Bugün, yakın tarihin, yani kapitalizmin ve onun çok sayıdaki uzantılarının tarihinin herhangi bir döneminde olduğundan daha çok, bir Y kavşağında olduğumuzu söyleyebiliriz. Ne yazık ki, buradaki kelime oyunu hem kasıtlı hem de kasıtsız: Bu ‘Y’nin, erkekleri ‘erkek’ yapan o zavallı, tek, basit ve cılız kromozomla tamamen örtüşmesi tamamen tesadüf değil. Bu hale düştük, çünkü (üyesi olmaktan gurur duymadığım) iktidara aç, yetersiz, zaten hadım edilmiş ve kendi kendilerini bizi yönetmekle görevlendirmiş o erkek sürüsü bizi buraya getirdi.
Elbette burada kapitalizme büyük bir haksızlık yaptığımın farkındayım: bizi buraya getiren, sadece iki çıkış yolumuzun olduğu bu ıssız mevziye, ya o/ya bu arasındaki acınası seçime mahkûm bırakan sadece kapitalizm değil. ‘Medeniyet’ olarak adlandırmaktan hoşlandığımız şeyin tüm tarihi, en az onun kadar ‘erkek’ olan toplumsal işbölümünün, özel mülkiyetin ve baba-egemenliğinin tarihidir. Kapitalizm sadece süreci hızlandırdı, aceleye getirdi, on bin yıllık sözde medeniyetin bir türlü tam olarak başaramadığını dört kısa yüzyılda yaptı: Bizi küresel yok oluşun eşiğine getirdi, her bireyi her öteki bireye, cinsiyete karşı cinsiyete, ırka karşı ırka, sınıfa karşı sınıfa ölümcül bir düşmanlık içine soktu. Ve artık geri dönüş yok. Seçim yapmak ya da yok olmak zorundayız. Neyi seçersek seçelim, sonuç ne olursa olsun önümüzdeki yolda belirli bir süre için yıkım, uzun ve dolambaçlı bir mücadele ve kaos olacak.
Kaçınılmaz Ya O/Ya Bu
Bu seçim, Rosa Luxemburg’un ‘Birinci’ Dünya Savaşı’nın ortasında öne sürdüğü gibi basit bir ‘sosyalizm ya da barbarlık’ seçimi değildir. Rosa Luxemburg bu ifadeyi Junius Broşürü‘nde (1916) Engels’e atfederek kullanmıştı, ki bu bir yanlış hatırlama durumu aslında. Eğer bu sloganın Erfurt Programı‘nda (1891) ezeli ve ebedi düşmanı Karl Kautsky tarafından kullanıldığını hatırlasaydı, muhtemelen bu ifadeyi hiç kullanmazdı. İlk kimin söylediği sorunu bir yana, ‘Sosyalizm ya da Barbarlık’ sloganı zaten çok yararlı bir slogan da değil. Eğer tarihin herhangi bir noktasında sosyalist bir devrim başarısız olursa, ‘Barbarlık’ başımıza gelecek en kötü kader değildir: Orwell’in ‘sonsuza dek insan yüzüne basan çizme’si, olası geleceklerden biri. 1930’larda Stalin yönetimindeki SSCB, 1930’larda Hitler yönetimindeki Almanya, 1970’lerde Pol Pot yönetimindeki Kampuchea: Bunların hepsi barbarlıktan daha kötüydü ama kendi içlerinde ‘düzenli’, kaotik olmayan ve iyi örgütlenmiş rejimlerdi; her biri de sosyalizmin büyük bir yenilgisinin ardından geliyordu.
O halde önümüzdeki seçenekler bizi, H. G. Wells ve Zamyatin’den başlayıp Orwell ve Vonnegut Jr. üzerinden Atwood ve Ishiguro’ya varan distopyacıların ısrarla önerdiği gibi, basit bir ‘sosyalizm ya da barbarlık’tan farklı bir tercihe götürüyor. Franco ‘Bifo’ Berardi’ye göre:
Bugün, Anti-Oedipus’un yayınlanmasından elli yıl sonra, Deleuze ve Guattari’nin yaratıcı düşüncesini ikircikli (son derece ikircikli ve son derece zengin) bir iki olasılıklı gelecek sunumu olarak okuyabiliriz: bir yanda ‘arzunun kurtuluşu’nun ütopik geleceği, öte yanda arzunun tüketim, rekabet ve ekonomik büyüme dürtüsü olarak kutlandığı ama hazzın sürekli olarak ertelendiği neoliberal kapitalizmin distopik geleceği. (Franco Berardi, Üçüncü Bilinçdışı, 2021, 12)
Belki de Berardi’nin ‘ütopyacı/distopyacı’ ikilemine, Ursula Le Guin’in Mülksüzler’de gayet güzel bir şekilde örneklediği (ve ‘İkircikli bir Ütopya’ alt-başlığında açıkça belirttiği) gibi, ütopyanın asla sadece ütopyacı olmadığını eklemeliyiz. Distopya da Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında gözlemleyebileceğimiz gibi, sadece bir dizi kâbus görüntüsünden ibaret değildir: Kuşkusuz, Berardi’nin distopik bir gelecek olarak söylediği her şey orada var, ama aynı zamanda cinselliği ve hazzı, üremenin nefes aldırmayan boyunduruğundan kurtarmak gibi başka bir özellik de var. Tıpkı Yin ve Yang gibi, her ütopya bir distopya çekirdeği içerir ve her distopya da aslında bir sürü çürümüş kalıntı içeren başarıya ulaşamamış bir ütopik arzuyu temsil eder.
Immanuel Wallerstein ise önümüzdeki seçimi ütopyaya karşı distopya terimleriyle değil, iki farklı modernlik türü arasında görür ve ölümcül bir modernleşme krizine, yani kapitalizmin gerçek bir küresel sisteme yükselişine, kapitalizmin sadece teorik olarak değil, aynı zamanda pratik, somut bir dünya düzeni olarak, yani bir Dünya-Sistemi olarak (yeniden) inşasına vardığımızı öne sürer. Başka bir deyişle, vardığımız Y kavşağını, özgürleşmenin modernliği ile teknolojinin modernliği arasında bir yol ayrımı olarak tanımlar:
Liberalizm, özünde devlet karşıtı bir doktrinle alakası bile olmayan, devlet mekanizmasının etkinliğinin güçlendirilmesi için merkezi bir gerekçe haline geldi. Bunun nedeni liberallerin devleti, teknolojinin modernliğini ilerletirken aynı zamanda tehlikeli sınıfları makul bir şekilde yatıştırmak olan temel hedeflerine ulaşmak için gerekli görmeleriydi. Böylelikle, özgürleşme modernliğinden türeyen ‘halkın’ egemenliği kavramının ani sonuçlarını kontrol etmeyi umuyorlardı. (Immanuel Wallerstein, Liberalizmden Sonra, 1995, 132)
Her ne kadar içinde bulunduğumuz mevcut dünya düzenini (ya da karmaşasını) neoliberalizm olarak adlandırmaktan mümkün olduğunca kaçınsa da, Wallerstein’ın çağdaş liberalizm tanımı Foucault’nun 70’lerde yaptığı neoliberalizm tanımından pek de farklı değildir:
Neo-liberalizmin sorunu daha ziyade siyasi iktidarın genel uygulamasının piyasa ekonomisi ilkeleri üzerine nasıl modellenebileceğidir. Yani mesele boş bir alan yaratmak değil, piyasa ekonomisinin biçimsel ilkelerini almak ve bunları genel bir yönetim sanatına gönderme yaparak ilişkilendirmektir. Bence söz konusu olan budur; size bu operasyonu gerçekleştirmek için, yani piyasa ekonomisinin biçimsel ilkelerinin genel bir hükümet sanatına ne kadar ve ne ölçüde endekslenebileceğini keşfetmek için, neo-liberallerin klasik liberalizmi bir dizi dönüşüme tabi tutmaları gerektiğini göstermeye çalıştım.
Bu dönüşümlerin birincisi, geçen hafta size göstermeye çalıştığım gibi, temelde piyasa ekonomisini laissez-faire siyasi ilkesinden ayırmaktı. (Michel Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu, 2008, 131)
Dolayısıyla, neoliberalizmin şu andaki krizi, yani 1980’lerde Reagan-Thatcher döneminde verilen sözlerin hiçbirini yerine getirememesi, bizi en azından Foucault’nun önceden tahmin ettiği büyük ve derin bir değişiklikle baş başa bıraktı: Kapitalizmin temel maddi ayağı olan piyasa ekonomisini, liberalizmin herkes için özgürleşme vaat eden ideolojik atmosferi olan laissez-faire’den (‘bırakın yapsınlar’) tamamen kopardı. Bu, son derecede ciddi sonuçları ve içerimleri olan bir ayrışma: Artık sözde serbest piyasa, tüm müstehcen çıplaklığıyla, hiçbir şeyle örtülmemiş, hiçbir özgürleştirici vaadle, hiçbir ‘özgür dünya’ retoriğiyle gizlenmemiş bir halde, dımdızlak ortada kalmıştır. ‘Serbest’ piyasa artık, Jordan Belfort’un (2013 yılında Scorsese tarafından beyazperdeye uyarlanan) Wolf of Wall Street adlı anı kitabında ustaca tasvir edildiği üzere, homo homini lupus’un sadece mecazi anlamda değil gerçek anlamda da hüküm sürdüğü çorak bir agoradan ibaret. Sözde serbest piyasa artık çoğunlukla psikopat, kokain müptelası, sınır tanımayan ve her şeyin yanlarına kâr kalacağına inanan CEO’lar tarafından yönetilirken, nüfusun geri kalanı çaresiz bir endişe içinde onları izliyor ve son bir çaba olarak sağdan olsun soldan olsun, şaşkın, narsisist ve aynı derecede psikopat popülistlere oy veriyor.
O halde önümüzde ne gibi seçenekler var? Kesin olan tek şey şu: Kapitalizm, kuyruğunu arka ayaklarının arasına sıkıştırarak uysal bir tavırla çekip gitmeyecek. Bugüne kadar karşılaştığı en berbat krizlerden birinin (belki de en beterinin) içinde olmasına rağmen, ne pahasına olursa olsun dişiyle tırnağıyla hayata tutunmaya çalışacak. Ve aslında buradan tek bir çıkış yolu var; ancak bize iki yol varmış gibi görünüyor, dolayısıyla bu Y-kavşağı göstermelik. Kapitalizm en önemli maddi dayanağı olan sözde serbest piyasayı koruyacak, ancak liberalizm, neo- versiyonuyla birlikte gerçekten öldüğüne göre onu başka bir şeyle sarıp sarmalayacak. Peki bu ‘başka bir şey’ ne? Piyasa kapitalizminin, Asya toplumlarında gördüğümüz ve son derece dayanıklı olduğu kanıtlanmış olan binlerce yıllık Doğu Despotizmi ile tekinsiz ve korkunç bir birleşimi. Çin’de İngiliz/Fransız sömürgeci saldırısı ve ardından gelen ‘Komünist’ devrim; Hindistan’da İngiliz sömürgeci saldırısı ve ardından gelen modernleşme hamlesi; Rusya’da Bolşevik Devrimi, Soğuk Savaş ve ardından gelen ‘kapitalizme dönüş’; Türkiye’de Avrupalı güçlerin işgali, bir ulus-devletin kurulması ve ardından gelen zoraki Batılılaşma/modernleşme. Tüm bu örneklerde, sosyal, kültürel ve ekonomik yapılardaki muazzam dönüşümlere rağmen, Doğulu Baba/Despot hayatta kaldı ve ikinci sınıf bir korku filmindeki zombiler gibi, her büyük çalkantıdan sonra hayata geri döndü. Çin’de Xi, Hindistan’da Modi, Rusya’da Stalin, daha sonra elli küsur yıllık bir aranın ardından Putin ve Türkiye’de Mustafa Kemal, daha sonra altmış küsur yıllık bir aranın ardından Erdoğan.
Žižek, 2012 yılında sadece Çin için dile getirmiş olsa da, bu tekinsiz kaynaşmayı önceden görmüştü:
Peki ya otoriter gözyaşı vadisinin ardından vaat edilen demokratik ikinci aşama asla gelmezse? Belki de bugünün Çin’i hakkında bu kadar tedirgin edici olan şey budur: otoriter kapitalizminin yalnızca geçmişimizin bir hatırlatıcısı, Avrupa’da on altıncı yüzyıldan on sekizinci yüzyıla kadar devam eden kapitalist birikim sürecinin tekrarı değil, aynı zamanda geleceğin bir işareti olduğu şüphesi? Ya “Asya düğümü ve Avrupa borsasının kısır kombinasyonu” ekonomik açıdan bizim liberal kapitalizmimizden daha verimli olduğunu kanıtlarsa? Ya bu durum, bizim anladığımız şekliyle demokrasinin artık ekonomik kalkınmanın bir koşulu ve itici gücü değil de bir engeli olduğunu gösterirse? (Slavoj Žižek, ‘Demokrasiden İlahi Şiddete’; Demokrasi Ne Durumda? içinde, 2012, 107)
On yıl daha geçtikten sonra, aynı kaderi sadece kapitalizme sonradan dahil olan Asyalılar için değil, aynı zamanda derin bir kriz içinde olan ve çıkış yolları arayan merkez kapitalist toplumlar için de gözlemleyebiliriz. Çin ve Rusya deneyimleri aslında ‘ekonomik olarak bizim liberal kapitalizmimizden daha verimli [ya da en azından daha dayanıklı]’ olduklarını kanıtladılar. Çin deneyimi aslında ‘bizim anladığımız şekliyle demokrasinin artık ekonomik kalkınmanın bir koşulu ve itici gücü değil, onun önünde bir engel olduğunu’ gösterdi. Şimdi tüm kapitalist dünya sistemi, otoriter kapitalizmi hedefleyerek ‘Asya’nın yumruğu ile Avrupa’nın borsasını’ birleştirmenin bir yolunu arıyor.
Ancak bu, pürüzsüz ve engelsiz bir süreç değil ve mevcut savaş, yani Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı ve pek de başarılı olmayan işgali, ayrıca Çin’in Tayvan’ı işgal etme ihtimalini sürekli gündemde tutması, bunun çok inişli çıkışlı ve kanlı bir geçiş olacağına işaret ediyor. Yerleşik liberal-kapitalist toplumlar da tek çıkış yollarının otoriter kapitalizme boyun eğmek olduğunu kabul etmişler çoktan, ancak bunu kendi koşullarıyla, kendi tempolarında ve kendi hegemonyaları altında yapmak istiyorlar. Peki ya (Žižek’in sorgulama çizgisini devam ettirecek olursak) Çin ve Rusya (ve onları izlerlerse Hindistan ve Türkiye) bunu kabul etmezse? Ya bu konuda daha ‘kıdemli’ olduklarını iddia ederek geçiş sürecinde hegemonyayı ele geçirmek isterlerse? Ne de olsa Otokratik/Totaliter/Despotik devletleri yüzlerce, hatta bazen binerce yıl boyunca ayakta tutan ve sonunda bir tür kapitalizme tam olmasa da şöyle ya da böyle başarılı bir geçiş yapan onlardı.
Bu, şimdiye kadar sözünü ettiğim Y-kavşağının az çok kapsamlı bir tanımıdır. Neoliberalizmin tamamen çöküşünden sonra, kapitalist dünya-sistemi otoriter kapitalist bir distopik rejime evrilecek, ama kimin rehberliği ve hegemonyası altında? Kapitalizmin ‘asıl’ sahipleri sözümona ‘demokratik’ prangalarını bir kenara bırakıp yeni rejimin kendi kontrollerinde gelişmesine izin mi verecekler, yoksa despotizmin ‘asıl’ sahipleri doğum haklarını talep edip geçiş aşamasını kendi yöntemleriyle mi yönetmek isteyecekler?
‘Emperyalizm’i tanımlayın!
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali (ya da bazılarımızın inanma eğiliminde olduğu gibi Rusya-Ukrayna Savaşı) gelecekte olacakların gerçek bir göstergesi mi? Rusya’nın saldırısı, Rusya jeopolitik bölgesinde bir yer kapmaya çalışan ABD-NATO emperyalizmine karşı bir tepki midir? Eğer bu ikinci soruya cevabımız ‘evet’ ise, aynı iddia Çin’in Tayvan’a saldırması durumunda da tekrarlanabilir mi?
Bazıları sözde Rusya-Ukrayna Savaşının dünya meselelerinde Amerikan tekelinin yıkılmasına ve çok merkezli, çok odaklı bir dünya sistemine yol açacağını düşünüyor gibi görünüyor. Başka bir deyişle, Çin ve giderek Asya’daki diğer otokratik rejimler tarafından desteklenen Rusya, 1947’den bu yana yürürlükte olan Pax Americana‘ya, yani 20. yüzyılın Otuz Yıl Savaşları’nın sonunda ortaya çıkan dünya düzenine meydan okuyacak demektir. Maalesef, ‘solda’ olduğuna samimiyetle inanan pek çok kişi, sırf son yarım yüzyılda moda olan bir tür ‘anti-emperyalizmi’ temsil ettiği, anti-emperyalizmi anti-Amerikancılık olarak tanımladığı ve ‘anti-emperyalizmin’, nasıl tanımlarsanız tanımlayın, her şeyden önce anti-kapitalizm anlamına gelmesi gerektiğini unuttuğu için bu görüşü benimsiyor. Aklın ve izanın tamamen ötesine geçip Putin’e bir tür ‘sosyalizm’ veya Xi’ye de ‘komünizm’ atfetmeye çalışanlar bile var. Ancak özellikle Putin kendisini böyle bir tanımlamadan uzak tutmak için elinden gelen her şeyi yaptı, yapmaya da devam ediyor. Stalinizm belki; Putin’in Stalin’e saygı duyması ve ona gıpta, hayranlık ve huşu ile bakması ziyadesiyle mümkündür. Ama sosyalizm ya da komünizm değil; en azından Marx ve hatta Lenin tarafından ifade edilen türden bir sosyalizm asla! Xi’nin durumu biraz daha karmaşık, çünkü liderlik ettiği partinin (Çin Komünist Partisi) adına riyakarca da olsa bir bağlılık göstermek zorunda; ancak kendisi de dahil kimse buna inanmadığı için, ciddiye alınacak bir tavır değil onunki.
Peki, Pax Americana‘dan nasıl kurtulacağız ve aynı zamanda Rusya ve Çin’in emperyal hegemonya hırslarının suç ortağı olmaktan nasıl kaçınacağız? Pax Americana, bir yüzyıl süren Pax Britannica‘nın ardından ve onu izleyen Otuz Yıl Savaşları boyunca ortaya çıkmıştı. Tarih kitapları bize iki dünya savaşından ve bu ikisinin arasındaki yirmi yıllık bir barış döneminden bahseder; ancak tarihin derinlemesine bir okuması bize başka bir hikâye anlatacaktır: 1918’de, ‘on birinci ayın on birinci gününün on birinci saatinde’ imzalanan Le Francport Mütarekesi’nden 1939’da Nazilerin Polonya’yı işgaline kadar gerçek bir barış olmadı hiç. Macaristan’ın statüsü ancak 1920’de, iki yıl süren iç savaş ve huzursuzluğun ardından belirlenebildi; Türkiye topraklarındaki savaş 1922’ye kadar devam etti; Rusya’da hem iç savaş hem de Alman müdahalesi 1922-23’e kadar sürdü; Çin’de 1926-1928 yılları arasında büyük bir iç savaş ve 1928-1933 yılları arasında Çin ile Japonya arasında aralıklı çatışmalar yaşandı. Buna bir de 1935’ten sonra tüm dünya uluslarının Nazi Almanyası’nda neler olacağını ve bunun dünyanın başına ne gibi belalar açacağını görmek için gergin bir bekleyiş içinde geçirdiği yılları ekleyin. Bu yirmi yıl kesinlikle barış ve huzur yılları değildi; Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanı Mareşal Ferdinand Foch’un zamanında söylediği gibi, sadece uzun süren bir ateşkes dönemiydi:
Sağ kanattaki yorumcu ve siyasetçiler, Wilson’ın kendi kaderini hakkı konusundaki ısrarını ve Doğu Avrupa’yı parçalamadaki etkisini “budalalık” olarak nitelendirdiler. Sol tarafta ise Fransız sosyalistler ve komünistler anlaşmayı “emperyalist bir barış” olarak nitelendirme konusunda diğer Avrupa ülkelerindeki muadilleriyle anlaştı. Barış imzalanırken, Mareşal Foch müthiş bir öngörüyle, “Bu barış değil. 20 yıl sürecek bir ateşkes,” demişti. Tüm siyasi partilerden bir sürü Fransız eleştirmen, İngiliz-Amerikan baskısına boyun eğdiği ve Fransa’nın çıkarlarını tehlikeye attığı için Clemenceau’yu hedef alıyorlardı. (Ruth Henig, Versailles and After: 1919-1933, 1984, 52)
Kesinlikle kehanet niteliğinde bir tesbit Foch’un sözü; ancak tarih derslerinde öğretilenlerin, yani bir yerine iki dünya savaşı yaşandığı bilgisinin yanlış olduğunu kesin olarak ortaya koymak için yeterli değil. Bunun ve tarih yazımında bu dönemi izleyen tahrifatın nedenlerini de anlamamız gerekir. Bunun için de yine Wallerstein’a başvurabiliriz:
Ancak Kondratieff’ten daha uzun vadeli olan bir başka konjonktürel döngü daha vardır. Bu hegemonya döngüsüdür. Bu döngü mevcut durumda 1945’e değil, 1873 civarına kadar uzanmakta ve ABD’nin dünya sistemindeki hegemonyasının yükselişinin ve şimdi de düşüşünün izini sürmektedir. ABD ve Almanya arasında Büyük Britanya’nın halefi olmak için hegemonik gücü ele geçirmek amacıyla uzun bir rekabetle başladı. Bu mücadele, iki rakip arasında 1914 ile 1945 yılları arasında devam eden ve ABD’nin kazandığı Otuz Yıl Savaşları ile doruğa ulaşmıştır. (Immanuel Wallerstein, Bildiğimiz Dünyanın Sonu, 54)
Yani Pax Britannica‘dan Pax Americana‘ya geçiliyordu geçilmesine, ama sahnede görünen rakipler İngiltere ve ABD değildi. Tam tersine, bir tarafta, biri eski düzeni temsil eden, diğeri ise ‘yükselmekte olan’ iki dünya gücü, öbür tarafta ise bu ikisinin arasındaki temel rekabeti kendi küresel hakimiyeti için kullanmaya çalışan Almanya vardı. Almanlar ödülü iki kez büyük rakiplerin elinden kapmaya çalıştılar, ama ABD ve Birleşik Krallık buna izin vermeyecek kadar uyanıktı. Bunun yerine, davetsiz üçüncü yarışmacıdan kurtulmak için güçlerini birleştirdiler ve aralarındaki hesabı daha sonra, barışçıl bir şekilde kapattılar. Ortalık durulduğunda, her şeyin ABD Başkanı Woodrow Wilson’ın 1918’deki meşhur ’14 nokta’sına uygun geliştiği anlaşıldı. 1917’den 1923’e kadar dört imparatorluk dağılmıştı: Rus Çarlığı (1917), Avusturya-Macaristan İmparatorluğu (1918), Alman İmparatorluğu (1918) ve Osmanlı İmparatorluğu (1923). Alman İmparatorluğu, Hitler yönetiminde Üçüncü Reich olarak şaşaalı ve kısa ömürlü bir geri dönüş yapmış olsa da, bu durum nihai sonucu zerre kadar değiştirmedi. En anlamlı gelişme ise, tarihten silinen son imparatorluğun 1947’de Hindistan’daki Britanya Raj‘ı olması ve Otuz Yıl Savaşları’nın gerçek sonucuna ulaşmasına kadar tüm gülünçlüğüyle varlığını sürdürmesidir.
Otuz Yıl Savaşları beş imparatorluğu sona erdirdi, ancak onların yerini çoktan (yanlış bir isimlendirme olan) emperyalizm almıştı. ‘Emperyalizm’, kapitalizmin küreselleşme dürtüsünü, gerçek bir dünya sistemine evrilmesini ifade etmek için talihsiz bir terim seçimidir ve ünlü kitabı Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması (1916) ile Lenin’in de bu ismi perçinlemekte kısmen günahı vardır. Emperyalizmin ‘imparatorluklarla’ hiçbir ilgisi yoktu; tam tersine, onların yerini aldı. İmparatorluklar kapitalizmin gelişiminde bir aşamayı temsil etmez, hele hele onun ‘en yüksek’ aşamasını hiç temsil etmez. Aslına bakarsanız, Lenin’in ‘emperyalizm’ derken kastettiği, sermayenin hangi ulus-devletten geldiğine bakılmaksızın dünya yüzeyinde engelsiz hareketliliği ve kapitalist işletmeler çok uluslu bir karakter kazanırken işçi sınıfının adım adım ama kararlı bir şekilde ‘ait oldukları’ varsayılan ulus-devletlerin sınırları içine hapsedilmesidir. Tam da bu nedenle, yeni dünya sisteminin nihai küreselleşmesiyle birlikte, ulus-devletler arasındaki göç, yani işçi sınıfının ve diğer yoksul sınıfların istenmeyen, yasa-dışı ilan edilen hareketliliği, giderek daha çözülmez bir sorun haline gelmiştir, gelmektedir.
Binlerce yıllık Çin imparatorluk(lar)ından Rus Çarlığı’na ya da Osmanlı İmparatorluğu’na kadar imparatorluklar geçmişin bir anısı olarak kaldığı sürece, ‘Emperyalizm’ teriminin kullanılması ağızda kötü bir tat bırakmaktan başka ciddi bir sorun yaratmaz. Ancak bugün, ‘İmparatorluklar’ ya da emperyal politikalar geri dönmeye çalışırken, Türkiye’nin Suriye, Irak, Ermenistan, Libya ve Kıbrıs sınırlarında ‘nüfuz bölgeleri’ yaratmaya yönelik gülünç (ama hala tehlikeli) girişimlerinden ve bazen askeri müdahalelerinden, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik son işgal girişimine ya da Çin’in Tayvan’ı muhtemel işgaline kadar, ’emperyalizm’ teriminin kullanılmaya devam edilmesi ciddi bir kafa karışıklığı yaratacaktır. Nitekim bu karışıklığı anti-kapitalizm boyutu tamamen ihmal edilen ve anti-Amerikanizme indirgenen bir ‘anti-emperyalizm’ kavramının, gittikçe milliyetçileşen bir ‘sol’ tarafından ısrarla kullanılmasında açıkça görüyoruz.
Bugün çekişme halinde olan güçler, bazılarının her şeye rağmen umduğu gibi, bir tarafta ABD-NATO emperyalizmi, karşısında ise adem-i merkeziyetçi (ya da ‘anti-emperyalist’) Ruya ve/veya Çin değildir. Eski Maocuların tabiriyle iki ’emperyalizm’ arasındaki bir mücadele de değildir gördüğümüz kavga. Olmakta olan, aynı hedefe, yani Otoriter Kapitalizme ulaşmak için birbirini yiyen iki küresel güç arasındaki bir hegemonya mücadelesidir. Liberalizm öldü gitti zaten, neoliberalizm ise can çekişiyor. ‘Demokrasi’ bu ölümcül mücadelede retorik bir araçtan başka bir şey değildi zaten; ‘faşizm’ ve ‘neo-Nazizm’ ise rakiplerin birbirlerine diledikleri zaman savurdukları içi boşaltılmış küfürlerdir. Rusya-Ukrayna çatışmasında her iki taraf da eşit oranda faşiste ve neo-Naziye sahip ve her iki taraf da demokrasiyi zerre kadar umursamıyor.
Bugünkü Rusya-Ukrayna Savaşı (ya da Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, nasıl adlandırırsanız adlandırın), yapmaya zorlandığımız tercihin en son göstergesi: Otoriter Kapitalizme doğru tökezleyerek ilerleyeceğiz, buna şüphe yok; ancak ABD ve Batı Avrupa’yı takip ederek ’emperyalist’ yoldan mı, yoksa Rusya ve Çin’i takip ederek ’emperyal’ yoldan mı gideceğiz? Bu şekilde ifade edildiğinde sorunun gülünçlüğü daha da belirginleşiyor: ‘Emperyal’ ile ’emperyalist’, kötü ile kötü, daha kötü ile daha kötü arasında, ya da kadim deyişle, kırk katır ile kırk satır arasında bir seçim yapmamız bekleniyor bizden.
Üçüncü bir yol olmalı diye umut etmek istiyor insan. Eğer bu yol varsa bile, bu tarif ettiğim Y-kavşağıyla aynı düzlemde bulamayacağız onu. Bu utanç verici, anlamsız ve ölümcül kavgada taraf tutamayız, yoksa ayak altında kalır ve yol telefatı olarak, kırk katır tarafından çiğnenir, kırk satır tarafından doğranırız. Ancak, farklı bir düzlemde üçüncü bir seçenek aramamız, her iki seçeneği de reddederek bir Aufhebung, bu iki yolun da üzerine çıkacak bir diyalektik inkâr momenti bulmamız hala mümkün.
Elbette bu yolu teorik değerlendirmeler, argümanlar ve akıl yürütmeler sonucunda bulamayacağız; ama o yol burada, gözlerimizin önünde, gerçek hayatta ortaya çıkıyor zaten. Kadınların, LGBTQ+ aktivistlerinin, sendikaların, Black Lives Matter aktivistlerinin gündelik mücadelelerinde gelişmeye başladı ve devam ediyor. Bu mücadelelerin her biri kendi başına ele alındığında, özellikle de son birkaç on yılda kabullenmeye zorlandığımız sinik bakış açısından çok önemli görünmeyebilir; ancak büyüyüp yaygınlaşıyorlar ve hızla birbirlerinin farkına varıyorlar, bizim sinizmimize aldırış bile etmeden gelişiyorlar. Dolayısıyla önümüzdeki Y-Kavşağı aslında iki değil üç uçlu; çatallarından biri ise yukarıyı gösteriyor, Maya Angelou’nun şiirinde olduğu gibi, bizi ‘kölenin hayali ve umudu’ olarak ‘yükselmeye’ davet ediyor. Ya da Lynne Segal’in benden önce (ve benden çok daha güzel bir şekilde) söylediği gibi:
Sürmekte olan krizler bizi, her zaman süregelen felaketlerden beslenecek olan yağmacı kapitalizm biçimlerini kolaylaştırmak yerine, birlikte değişim aramanın daha iyi yollarını bulmaya teşvik edebilir. Tüm engellere rağmen, radikal eko-savaşçılardan Black Lives Matter ve engelli hakları aktivistlerine ve şu anda Birleşik Krallık’ta meydana gelen sendikal mücadele dalgasına kadar, günümüzün ilerici hareketlerinin canlılığını izlerken, önceki on yılları tanımlayan daha iyi, daha eşitlikçi bir dünya özlemine belirli bir geri dönüş görüyorum. Birbirimize ve doğal dünyamıza olan ihtiyacımızı ortaya koymak için birlikte hareket etmenin verdiği haz, önümüzdeki zorlu yıllarda bizi bir arada tutabilir ve tutmalıdır. Karanlık zamanlar geliyor olabilir, ancak en azından daha iyi bir gelecek için çalışmak üzere bir araya geldiğimizde şarkı da söyleyebiliriz. (Lynne Segal, ‘The Utopian Pulse’; Boston Review, 8 Eylül 2022)
Kaynak: Radically Ambiguous