Atatürk, Cumhuriyet’in 10. yılında yaptığı konuşmada, “Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü, muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız” diyordu. Bu konuşmayı izleyen 90 yılda bu hedeflerin ne kadarı gerçekleşebildi, tartışılır. Kadınların erkeklerle eşit haklara kavuşması için bir zemin hazırlaması, devamında kat edilen yol engebeli de olsa Cumhuriyet’in en büyük kazanımı bence. Elbette gurur duyulacak başka kazanımlar da var bu yüz yıllık tarihte, ama “Yurtta Barış”, “Hukukun Üstünlüğü” gibi ilkeler lafta kalmaya devam ediyor.
Hayatlarımız yüzüncü yılda her anlamda ve hemen hemen her alanda liyakatla değil siyasi güce sadakatla göreve gelenlere emanet. Bu yüzden her an hissetmesek de, topluca “nas, fıtrat ya da kader” üçgenine sıkıştırılan hayatlar sürüyoruz.
Ekonominin sürüklendiği uçurumu, siyasi çekişmeleri, rejim değişikliğini ya da savunma sanayiinde kaydedilen, tüm dünyanın izlediği atılımları, dış politikada sağlanan manevra kabiliyetini uzun uzun konuşabiliriz. Ama hepsinden daha önemlisi var: Yaşam hakkı.
Özellikle son 20 yılda, savunma sanayii, dijitalleşme gibi alanlarda kaydedilen ilerlemeyle çok övünülüyor. Ne var ki insan hayatına sahip çıkılmıyor. Devletin, Diyanet İşleri Başkanlığı dahil birçok kaleme ayırdığı bütçe ve ilgi, insan hayatına, can güvenliğine adansaydı, Kredi Yurtlar Kurumu’ndaki o asansör düşmez, gencecik Zeren gelecek hayalleri kurarken çakıldığı zeminde can vermezdi.
Gençlere ve öğrencilere güvenli barınma imkanı sağlamak, siyasi çıkar sağlamaktan önemli olsa, 2016’da Aladağ’da Süleymancılar’a ait bir kız yurdu olmaz, burada yangın çıkmaz, 11 çocuk hayatını kaybetmezdi. Siyasi çıkar sağlamak için aynı zamanda masraftan da kaçınmak için yol verilen cemaat ve tarikat evlerinde çocuklar ve gençler ölmezdi.
Hesap vermeyen sorumlular
İnsan hayatı ciddiye alınsaydı ve yetkililerin hesap verme sorumluluğu olsaydı, Pamukova’da ya da Çorlu’da onlarca kişinin can verdiği tren kazaları önlenebilir, en azından bu kazalardan birinden ders alınırdı. Soma’da 301 madenci, üretim düşmesin diye, saatli bomba gibi patlamayı bekleyen madene göz göre göre ölüme gönderilemezdi. Sonrasında 93 madenci daha çeşitli kazalarda can vermezdi.
İnsan hayatı Türkiye’de Şili’deki kadar değerli olsaydı, 17 Ağustos 1999’daki Marmara Depremi’nin ardından, 6 Şubat 2023’teki Kahramanmaraş merkezli depremlerde on binlerce can kaybımız olmazdı.
1999’dan bu yana toplanan deprem vergileri kısa vadeli siyasi ranta çevrilen duble yollara değil de, binaların sağlamlaştırılması ya da yeniden inşasına harcansaydı, milyondan fazla hanede milyonlarca can güvende olurdu.
İnsan hayatı ciddiye alınsaydı 2011’den 2022 sonuna kadar geçen 11 yılda yaklaşık 64 bin 656 kişi, kâh duble yollarda, kâh kavşaklarda trafik kazalarında ölmezdi, üç milyondan fazla insan yaralanmazdı. Ehliyet ve trafiğe çıkma izni herkese öyle kolay verilmezdi.
İnsan hayatına değer verilseydi, binlerce gencin hayatına mal olan politikaları sürdürmek yerine, barışçı çözüm için çalışılır, Kürt meselesi için silahsız çözüm yolları zorlanır, 2015 Temmuz ayından bu yana en az 6 bin 785 insanın ölmesine göz yumulmazdı.
Bazı insanların hayatına daha az değer verilmeseydi, Şırnak iline bağlı Roboski’de, Irak’tan yüklenen mallarla gelen sivil kafile, “Ne olur, ne olmaz” diyerek bombalanmaz, aralarında çocukların da olduğu 34 sivile düzenlenen saldırı, “Ordu, (oradakiler) Ahmet mi, Mehmet mi, bilemez ki” diyerek savunulmaz, konuyla ilgili soruşturma da kapatılmazdı.
Evlatlarına kavuşamayan Cumartesi Anneleri
Devlet aygıtını yönetenler, on yıllar boyunca karanlık koridor ve hücrelerde korku salmaktan güç almaya çalışmasa, can güvenliğinden sorumlu olduğu yurttaşları her koşulda koruması gerekirken ortadan kaldırmasa, gelen her hükümet “susma yeminine” uymasa, bunca insan kayıplara karışmaz, Cumartesi Anneleri evlatlarına kavuşamadan bu dünyadan göçmezdi.
Yargısız infazlarda alınan her bir can için hesap verme sorumluluğu olsaydı, kendini devlet yerine koyanlar, mesela Gezi’de görev yapan polis ya da fırıncı, gencecik insanları gaz fişekleriyle hedef alarak ya da döverek öldüremezlerdi. Gezi’de öldürülen çocuklar bugün 10 yaş daha büyümüş olurlardı.
Yurttaşların can güvenliği siyasi kaygılardan önce gelseydi, Elazığ’da Kırgız öğrenci Yeldana Kaharman’ın, Ankara’da milletvekilinin evinde çalışan Özbek Nadira Kadirova’nın ya da Giresun Eynesil’de yerde yatarken bulunan 11 yaşındaki Rabia Naz Vatan’ın şüpheli ölümleri hakkıyla soruşturulurdu.
En başa dönelim; Cumhuriyet’in eşit haklar tanıdığı kadınların hayatına yeterince değer verilseydi, polisten ve yargıdan defalarca yardım isteyen, ama katiline geri gönderilen, sırf evlilikler bitmesin diye barışmaya zorlanan kadınlar hayatta kalırlardı. İstanbul’da imzaya açılan Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden siyasi ve ideolojik nedenlerle bir gecede tek bir kişinin imzasıyla çıkılamazdı.
Kusura bakmayın, Cumhuriyet’in 100. yılında, elde edilen başarılara ve Cumhuriyet’in kazanımlarına odaklanan mutlu bir tablo çizemedim. Veciz sözleri hatırlayıp moral bulmak iyi ama can güvenliğiniz olmadığında, bu sözleri tekrar etmek neye yarar?
İnsanın yaşam hakkının, can güvenliğinin ve hukukun, siyasi çıkarlara, vurdum duymazlığa, dogmalara ve cehalete üstün geleceği ümidiyle, mücadele inancıyla, yüzüncü yılımız kutlu olsun.
Banu Güven
Kaynak: DW Türkçe