Adalet ve Sosyal Adalet
Adalet, eşitlik ve özgürlük siyaset felsefesinin temel kavramlarıdır. Bu değerlerin işaret ettiği anlam dünyası siyasal fenomenlerin en genel haklılaştırma biçimlerini ortaya koyar. Isaiah Berlin’in özenli bir şekilde hatırlattığı üzere bahsi geçen kavram dünyası kendi içinde çatışmalı bir doğaya sahiptir. Eşitlikte ileriye gitmek özgürlüklere zarar verir. Adalet çoğu kez eşitsiz bir davranış tarzını içinde barındırır. Hakkaniyet herkese eşit davranmaktan çok hakkını vermektir.
Adalet en genel erdemdir. Çoğu kez ölçülülüğe denk bir içeriğe sahip olan bu değer özgürlük ve eşitliğe göre daha muhafazakar bir anlam dünyasına işaret eder. Adalet Platon’un ve İslam düşüncesinin dünyaya bakışında gördüğü ve idealize ettiği şeydir. Sosyal adalet ise özellikle kapitalist toplumlarda ekonomik rasyonelliğe karşı toplumsal taleplerin şemsiye kavramıdır. Tabakalar arası farkı azaltmaya ve göreli bir düzeyde olsa da eşitliği sağlamaya çalışır sosyal adalet. Muhafazakar, sosyal demokrat ve sosyal liberal düşünce dünyasına yakın akım ve düşünürler sosyal adalet kavramının şekillenmesine katkı sunmuşlardır.
Hegel yoksulluğun ortadan kaldırılmasını modern devletin en önemli görevlerinden biri olarak görmüştür. Hegel’in devlete pozitif görev yükleyen bu anlayışı Bismarck döneminde sosyal devletin çekirdeği sayılacak sosyal güvenlik sisteminin inşasına düşünsel zemin hazırlamıştır. Muhafazakarlar, özellikle de paternalist muhafazakarlığa yakın çizgi sosyal adaleti içselleştirmiştir. Çünkü adaletin korunması toplumun organik bütünlüğü bakımından değerlidir. Aynı gerekçelerle Batı siyasetinde kendine özgü bir yeri olan politik Katolizm ile İslam dünyasındaki pek çok ülke, parti ve harekete etki etmiş olan İslamcılık sosyal adaleti destekleme eğilimdedir.
Sosyal adaletin tabakalar arası farkı azaltmayı amaçlayan siyasal misyonu daha sonra sosyal demokrat geleneğe dönüşecek olan ılımlı sosyalist kesimler tarafından da benimsendiği açıktır. Sosyal adalet ve sosyal devletin kapitalist düzene karşı yürütülen ilerici mücadelede yeri olup olmadığı sorusu Marx’ın hayatta olduğu dönemde dahi sol/sosyalist siyaset içerisinde ciddi tartışmalara yol açmış durumdadır.
Bu konuda Marx’ın pozisyonu iki temel argüman üzerinden açıklanabilir: Marx ve izleyicileri nadiren adalet kavramını kullanmıştır. Sömürü açıklanırken kapitalist sınıfın işçi sınıfından çaldığı belirtilir. Kapitalist sınıf hırsızlıkla suçlanır. Ama metaforik yanı ağır basan bu adlandırmaya rağmen ona göre kapitalizmdeki sorun adalet değil özgürlüktür. Yani kapitalizm adil olmadığı için değil, insanları özgürlükten alıkoyduğu için yıkılmalıdır. Marx’ın Proudhon çizgisine yönelik eleştirisi ve Alman Sosyal Demokrat Partinin kuruluş sürecine damgasını vuran Gotha Programının Eleştirisi metni Marx’ın adalet temelli bir tartışmayı yanlış yol olarak gördüğünü göstermektedir. Marx, adaleti değil özgürlüğü vurguluyor tezini dikkatlice not almak ve üzerine düşünmek gerekir. Ancak Marx’ın kuramı için hangi özgürlük sorusu sorulduğunda karşımıza çıkan manzara adaleti reddetmenin hiç de o kadar kolay olmadığı göstermektedir. Marx’a göre burjuva siyasi özgürlükleri yeterli değildir. İnsanın gerçekten özgür olabilmesi için bütüncül bir insani özgürlük kavrayışına ihtiyacı vardır. Bu bağlamda Marx negatif özgürlüğü aşan bir özgürlük nosyonuna işaret etmektedir. Yapılan vurgu çok açık bir şekilde pozitif özgürlük çağrışımı yapmaktadır. Pozitif özgürlükle sosyal adalet aslında aynı madalyonun iki yüzü olduğundan sosyal adaletin sosyalist düşüncede bir karşılığı veya anlamı olduğunu inkar etmek oldukça zordur. Zaten Marx’ın teorik itirazına rağmen sosyalist ve sosyal demokrat hareket adalet ve dayanışma kavramlarını yoğun bir şekilde kullanmaya devam etmiştir.
Sosyal adalet kavramının düşünsel kökenlerine yönelik soruşturmayı bitirirken son olarak sosyal liberalizme dair ufak bir hatırlatma yapmak yerinde olur. Başta John Stuart Mill olmak üzere liberal düşün dünyası içerisinde sosyal olana yer açmaya çalışan bir dizi filozof ve düşünür adil paylaşım çağırısında bulunmuş, alt sınıfların durumlarını iyileştirmek umuduyla kapitalizm içerisinde reform talep etmiştir. Bu reform talebinin liberal düşünceyi dönüştürdüğü ve liberteryen tezde ısrar eden kesime karşı sosyal liberal bir hassasiyetin güçlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Modern Savunu: Sosyal Adalet Kuramcıları
20.yüzyılının ikinci yarısında sosyal adalet yanlısı literatür ciddi bir sıçrama yapmıştır. Bahsi geçen literatürün şekillenmesinde John Rawls’ın adı ön plana çıkmaktadır. Faydacılığa karşı Kant’ın deontolojik ahlakında ısrar eden Rawls başlangıç durumu adıyla andığı hayali bir metodolojik koşulda insanların adalet ilkelerinde nasıl uzlaşabileceği sorusuna yanıt aramıştır. Ona göre herkes için en makul çözüm genel bir eşitlik düzenini kabul etmek ve şartları kötü durumda olan kesimlere en iyi perspektifi sunan bir istisnada ısrar etmekten geçmektedir. Bir Adalet Teorisi adlı çalışmada temellendirilen bu formül daha sonra Politik Liberalizm ve Halkların Yasası’nda yeni bağlam ve ayrıntılarla yetkin bir sosyal adalet ilkeler bütününe dönüşmüş durumdadır. Rawls bu son iki çalışmasıyla hakkaniyet olarak adalete uluslararası bir içerik vermiş ve anayasa yapım süreçlerini adalet teorisine eklemlemiştir.
Thomas Pogge, Rawls’un düşüncelerini kurumsal adaletsizliği tartışmak için yeniden ele almıştır. Özellikle yoksulluk çalışmaları bakımından Pogge’ın perspektifi önemlidir. Düşünürün amacı kurumların işleyişinden kaynaklanan sistematik adaletsizliklerin gelir dağılımı adaletsizliğe yaptığı katkıyı açığa çıkarmaktır. Amartya Sen yetenek seti kavramına başvurarak insanların adaletle kurduğu ilişkiyi onların yetenek ve potansiyellerindeki eksik gerçekleşme sorunu üzerinden irdeler. Yoksulluğun aslında bir yapısal şiddet biçimi olduğu ve sosyal adalet olmazsa sosyal dışlamanın kaçınılmaz hale geleceği tezleri literatürün şekillendirilmesi noktasında etkilidir. Bu bağlamda sosyal adalet, şiddet ve kimlik arasındaki ilişkiye dair genişçe bir parantez açıp tahakkümün toplumsal hayattaki kökenlerine dair bir şeyler söylemek gerekir.
Şöyle ki, sosyal adalet olmazsa sosyal dışlama kaçınılmazdır. Ayrımcılık, yoksulluk ve işsizlik sosyal dışlamanın en bilinen örneklerine karşılık gelir. Sosyal dışlama kişileri tahakküm altında tutarak adil bir hayat sürmelerini engeller. İlkesel olarak herkes sosyal dışlama nesnesi haline gelebilir. Ama özellikle dezavantajlı gruplar sosyal dışlama pratiklerinden daha yoğun bir şekilde etkilenir. Bu mesele bir yönüyle kimlik sorunsalını da ilgilendirir. Söz konusu olan sosyal adalet olunca kimlik ve sınıf arasında doğal bir bağ kurulur. Sosyal adaletten uzak bir şekilde tahakküm altında yaşayan kesimler bakımından yaşadıkları şey aslında şiddettir. Adaletin kurumsallaşmadığı yerde şiddet toplumsal bir nitelik kazanır. Şiddet bazen fiziki şiddet şeklinde görünür ve açıktır. Çoğu kez ise adaletin yokluğunda eşitsizlik ve sosyal hiyerarşi yeniden üretilir. Adaletsizlikleri devam ettiren bu irade bireylere yönelik şiddet eylemleri ve tahakküm durumunun da sürekli hale gelmesine yardımcı olur.
Sosyal adalet literatürüne katkı sunmuş bir diğer düşünür Iris Marion Young’tur. Young sosyal eşitliği önemseyen bir felsefe ortaya koyar. Ancak refah kapitalizmi, sosyal devlet ve sosyal adalet arasında kurulan olumlayıcı bağa itiraz eder düşünür. Ona göre refah kapitalizmi vatandaşları tüketicilere indirgeyerek katılımı engellemiştir. Bu bakış açısı politik olanı ekonomiye, ekonomiyi ise tüketime özdeş sayar. Refah kapitalizmini destekleyen sosyal devlet koşullarında katılımcı siyasi kültür gelişmemiş, aksine tüketim temelli bir ihtiyaç ekonomisi modeli siyasetin yerini almıştır. Tabii Young’ın çalışmaları sadece apolitik sosyal devlete yönelik eleştiriyle sınırlı değildir. O, sosyal adalet kavramını toplumsal cinsiyet kavramı ve insan hakları teorisiyle ilişkilendirecek bir anlatı düzeyini ön plana çıkarır. Sosyal adalet ile sosyal feminizm Young’ın yürüttüğü tartışmalarında birbirini besleyen iki ağırlık noktasına karşılık gelir.
David Miller sosyal adalet kavramını toplumsal farklılaşma içerisinde ele alır. Ona göre pazar ekonomisi ile sosyal adalet arasında birbirini tamamlayan diyalektik bir ilişki vardır. Michel Walzer ise sosyal adaleti farklı üretim ve dağıtım alanlarındaki paylaşım ilişkileri bakımından yorumlar. Her alan kendi rasyonelliği içerisinde eşitlik ilkesine başvurur. Sosyal adalet bu farklı eşitlik ve eşit rasyonellikleri karakterize eder. Toplumsal malların dağıtımında sosyal adaletin gözetilmesi sosyal mallara sahip olanların bu olanaktan yoksun olanlar üzerinde tahakküm kurmasını engellemek amacı bakımından elzemdir.
Sosyal Adaletin Liberal Eleştirisi
20.yüzyıl liberal ve liberteryan düşünce sosyal adalet kavramına bir dizi eleştiri yönetmiştir. Bu eleştirilerden bazıları doğrudan doğruya kavramın kendisine, çoğu ise sosyal adaletin değerli görüldüğü felsefi ve politik düşünme setlerine yöneliktir. Bu metnin başında da ismini andığımız Isaiah Berlin’e göre insanlara kurtuluşu vaat eden mükemmellik yanlısı ve tekçi okumalar sorunludur. Çünkü insanların amaçları ve değerleri arasında uzlaşmaz çelişkiler vardır. Adalet eşitlikle, eşitlik özgürlükle karşı karşıya gelebilir. Platon’dan Marx’a felsefedeki baskın eğilim değerleri sonul bir amaca doğru kendi içerisinde uyumlu bir bütün olarak görme yönündedir. Bu bakış açısı genelde totalitarizmle sonuçlanır. Çünkü kurgulanan mükemmel ideallerle gerçek dünyadaki çoğulculuk arasında her zaman için ciddi bir makas farkı vardır. Sonuçta daha adil bir dünya kurmak için yapacağımız şeyler milyonlarca insanın acı çekmesine ve özgürlüklerini yitirmesine yol açabilir.
Popper da toplum mühendisliği ve tarihsicilik kavramları üzerinden benzeri bir eleştiri setini takip eder. Bir son amaca veya toplumsal yasalara göre eylemde bulunan zihniyet sorunludur düşünüre göre. Bu bağlamda toplum mühendisliği, tarihsicilik ve totalitarizm arasında kopmaz nitelikte bağlar vardır. Popper sadece liberalizmin çoğulculuğa izin verdiğini düşünür. Belki de bu nedenle bilim felsefesiyle başlayıp siyaset felsefesiyle biten eleştirel katkısının doğrudan muhatabı sosyalizmden sosyal demokrasiye kadar solda yer alan tüm akım ve eğilimlerdir.
Hayek’in sosyal adalet eleştirisi ise daha doğrudan ve kışkırtıcıdır. Hayek sosyal adaleti anlamsız ve yanıltıcı bulur. Ona göre sosyal adaleti içselleştirmiş sosyal devlet düzeninde herkes için bir kölelik tehlikesi vardır. Bu bağlamda rahatlıkla denilebilir ki, totalitarizmle sosyal adaletçi kamu politikası birbirini besler. Devlete sosyal adaleti sağlama görevini verdiğiniz anda bireylerin mülkleri ve özgürlüklerine yönelik devlet müdahalesi kaçınılmaz hale gelir. Ayrıca Hayek sosyal adaleti sadece tehlikeli değil, aynı zamanda imkansız bulur. Düşünür kendi kendini üreten, kendiliğinden düzeni cosmos, yapma düzeni ise taxis olarak adlandırır. Dünyanın normal akışı kendiliğindendir. Çünkü hiç kimse her şeyi kontrol edemez. Planlamacı ekonomilerin kapitalist ekonomiler karşısında başarısız olmasının asıl nedeni de budur. Sosyal adalet taxis’e, planlamaya ve kontrole dayanır. Bu ilkeyi benimseyen bir sosyal-ekonomik model verimsiz harcamalar yapıp uzun erimde herkesi fakirlikte eşitlemekten ve ayrıca bu olurken de özgürlükleri kısıtlamaktan başka bir şeye yaramaz.
Sosyal adalet karşıtı liste şüphesiz ki daha da uzatılabilir. Nozick’in bireysel hakları ön plana çıkaran minimal devlet tasarısı veya Kamu Tercihi Okulu düşünürlerinin sosyal devletin verimsizliğine yönelik ampirik iddiaları önemlidir. 70’li yıllardan itibaren hakim ekonomik doğrultu haline gelmiş neo-liberalizm sosyal adalet karşıtı liberteryan tezleri yoğun bir şekilde kullanmış ve kapitalist devletin sosyal niteliğini zayıflatmıştır.