Derler ya, insanlar plan yapar, Tanrı gülümsermiş. Bu haftaki yazımı tamamlamış, üzerinde son düzeltmelerimi yapıyordum ki 6 Şubat sabahına kahreden bir haber ile uyandık.
Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinde sabaha karşı 7,7 şiddetinde, yıkıcı bir deprem olmuştu. Çok sayıda bina yıkılmış, birçok vatandaşımız yaralanmış ve maalesef bir bölümü de hayatını kaybetmişti.
Göçük altında yardım bekleyen vatandaşlarımıza ulaşmak için çalışmalar yürütülürken, öğle vaktinde bu defa Elbistan ilçesinde, yine yıkıcı, 7,6 şiddetinde bir deprem daha oldu. Bu bağımsız bir depremdi ve daha önce böylesine kısa aralıkla, iki yıkıcı deprem arka arkaya yaşanmamıştı. Böylesi tek bir felaketin dahi üstesinden gelinmesi güçken, başımızdaki zorluk ikiye katlanmıştı.
Deprem, toplamda on ilimizi etkiledi. Bu yazının yazıldığı saatlerde, hayatını kaybeden kişilerin sayısı üç bin dört yüzü, yaralıların sayısı ise 21 bini aşmıştı. Maalesef artmaya da devam ediyordu.
Eminim okurların en azından bir bölümü benim gibidir. Bu gibi doğal afetlerden sonra, görüntüleri izlerken duygusal olarak eziliyorum. Artık izleyemeyeceğim, deyip ekranın başından kalksam da kısa süre içinde bir mucizeye tanıklık edebilmek, insanların sağ salim enkaz altından çıkarıldığını görmek umuduyla yine oturuyorum ekranın başına. Hayatını kaybedenlere ilişkin haber ve görüntüler çoğaldığında, insanların çaresizliğine tanık olduğumdaysa göz yaşlarımı tutamıyorum.
Yıkılan binaların bir bölümünün yeni inşa edildiğini öğrendiğimde ise içimdeki duygular isyana dönüşüyor.
Yeni yapılmış bir bina, yönetmelik uyarınca 7,6 şiddetinde bir depreme dayanıklı olmalıyken nasıl yıkılır, huzurla yaşamak dışında bir amacı olmayan yaşlılara, umutla geleceğe ilişkin hedeflerini kovalayan gençlere nasıl bir “son” haline gelir?
Burada yanıt, hiç şüphesiz vahşi kapitalist anlayışın değerler hiyerarşisinde en üste koyduğu “yüksek kâr hırsının” kalan her şeyi önemsizleştirmesi, her ne pahasına olursa olsun para kazanmanın açık arayla önem sırasının zirvesine kurulması ve “risk yönetimi” ve “denetim” pratiklerini özünden saptırarak “şekli” hale getirmesi.
Tüm bu yazdıklarımı kısaca şöyle de ifade edebiliriz. Yapı denetim firmalarının ücretlerini müteahhitlerin ödediği bir sistemden ne bekleyebiliriz ki? Bir adamın işini doğru düzgün yapıp yapmadığını denetliyor olacaksınız, ancak paranızı o denetleyeceğiniz adamdan alacaksınız…
Önümüzde bir seçim dönemi var. İster mevcut iktidar sürsün, ister yeni bir iktidar gelsin, oluşan bu “denetim etkinsizliğinin” (yalnızca bu konuda değil, her konuda) mutlaka çözüme ulaştırılması gerekiyor. Bu konunun ciddiyetinin, denetimsizliğin maliyetinin iyi kavranması gerekiyor. Risk yöneticilerinin uyarılarının dikkate alınması, haydi daha halk diliyle konuşalım, alay edilmeden, bunlar da felaket tellalı diye yaftalanmadan dinlenmesi, gereken önlemlerin alınması, sonra da bu önlemlerin alındığının etkin şekilde denetlenmesi gerekiyor. Aklın yolu bir. Kayıpların azaltılması ancak bu suretle başarılabilir. Tabii, usulüne uygun yapılmayan inşaatları daha sonra imar aflarına da konu etmemek gerektiği izahtan vareste…
Bu yazdıklarımız, kurumsal bir işleyiş gerektiriyor. Riskleri ifade eden, önlem alınması için zorlayan ve önlemlerin alınıp alınmadığını denetleyen birimlerin özerk olmaları şart. Aksi taktirde işlerini layığıyla yapmalarını beklemek hayal olur.
Bu kurumsal işleyişi tesis edemezsek, bu topraklarda yaşanan acıların önüne geçmek de mümkün olamaz.
Depremde hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralananlara acil şifa diliyorum. Umarım yaralarımızı kısa sürede sarmayı başarabiliriz.
Bir sonraki yazıda görüşene kadar, sağlıcakla kalın.