü rejimin insani maliyeti

12 Mart 1971’de açılan olağanüstü rejim dönemi 33 ay sonra CHP’nin yüzde 33 oyla birinci parti olduğu 14 Ekim 1973 genel seçimleriyle kapandı. “26 Nisan 1971’de 11 ilde ilan edilen sıkıyönetim 26 Eylül 1973’te kaldırıldığında sıkıyönetim mahkemelerinde 1.584 kişi mahkûm edilmişti, en az iki bin kişinin yargılaması sürüyor ya da yargılanmayı bekliyorlardı.”2 Aralarında Dev-Genç’in de olduğu 404 dernek sıkıyönetim komutanlıkları tarafından, Türkiye İşçi Partisi (TİP) Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmıştı.

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilmişler; aralarında Sinan Cemgil’in de olduğu üç devrimci Nurhak’ta, İbrahim Öztaş İzmir’de, Hüseyin Cevahir ve Ulaş Bardakçı İstanbul’da, aralarında Mahir Çayan, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna’nın da bulunduğu 10 devrimci Kızıldere’de, Ali Haydar Yıldız Tunceli’de silahlı çatışmalarda, İbrahim Kaypakkaya Diyarbakır’da ve Nurettin Öztürk Ankara’da işkencede öldürülmüşlerdi.

İdam ve müebbet hapse mahkûm edilenler dışında kalanlar 1974’te 1803 sayılı “Genel Af” yasasıyla serbest bırakıldılar. Cezaları bütün sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırıldı. Af, insanlık suçu işlemiş rejim görevlilerini, işkenceci ve katilleri de kapsıyordu. Yeni Başbakan Bülent Ecevit bunu “geçmişe sünger çekmek”olarak özetleyecekti.

Devletin sivil toplumu fethi

Ordunun partiler üstü “teknokratlar kabinesi”ne başbakan tayin ettiği Nihat Erim 2 Mayıs’ta, 1961 Anayasasının özgürlükçü hükümlerinin “Türkiye’nin kaldırması mümkün olmayan bir lüks”3 haline geldiğini ilan etmişti. TBMM üyeleri, en başta Demirel’in Adalet Partisi (AP) milletvekilleri, elbirliğiyle ordunun siparişlerini yerine getirmeye başladılar: Üniversite özerkliği daraltıldı. TRT’nin özerkliği kaldırıldı. Bakanlar kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verildi. Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) yetkileri genişletildi. Kamu çalışanlarının sendika kurma hakkı kaldırıldı. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve asker üyenin de yer aldığı, “devletekarşı suçlar”a bakacak “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” (DGM) kuruldu.

Sıkıyönetim yasakları, siyasal alanı dev bir arenaya dönüştürdü. 1965-71 arasında toplumsal ve demokratik açık sınıf mücadelelerinin tarafı olan 36 milyon yurttaş artık izleyiciydi. Endişe ve heyecan içinde demokrasi ile diktatörlük, devrim ile karşı devrim arasında süregiden hesaplaşmanın sonucunu bekliyorlardı. “Muhtıra”nın birinci yılı dolmadan Türkiye, demokrasi ve çoğulculuk yönelişinden uzaklaştırılmış, “milli güvenlik devleti”nin karanlık dehlizlerine sürüklenmeye başlamıştı. 1968’den beri gürül gürül akan enerjik gençlik hareketi, işçilerin kararlı mücadeleleri ve köylülerin inatçı direnişleri apansız kriminalize edilmiş; canlı entelektüel yaşam süngülerin ucunda dilsizleşivermişti. İktidar yürütmenin elinde toplanırken ordu da on yıl aradan sonra yeniden yürütmenin tepesine tırmanıyor, hakim mevzileri işgal ediyordu.

1973’te sıkıyönetim kaldırıldığında kışlasına dönen ordunun gözü arkada değildi. Rejimin kilidi orduya teslim edilmiş; devletin baskı aygıtı orantısız bir güçle siyaset ve hukuk üzerinde vesayete kavuşmuş ve toplumsal alanı sımsıkı kuşatmıştı.

Tartışma

Sivil toplumun bu ölçüde devlet vesayeti altına düşmesine varan olaylar zincirini harekete geçiren bu dramatik değişikliğin nedenleri o gün bugündür, her yeni darbeyle birlikte yeniden sorgulanıyor. Tartışma hem içeride hem dışarıda zaman zaman mazlumla zalimin, devlet ile devrimin yer değiştirdiği oynak bir 12 Mart tablosu üzerinde sürüp gidiyor.”12 Mart rejimi” kavramını siyaset sözlüğüne katan, dönemin merkez-sol Milliyet gazetesi köşe yazarı Ali Gevgilili’nin, çatışmanın iki ucunu da acımasızca eleştiren, 12 Mart’a ön gelen sürecin derinde yatan nedenlerindense, yüzeydeki şiddete odaklanmanın yol açabileceği yanılsamalar bakımından “parlak” bir örnek oluşturan çözümlemeleri üzerinde durmaya değer. Gevgilili’ye göre, “12 Mart’ın giderek trajik bir 12 Mart Rejimi’ne dönüşümünün perde arkasında, tartışmasız var olan bütün dışsal dinamiklerin yanında, bir de özel ve özgül olarak Türkiye’nin resmi ideolojisiyle yeni sol uygulamalar arasında sıkışıp kalan bir küçük burjuvalar kuşağının umut, bilgisizlik, acı ve çilesi de vardır.”4

Gevgilili ordunun bir olağanüstü rejim inşasına kalkışmasını bu “küçük burjuvalar kuşağının” temelsiz özgürlük tutkusuyla giriştiği eylemlerle ilişkilendirirken “Özgürleşme ya da demokratikleşme, en sığ ve yetersiz koşullarda bile varlığını sürdürür. Ancak onlar da her şeyden bağımsız birer olgu değildirler.” diyordu. “Özellikle modern sanayi toplumunun ileri, devrimci, demokratik dünya görüşünü ortaya koyan politik dinamiklerden yoksun kalınan bir siyasal ortamda, sıradan politikanın bunalım batağına saplanmak kaçınılmazdır.” ve ekliyordu: “Özgürlük fetişizmi bir başka çıkmaz sokaktır.”5

Ne var ki, olayların sırası, henüz nüve halindeki gerilla hareketlerinin açığa çıkmasıyla silahlı kuvvetlerin toplumsal mücadeleleri çökertmeye yönelik saldırıları arasında bulunduğu varsayılan korelasyonu doğrulamıyordu ve Gevgilili’nin yorumu aşağıda göreceğimiz gibi bir anakronizmle malûldü. Maddi tarihin 1969-73 arasındaki dört yıl içindeki seyrine bakınca Gevgilili’nin “Modern sanayi toplumunun ileri, devrimci, demokratik dünya görüşünü ortaya koyan politik dinamikler”in işleyişine bağladığı demokratik dönüşüm beklentisinin biricik elle tutulur dayanağının, 12 büyük sermaye grubunun bir araya gelerek 2 Nisan 1971’de kurdukları Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) olabileceği anlaşılıyor. Ne var ki, 12 Mart’ın 50. yılında da tarih 12 Mart rejiminin geri çekilişinde TÜSİAD’ın “kelebeğin kanat çırpışı” kadar olsun etkide bulunduğuna dair bir emare sunmuyor.

Mülk sahibi sınıflar blokunda kriz

Oysa, süreç geriye, henüz hiçbir gerilla grubunun esamesinin okunmadığı günlere sarıldığında ekonomik ve toplumsal düzenin krizinin 1969’da başlamış olduğu görülüyor. Adalet Partisi (AP), Ekim 1969 genel seçimlerinden yüzde 46 oy ve 256 milletvekiliyle çıkmasına karşın tarımdan sanayiye sermaye transferi amacıyla büyük toprak sahiplerine getirdiği yeni vergi yükümlülükleri partiyi çatlatmış, hükümet 1970 bütçesini Meclisten geçirememişti. 27 Mayıs’ta idam edilen Başbakan Menderes’in oğlu Yüksel Menderes ve TBMM Başkanı Ferruh Bozbeyli büyük toprak sahiplerinin sözcülüğünü üstlenerek Demokratik Parti’yi (DP) kurmuş ve Demirel’in “sağın birleştiriciliği” iddiasına son vermişlerdi. İslamcı Prof. Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam Partisi (MNP) de mütedeyyin KOBİ sahiplerini kendi yörüngesine çekmeye başlıyordu. 1965 seçimlerinde AP çevresinde kümelenen mülk sahibi sınıflar blokunda kocaman bir yarık açılmıştı.

ABD ile anlaşmazlık

Demirel, 1970’lere doğru Washington’dan özerkleşen Ortadoğu politikası yüzünden ABD ile de anlaşmazlığa düşmüştü. ABD’nin haşhaş tarımını sınırlama taleplerine ayak direyişi ve halk arasında ve ordu alt kademelerindeki yaygın Amerikan karşıtlığını kontrol altına alamayışı Demirel’in ABD yönetiminin güvenini yitirmesine yol açınca vergilerden sonra bütçedeki ikinci büyük gelir kalemi olan ABD ekonomik yardımı da kesildi. Demirel kapıya dayanan ekonomik darboğaz karşısında elindeki sınırlı seçeneklerin tümüne yüklenmeye başladı: Avrupa Topluluğu’yla (AT -bugünkü AB’nin önceli-) ekonomik iş birliği hacmini genişletmeye yöneldi. Soğuk Savaşın ortasında Sovyetler Birliği’yle (SSCB) sanayi iş birliğine girişti. SSCB ortaklığıyla İskenderun Demir Çelik İşletmeleri, Aliağa Petrol Rafinerisi ve Seydişehir Alüminyum Tesisi’nin temelleri 1969-1971 arasında atıldı. Vergi gelirlerini ikiye katlamak hedefiyle yeni vergi yasaları çıkartıldı ve ihracat gelirleriyle işçi dövizi girişlerinin maksimizasyonu beklentisiyle TL yüzde 30 devalüe edildi. Önlemler aydınlar, işçiler, küçük üreticiler ve asker, polis ve memurlar da dahil olmak üzere bütün kamu çalışanlarını hep birlikte ayağa kaldırdı.

Gladio harekete geçiyor

Demirel, 1969’dan başlayarak yükselen muhalefeti bastırma ihtiyacıyla Anayasanın güvencesindeki toplantı ve gösteri özgürlükleri arasına sıkışmıştı. Güvenlik danışmanlarının ve İçişleri Bakanı’nın tavsiyelerine uydu. Doğu despotizminin klasik yöntemine -“iti ite kırdırmak”- sığındı. Alpaslan Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) örgütleyip eğittiği ultra-faşist sivil çetelerin -“komandolar”- önünü açtı. “NATO’nun Gizli Orduları: Gladio Operasyonu ve Batı Avrupa’da Terörizm”6 kitabının yazarı Daniele Ganser’e göre, Türkeş NATO’nun antikomünist “perde gerisi” (stay behind) operasyonunun Türkiye’deki başıydı. İtalya Başbakanı Giulio Andreotti’nin 1990’da ifşa ettiğine göre “İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD Merkezi Haberalma Teşkilatı (CIA) ile Britanya Gizli İstihbarat Teşkilatı (MI6 veya SIS) tarafından NATO’nun bir kolu olarak kurulan bir gizli ordu iş başındaydı.” Bu ordunun İtalya’daki kod adı “Gladio”ydu.

Türkeş ve “Komandolar”ı

Ganser, ABD’nin Türkiye’yi NATO’ya sıkıca bağlamak üzere kökleri İkinci Dünya Savaşı öncesinde yatan Pantürkist hareketin antikomünist eğilimlerinden yararlanma yoluna gittiğini anlatıyor: “ABD istihbarat stratejisinin Türkiye’nin istihbarat ve savunma yapılarını NATO’nun antikomünist misyonuna entegre etmek için Pantürkizmin rızasına ne kadar ihtiyacı varsa Pantürkist hareketin de Türkiye’nin NATO üyeliğinden avantaj sağlamaya o kadar ihtiyacı vardı.”7

Ganser’in tespitlerine göre İkinci Dünya Savaşı sırasında Pantürkist genç bir teğmen olan Türkeş antikomünist faaliyetleri sırasında bir Nazi temas unsuru haline gelmişti. Savaş sonrasında Türkiye’yle ABD arasındaki bağlar güçlendikçe, “görev gereği” sık sık iki ülke arasında gidip gelmeye başlamış, 1948’de bir eğitim programı çerçevesinde Pentagon ve CIA ile temasa girmiş ve Türkiye’de perde gerisinde gizli bir antikomünist ordu kurmaya başlamıştı.8 Türkeş, 1960 darbesi sonrası cunta içindeki iktidar mücadelesini kaybedip ordudan atılmasının ardından MHP’nin başına geçecek; klasik faşist modeldeki gibi o da Duçe ya da Führer’in eşdeğeri olan “Başbuğ” lakabını benimseyecekti.

Gladio’nun muhtemel Sovyet istilası simülasyonlarına göre “NATO komutası altındaki gizli Gladio askerleri güya düşman hatları arkasında […] perde gerisi şebekeler oluşturacaklardı […] Ama Washington ve Londra’daki kurmaylara göre gerçek ve yakın tehlike daha çok Batı Avrupa demokrasilerinde büyük toplumsal desteği olan komünist partiler [ya da Türkiye’deki gibi devrimci hareketlerdi]. Böylece Sovyet istilası diye bir şey olmadığı halde şebeke, sol güçlere karşı kendi özel savaşını yürütüyordu. Gizli ordular giriştikleri terörist saldırıları ya da insan hakları ihlallerini seçimlerde oy kaybetsinler diye komünistlerin üzerine atıyorlardı [İtalya]; hasımlarına işkence ediyor [Türkiye] ya da sağcı darbelere destek veriyorlardı [Türkiye ve Yunanistan].”9

Türkeş’in “komandolar”ı böylece, ABD ordusunun sahra talimnamesi FM 31-15’ten tercüme “Kara Kuvvetleri Sahra Talimnamesi – ST 31-15″te öngörüldüğü şekilde “vatansever güçler” kapsamında, özel kamplarda “suikast, bombalama, silahlı soygun, işkence, saldırı, adam kaçırma, tehdit, provokasyon, milis eğitimi, rehin alma, kundaklama, sabotaj, propaganda, dezenformasyon, şiddet ve soygun” eğitimine tabitutulmuşlardı.10 Bu “gizli” ordu sıkıyönetim ilanına kadar, elbette Demirel’in polisinin daimi koruması altında, üniversitelere saldırarak, devrimcileri kaçırıp işkence ederek, infaz mangaları oluşturarak ve öğrencilere pusular kurarak “görev” yaptı.11 MHP “komandolar”la solu “öz savunma”ya zorlarken, bir yandan da “Silahı Bırak” kampanyaları düzenliyordu. 1969-71 arasında çoğu solcu çok sayıda öğrenci silahlı saldırı ve çatışmalarda hayatını kaybetti. Üniversite kampüsleri “komandolar”ın ve devrimcilerin nüfuz bölgeleri halinde ayrıştı. Özerk üniversitelerde daha çok devrimciler, yüksek okullarda daha çok “komandolar”egemendiler. “İti ite kırdırma” siyaseti devrimcilere kayıplar verdirmişti ama bu kanlı Gladio operasyonu Demirel’i içine düştüğü açmazdan çıkartamadığı gibi, darbecilere bir “olağanüstü rejim” gerekçesi -“kardeş kavgası”- sunmaktan, karşıtlarının eline kendisine karşı kullanacakları bir koz vermekten başka bir işe yaramayacaktı. Türkiye bizzat Demirel’in “ithal ikameci” ekonomik politikalarının derinleştirdiği sınıf eşitsizlikleri nedeniyle kaynamaya devam ediyordu.

Uzun sıcak yaz

1970’in “uzun sıcak yazı” boyunca Türkiye’nin başlıca sanayi havzaları, tarım bölgeleri ve kamu kuruluşlarında direnişler sürdü. Çiftçiler, öğrenciler, işçiler, astsubay aileleri, öğretmen ve hemşireler, hatta “toplum polisleri” sokaklardaydılar. Boykotlar, grevler, yürüyüşler, büyük mitingler ve gösteriler isyan havasını besliyordu. Demirel, asker ve polisleri maaş zamlarıyla yatıştırmaya çabalasa da işçilerin taleplerini bastırmakta kararlıydı. Başbakanlığı döneminde yükselen ve 12 Mart’ın ardından TÜSİAD’da kümelenecek olan finans-kapital fraksiyonunun desteğini koruması ve yatırımlarını sürdürmesi, hükümetin iş gücü maliyetlerini baskı altında tutmasına bağlıydı. Demirel Haziran’da işçilerin kitleler halinde akmaya başladıkları Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) önünü kesmek ve işçileri, devlet sendikası Türk-İş’e yönlendirmek üzere TBMM’ye bir yasa tasarısı sevk etti.

15-16 Haziran

DİSK ve işçiler hükümet tasarılarına karşı harekete geçtiler. 15-16 Haziran 1970’te 100 bini aşkın işçi İstanbul ve İzmit’in büyük sanayi kuruluşlarının dizildiği “Ankara Asfaltı” ve sanayi havzalarını kent merkezlerine bağlayan yollar üzerinde Türkiye tarihinin en büyük direnişine çıktılar. Asker ve polisin silahlı müdahalelerinin yol açtığı çatışmalarda üç işçi ve bir polis hayatını kaybetti. Karayolları ve Kadıköy Kaymakamlığı işçilerce işgal edildi. Direnişin ikinci günü biterken İstanbul ve İzmit’te sıkıyönetim ilan edilmiş, işçi önderleri tutuklanmaya başlamıştı.

İşçi sınıfı, hükümetin ve burjuvazinin sunduğu “kapitalizmle uyumlu gelişme” modelini eylemli olarak reddetmişti. Küçük üreticiler de üretim maliyetlerini yükseltirken taban fiyatlarını aşağı çeken ekonomi politikalarını reddediyor, fındık, ay çiçeği, tütün, soğan, sarımsak, domates, şeker pancarı ve akla gelebilecek bütün ürünlerin üreticileri öfkeyle yollara dökülüyorlardı.

Kriz

1970 yazında Lenin’in “devrimci durum” kriterlerinin tamamının değilse de “ilk belirtisi”nin dışa vurulduğu yeni bir durum doğmuştu: “Egemen sınıfların egemenliklerini bir değişiklik olmaksızın sürdüremeyecekleri; […] Egemen sınıfın politikasında, içinden ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin fışkırdığı bir çatlağa yol açan bir kriz baş göster[mişti].”12

Henüz ulusal ölçekte TV yayını başlamamıştı ve radyo yayınları TRT tekelindeydi ama dönemin biricik çok sesli ulusal tartışma ortamı olan gazete ve dergilerde bir “olağanüstü rejim” gerekliliği, askerin yönetime el koymasının artıları ve eksileri açıkça yazılıp çizilmeye başlamış, fısıltı gazetesi de harekete geçmişti.

Ordu “tartışma”ya katılıyor

“Toplumsal sorun” yüksek komuta kademesinin “güvenlik gündemi”ndeydi. Genelkurmay başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Ağustos 1970’teki bir MGK toplantısı çıkışında sonradan “toplumsal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı” diye ünlenecek olan demeciyle komutanların “ekonomik gelişmenin çok ilerisine geçen sosyal hak arama cereyanları”dan13 duyduğu hoşnutsuzluğu açığa vurmuştu. “Gerilla savaşı” henüz devrimci hareketlerin ufkunda belirmemişken bile komutanların oyun sahasını işçi sınıfı aleyhine düzenleme kararlılığında oldukları açıktı. Silahlı kuvvetler, başkomutanının ağzından siyasetin artık konvansiyonel usullerle sürdürülemeyeceğini ima ediyor; işçilerin hak arama özgürlüğüne meydan okuyordu. Olayların akışının tereddüde yer bırakmayacak bir açıklıkla gösterdiği gibi, olağanüstü rejimin kapısını devrimcilerin “özgürlük fetişizmi” değil, generallerin “zapturapt” fetişizmi açıyordu.

Tağmaç henüz işçiler kitle halinde sokağa dökülmüş değilken de komutanların zihnine sosyalist devrim korkusu sokmakla meşguldü. 24 Nisan 1970’teki MGK toplantısında alt kademelerin desteğiyle bir “sol” darbe olasılığını tartışmaya açmıştı.14 Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, anılarında Tağmaç’ın çizdiği panoramayı özetliyordu: “[…] Solcu gençlik, orduya karşı cephe almış vaziyettedir. Bu ortam içinde ‘Silahlı Kuvvetler bir ihtilal yapmaz’ diye kimse garanti veremez. Bu seferki ihtilal 27 Mayıs’a benzemez, 1917 Rus İhtilaline benzer. Anayasa, Üniversiteve TRT yasalarında derhal değişiklik yapılması gerekir.”15

Soğuk savaşın “bipolar” dünyası

Bütün kanıtlar ve ipuçlarının gösterdiği şekilde 12 Mart 1970 öncesinde ordu üst kademesinin merkezi ilgisi silahlı kuvvetleri de çatlatabilecek bir toplumsal devrimi önlemeye odaklanmıştı. Generaller bu olasılığı bertaraf etmek üzere, aralarındaki ihtilafları bir yana bırakma pazarlığındaydılar. Oysa somut durum, 12 Mart rejimi öncesinde ve sırasında Türkiye’de ordunun “durumdan vazife çıkartma”sını gerektirecek hiçbir gerçek savunma ve güvenlik krizinin olmadığını gösteriyor. 1971 Türkiye’sinde komünistlerin öncülüğünde olsun olmasın bir devrim varoluşsal bir tehdit değil, gelip geçen hükümetlerin 50 yıldır sağlayabilmiş olmadığı özgürlük ve refaha ulaşmanın mümkün seçeneklerinden biriydi; tartışılması sermaye seçeneklerininki kadar meşruydu. Ama Soğuk Savaşın iki kutuplu -sözcüğün psikiyatrik anlamında da “bipolar”- ve paranoid dünyasında bir devrimi ima eden herhangi bir toplumsal protesto ya da halk hareketi Türkiye’nin faşist ve ultra-milliyetçi statükosunun ve Gladio’nun tehdit algısında bir “Sovyet gambiti”, bir “beka riski” olarak okunuyordu. “Kontrgerilla” operasyonu, 25 Mayıs 1964’te Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın emriyle ve Orgeneral Ali Keskiner’in imzasıyla başlatılmıştı.16

Karşı devrim mirası

50 yılın deneyiminin ışığında değerlendirildiğinde Türkiye’nin modern tarihi, devletin, yurttaşların sınıfsal ve etnik çokluğu ve çoğulluğuna karşı giriştiği müzmin savaşı; her bir halkası monolitik Türk “ulus devlet”i ilkesini pekiştirmeye özgülenmiş bir karşı devrimler zinciri olarak okunabilir. Bu bağlamda 12 Mart rejiminde ordunun “kontrgerilla” kimliğiyle giriştiği “gayri nizami savaş” uygulamalarının ne kadarının”Gladio” kaynaklı ne kadarının devletin kendi emperyalist ve otoriter geçmişinin mirası olarak envanterinde kayıtlı olduğu açık uçlu bir soru olarak karşımızda duruyor.

Anadolu’da modern devrimci praksis bir faciayla -Ermeni devriminin yenilgisi ve 1914-19 soykırımıyla- başlamış ve bitmişti. Bu süreç Türklerin ve Ermenilerin kolektif hafızasında bir başka devrimle dağlanmadıkça iyileşmeyecek derin yaralar açmakla kalmadı. Devrimi bir kıyamla, yakın tarihin bildiği en büyük insanlık suçlarından birini işleyerek bastırmak üzere kurulmuş olan özel örgüt -“Teşkilatı Mahsusa”- hiçbir etkin soruşturma ve cezalandırmaya uğramaksızın uğursuz mirasını yeni devlete aktarmıştı.17 Bu özel örgüt, Osmanlı Devleti’nin yıkıntıları üzerinde SSCB’yle ittifak halinde süren kurtuluş savaşının ortasında, Türkiye Komünist Partisi lideri Mustafa Suphi ve 14 yoldaşını boğazlamakta tereddüt etmemişti. TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa 22 Ocak 1921’deki gizli meclis oturumunda Mustafa Suphi ve arkadaşlarını şöyle suçlamıştı: “[…] Bunların yaptıkları teşebbüs Rus bolşevizmini muhtelif kanallardan memleket dahiline sokmak olmuştur. Bu suretle memleketimize, milletimize hariçten komünizm cereyanı sokulmaya başlanmıştır.”18 Sadece bir hafta sonra, 28 Ocak 1921’de Mustafa Suphi ve yoldaşları Karadeniz’e açılan bir teknede, bölgedeki Pontus Soykırımı’nın19 cellatlarından kayıkçı kahyası Yahya ve çetesinin bıçak darbeleriyle can verdiler. Katliam Ankara’da kimse için sürpriz olmadı, kimseyi üzmedi.

Derin devlet kardeşliği

Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “ulus-devlet” halinde inşası sürecinin ilk 15 yılı boyunca sürüp giden Kürt katliamları, bu soykırım zihniyeti ve geleneğinin yeniden doğuşunun kozasıydı.20 Güçsüz, ödlek, ufuksuz Türk burjuvazisi, Osmanlı Devleti’nden arta kalan son topraklarda “72 millet”in “halklar bahçesi”ni kurmaya değil, devlet zoruyla “tek millet” yaratma “ülküsü”ne bağlanmıştı. Devlet ile toplum arasında yarım yüzyıl boyunca süre gitmiş olan bu örtük iç savaş, Gladio’nun 1970’lerde Türkçülerin sırtına binerek Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hiç yabancılık çekmeden nüfuz edişi için de en elverişli iklimdi.

1960’larda bütün kıtaları kat eden devrimci dalga 1965-71 arasında Türkiye kıyılarını büyük bir güçle dövmeye başladığında, 1968’in büyük gençlik isyanı işçilerin ve köylülerin isyanıyla buluştuğunda, Genelkurmay ve Pentagon derin bir anlayış ve empatiyle birbirlerinin kollarına atıldılar. Pentagon’un “Sahra Talimnamesi”yle Ankara’nın imparatorluktan devraldığı ayaklanma bastırma hafızasına “Gladio” aşısı yapılmış, karşı devrimin küresel meşruiyet belgesi milli savaş doktrinine içerilmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri artık “tek erin kendi memleketinin vatandaşlarına karşı savaşma”sını21 yüzü kızarmadan bütün dünyaya anlatabilirdi. “Emperyalizm bir içsel olgu haline gel[irken]”,22 Türk karşı devrimciliği NATO standartlarına yükseliyordu.

Toplumsal Tarih Dergisinin 12 Mart’ın 50 yılı vesilesiyle yayınladığı Nisan 2021 baskısından iktibas edilmiştir


DİPNOTLAR

  1. Ertuğrul Kürkçü, “Yüzümüzdeki Bıçak Yarası:6 Mayıs 1972”, https://m.bianet.org/bianet/siyaset/121827-yuzumuzdeki-bicak-yarasi-6-mayis-1972.

  2. The Rule of Law in Turkey and The European Convention on Human Rights, A Staff Study by The International Commission of Jurists, page 15; https://www.icj.org/wp-content/uploads/2013/06/Turkey-rule-of-law-and-ECHR-thematic-report-1973-eng.pdf.

  3. “Erim: Bugünkü anayasa Türkiye için lükstür,”Milliyet, 2 Mayıs 1971.

  4. Ali Gevgilili; Türkiye’de 1971 Rejimi, MilliyetYayınları 1973’ten aktaran Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 7, 1988, İletişimYayınları, İstanbul, s. 2174.

  5. Age, s. 2174.

  6. Daniele Ganser; NATO’s Secret Armies, OperationGladio and Terrorism in Western Europe, Taylor and Francis, 2005, London. p.1 (Türkçe baskısı, NATO’nun Gizli Orduları/Gladio Operasyonları,Terörizm ve Avrupa Güvenlik İlkeleri, Güncel Yayınları, 2005.)

  7. Age, s. 225.

  8. Age, s. 226.

  9. Age, s. 2.

  10. Ertuğrul Kürkçü; “X Örgütü”, https://m.bianet.org/bianet/diger/119164-x-orgutu

  11. Aslında 12 Mart, “komandolar”ın NATO’nun Güneydoğu kanadındaki “misyon”unun sonu değil başlangıcıydı. 1977-80 dönemindeki yarı-içsavaşta binlerce can kaybına neden olduktan sonra, 1990’larda “Soğuk Savaş”ın sona ermesini takiben patlak veren “Kürt savaşı”nın başlıca bileşenlerinden biri haline geldiler, “kontrgerilla” ve JİTEM emrinde istihdam edildiler. Bkz., Ertuğrul Kürkçü, “Trapped in A Web of Covert Killers,” Covert Action Quarterly(CAQ), Summer 1997, No. 61, pp. 6-12., WashingtonD.C.; http://mediafilter.org/CAQ/caq61/CAQ61turkey.html

  12. Lenin, “The Collapse of the Second International”, Collected Works, cilt 21: Ağustos 1914-Aralık 1915, Moskova, Progress Publishers, 1964, ss. 213-214.

  13. “Tağmaç, anayasa değişikliği istiyor,” Milliyet, 4 Ağustos 1970

  14. Ümit Cizre; AP-Ordu İlişkileri Bir İkilemin Anatomisi,İletişim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2002, s.49.

  15. Muhsin Batur; Anılar ve Görüşler “Üç Dönemin Perde Arkası” Milliyet Yayınları 3. Baskı, İstanbul 1985, s. 189.

  16. Talat Turhan, Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla,Tümzamanlar Yayıncılık, İstanbul 1992, s. 45’ten aktaran Ertuğrul Kürkçü, “X Örgütü”, https://m.bianet.org/bianet/diger/119164-x-orgutu.

  17. Taner Akçam; The Young Turks’ Crime Against Humanity: The Armenian Genocide and Ethnic Cleansing in the Ottoman Empire, Princeton University Press, 2012

  18. TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 1. s. 333. (https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/GZC/d01/CILT01/gcz01001136.pdf)

  19. I. Dünya Savaşı sırası ve sonrasında Osmanlı İmparatorluğu topraklarında hükûmetin İstanbul dışında, özellikle Karadeniz bölgesinde yaşayan Rum nüfusa uyguladığı etnik temizlik.

  20. Bu dönem 1937-38’de, Dersim ve havalisinde yaşayan Kızılbaş Kürtlere “isyan bastırma” gerekçesiyle uygulanan soykırımla kapandı. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 23 Kasım 2011’de, devletin gizli raporlarına dayanarak TBMM’de verdiği bilgiye göre soykırımda çoğu kadın ve çocuk 13 bin 806 insan Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından öldürülmüştü.

  21. Turhan, age s. 56’dan aktaran Ertuğrul Kürkçü,”X Örgütü”, https://m.bianet.org/bianet/diger/119164-x-orgutu)

  22. Mahir Çayan, Kesintisiz Devrim II-III, Bütün Yazılar,Eriş Yayınları, 2003, s. 270.