Vincent Van Gogh dağdağalı hayatının bir döneminde kilise ile ilgisini kesmiş, din adamlarına adeta öfke duymaya başlamıştı. “Ayrıca,” diye yazmıştı ağabeyi Theo’ya 23 Aralık 1881 tarihli mektupta, “din adamlarının tanrısı benim için bir kapı tokmağı kadar cansız. Bu durumda ateist mi oluyorum şimdi. Din adamlarına sorarsan öyle görüyorlar beni -öyle olsun- ama ben seviyorum, yaşamasaydım, başkaları da yaşamasaydı nasıl sevgi duyardım” diye yazmıştı. Yaşamının çalkantılı döneminde Van Gogh yüzünü yoksullara çevirmiş, dışlanan işçileri, özellikle de maden ve dokumacıların yaşam koşullarını resmetmek istemişti.
“Ötekileri” anlamak, resmetmek istiyordu; kendisini de onlardan ötekilerden sayıyordu çünkü. Theo’ya yazdığı 24 Eylül 1880 tarihli mektupta da “Orada, Courruires’te bile bir kömür madeni ya da ocağı vardı; gündüz vardiyası işçilerinin alacakaranlıkta çıkışını gördüm. Ama Borinage’daki gibi erkek kıyafeti içinde kadın işçiler yoktu. Bezgin ve perişan görünen madenciler kömür tozuyla kararmıştı; üstlerinde yırtık pırtık ocak elbiseleri vardı” diye yazıyordu. “Uçurumun dibindeki, yani ‘derinliklerdeki’ adam madencidir; hülyalı, neredeyse uyurgezer bir havası olan diğer adam ise dokumacıdır.” Kendini yoksullarla aynı sınıftan sayan -ki öyleydi- sağlığında ressam olarak kabul ettirmeyi başaramamış, ünü ölümünden sonra gelmiş ressam, bu nedenle olabilir “ötekiyi” iyi anlıyordu. Van Gogh’un yoksulluğu tüm renkleriyle anlatmaya çabaladığı bu yıllarda ABD‘de ırkçılık tüm şiddetiyle siyahları eziyor; sömürgecilik yenilirken, öfke tırmanıyor; sömürülen ülkelerin halklarına ekonomik, kültürel baskının tüm türleriyle canlı tutulmaya çalışılıyordu. Avrupa ülkeleri arasındaki savaş ve çatışmalar kültürel farklılıkları sergilemeye özen gösteriyor, Yahudilere yönelik ırkçı saldırılar ise hemen tüm Avrupa ülkelerinde ve Rusya’da aşağılamalar kanlı pogromlarla sürüp gidiyordu. Daha sonra İspanya, İtalya ve Almanya’nın resmi politikası haline gelecek olan ırkçılık uzunca bir süre hükmünü yürütecekti.
Irkçılık bin bir surat
Şimdi zirveye tırmanan “öteki” algısı yani ırkçılığın yeşerdiği bataklık bize ne anlatıyor? Irkçılığın bir var olma biçimi olarak yabancı düşmanlığının pek çok ülkede, bu arada Türkiye’de görünür hale gelmesi ve siyasal olarak güç kazanmaya çalışmasının arkasında ne var? Öfkeli yerliler ile mağdur ve mazlum yabancılar arasındaki kavgayı adlı adınca anlatmak istiyorsak hangi temelden yola çıkmalıyız? Irkçılık konusunun karmaşık bir durum ve tarih içinde değişiklikler gösterdiği inişli çıkışlı bir süreç olduğunu biliyoruz. Farklı ülkelerden gelen göçmenlerin kurduğu bir ülke olarak ABD ırkçılığı farklı biçimleriyle yürüttüğü savaşlarla, saldırganlıkla beslemeyi sürdürüyor. Bunun için Irak’a saldırıyı, NATO’nun Libya operasyonunu, Rus-Ukrayna savaşında Avrupalıların kendilerini nasıl üstün gördüklerini anlatan talihsiz açıklamaları, örneğin Ukrayna eski Başsavcı Yardımcısı David Sakverilidze’nin “Benim için yaşananlar çok duygusal çünkü mavi gözlü ve sarı saçlı Avrupalıların öldürüldüklerini görüyorum” dediğini hatırlamak yeterli olur.
Göçmenlerin sınıfı
Baştaki sorumuza dönelim. Irkçılığın, yabancı düşmanlığının pek çok ülkede ve bu arada Türkiye’de görünür hale gelmesi ile siyasal olarak var olmaya çalışmasının arkasında ne var? Irkçılığın kökenleri, nedenleri konusunda farklı yaklaşımlar tartışılıyor. Hemen hepsinin itiraz edilemeyecek gerekçeleri olduğu konusunda da bir fikir birliğinden söz edilebilir. Etnik, dini, cinsel, ulusal, kültürel özgüllükleri yok sayan ayrımcı yaklaşımlar, tüm bunlar genel kategoriler altında toplanabileceği gibi ayrıntılandırılabilir de.
Örneğin aynı din içinde mezhep ayrılıkları, tarihte gördüğümüz ve günümüzde de yaşadığımız pek çok ve şiddetli çatışmalara yol açabiliyor. Geçerli bir yanı olmasına karşın ırkçılık konusunda tüm çatışmaları kapsayabilecek, anlatabilecek en genel kategorinin sınıfsal farklılıklar olduğu genellikle gözlerden uzak tutuluyor; gözle görülebilir olan, öne çıkan farklılaşmalar bu temel nedeni gizleyebiliyor. Bu durumun doğal nedenleri olduğu gibi temel farklılaşmayı bilinçli bir şekilde gizleme çabası da etkin olabiliyor. Böyle yapıldığında ırkçılık ile sistemin, kapitalizmin temel çatışmasının gözlerden gizlenmesine bilinçli bilinçsiz bir katkı yapılmış oluyor.
Somut gelişmeler de bu gerçeği doğrular niteliktedir. Güneyden ve doğudan, kuzeye ve batıya göçle ilgili veriler, bu büyük göç hareketinin gerçekçi bir adlandırmayla yoksulların göçü olduğunu gösteriyor. Uluslararası Göç Örgütü verilerine göre 2020’de 26 milyon kişi göç etti. Son on yılda 40 milyon kişinin yer değiştirdiği belirtiliyor. Kim bunlar? Hiç kuşkusuz kimi zenginler de önceden kurdukları ilişkilerle varlıklarını korumak ve devam ettirebilmek için yer değiştiriyorlar, ama bu anlatmaya çalıştığımız göç hareketinin dışında bir durumdur. Göçmenlerin hemen hemen tümü yoksul, iş arayan, geçinmekte zorluk çeken emekçilerdir. Savaşlardan, iç çatışmalardan kaçtıklarını söylemek gerçeğin görünen yüzü ile yetinmek olur. Çatışmalar, savaşlar yoksulların hayatını daha da içinden çıkılmaz hale getirir; ekonomik krizlerin yükü önce onların üstüne yıkılır. Bulabildikleri çare zengin ülkelere doğru her ne pahasına olursa olsun, varlarını yoklarını satıp savarak sonu belirsiz bir yolculuğa çıkmaktır. Büyük bir olasılıkla ülkelerinde “öteki” idiler. Geldikleri ülkelerde de resmi, gayri resmi yabancı düşmanlığının, ırkçılığın hedefindeki “ötekileri” olacaklardır.
Son yıllarda militan bir görünümde güçlenen kadın hareketi için de benzer bir tartışma gündemdedir. Kadınlar da yüzyıllardır erkeklerin dünyasında eşitlik için savaşıyorlar. Haklarının ancak bir kısmına ulaşabildiler. Seçme hakkında hâlâ ailenin, kocanın, baskılanmış çevrenin baskısı altında oy kullanabilmektedir. Seçilme hakkı ise kâğıt üzerindedir ve büyük ölçüde erkek egemen partilerin liderlerinin lütfuna bağlıdır. İş hayatında kadın olarak iş bulma olanakları sınırlıdır, siyaseten ve ideolojik olarak engellenmektedir; ücretlerde ise gizli, yazılmamış bir yasanın hükmüyle düşük ücretlere mahkûmdurlar. Bu durumun arkasında dinlerin kadınları doğuştan kısıtlı, kimi zaman günahkâr olarak kabul eden hâlâ üstesinden gelinememiş, reforme edilememiş dogmaları var.
Peki, çözüm nerede ya da bir çözüm var mı; çözüm önerileri konusunda sosyalistler ne diyor? Bu konuda konunun uzmanı bir arkadaşıma başvurmayı yeğliyorum. Ebru Pektaş diyor ki: “Sosyalist feminist yaklaşımda devlet ‘yapısal olarak’ değil, ‘tarihsel olarak’ erkek egemendir. Dolayısıyla o ‘tarihselliğin’ değişmesi, iktidar perspektifi dahil olmak üzere (sosyalizmin) mücadele konusudur.”
Demek ki efendim, ırkçılıkla, ayrımcılıkla, ötekileştirmeyle mücadele her gün biraz daha şekillenecek sağlam bir sosyalist perspektif ve iktidar hedefiyle silinip tarihin çöplüğüne atılabilecektir.
Güray Öz
BirGün Pazar, 4 Aralık Pazar