Özgürlükler, Kitlesel Hareketler ve Güç İstenci: Sivil Meşruiyetin İnşası

Neo-liberal piyasa ekonomisinin hakimiyetini, sınırları muğlaklaşan ulus-devletlerin ve çokuluslu federal devletlerin neo-faşist çağrılarına denk düşen tekçi söylemler üzerine inşa etmeye çalıştığı ultra-milliyetçilikler çağındayız. Ve tüm bunların karşısında çok sesliliği, kesişimsel ezilmişliği, radikal demokratik kapsayıcılığı, sosyalist cumhuriyetçi özerklik algılayışlarını benimseyen büyük halk kitlelerinin, demokratik kitle örgütlerinin ve taban örgütlenmelerinin praksisi yer alıyor. Bu yazıda izlenecek temel hat da bu toplumsal muhalefetlerin oluşumu ve örgütlenmesi aşamasında kapitalizmin gelişimine koşut beliren bireyci toplumsal değerlerin ve demokratik çoğulculuğun önemini anlamaya dönük olacaktır.

Kapitalizmin yükselişi ile birlikte bireyciliğin ve bireysel düşüncenin önündeki devletçi, önceden verili kabullerin oluşturduğu barikatlar yıkılmaya başlamıştır. İşgücü piyasalarındaki çoklaşma salt maddi emek cihetinden değil maddi olmayan, bilişsel emeğin, duygusal ve bilişsel metaların da artışı ve dolaşıma girmesi cihetinde deneyimlenmeye başlanmıştır. Fikri mülkiyet hakkı olarak nitelendirebileceğimiz bu bilişsel ve duygusal meta alanlarının işgücü piyasalarındaki serbest dolaşımları kolektif bir fikriyat üzerinden değil de tek tek çeşitli fikir öbeklerinin kendi sözel mülki serbestiyeti şeklinde deneyimlenmeye başlanmıştır. Böylesi serbest piyasa mantığının hüküm sürdüğü işgücü piyasalarında her fikir, söz kendi varoluşsal mevcudiyetinin mülki amiri olmuştur. Bunun yanı sıra, piyasadaki serbest dolaşım mantığını sekteye uğratacak ve buna tehdit oluşturacak her türlü somut ve soyut adımlar, serbestiyet mantığında oksimoron bir ontolojiye mahal verecek şekilde neo-liberal ekonomipolitiğin potasında eritilmiştir.

Bu durum her ne kadar piyasaya yönelik devlet destekli müdahaleleri sınırlı tutacak bir piyasa mantığına işaret ediyor olsa da piyasadaki egemenlerin, kapitalist sermayedarların meta dolaşımı sonucu elde ettikleri finansal kazançlara dair fantazilerini devamlı kılmak adına bir noktada devletin müdahalesini zaruri kılmaktadır. Buradaki devlet müdahalesi günümüzün ekonomik sistemlerinde kamu denetçiliği, sayıştay ve maliye raporları gibi alanlarda her ne kadar kendini belli ediyor olsa da denetleme ve iş etiğine uygun yapılanmalardaki ihmallerin ve suiistimallerin varlığı daha farklı biçimdeki ve amaçları olan denetleyici aygıtların devreye girdiğini salık vermektedir. Burada sermayedarlar ile genel çerçevede sermayenin ve kapitalistlerin finansal varlıklarının garantörü olarak kullanılan çeşitli devletçi sacayaklarından bahsetmemiz mümkündür. Bu bağlamda ise bir kolluk kuvveti yapılanması olarak polis gücünün, sermayenin ve neo-liberal kapitalist ekonomik düzenin işleyişindeki devletçi rolünü incelemek yararlı olacaktır.

Piyasa Kuvveti Olarak Polis Gücü

Tarihsel işleyişi ve örnekleri ile bir arada düşünüldüğü zaman ahlaki açıdan toplumcu bir noktaya konumlandırılamayacak olan devletin polis gücü, piyasadaki egemenlerin ve sermayedarların ekonomipolitik yetkeciliğini beslemektedir. Polis gücü, halk tabanındaki meta dolaşımının ve emeğin sürdürülebilir-sömürüye tabi yapısının devamlılığı için devletin koruyucu çatısı altında adeta bir piyasa kuvveti olarak emek gücünün karşısında konumlanmaktadır. Bakıldığı zaman genel çerçevede kendisi de kamusal emek gücünün bir parçası olan polis gücü, neden toplumcu işleyişin ve emek dolaşımının tarafgiri değildir? Burada görülen şey aslında özünde bir kamusal emeği temsil eden polisliğin, sermayenin yetkeci pazarlığında aracı bir koruyucu unsur olarak revizyonist bir noktada yer aldığıdır. Bu durum da beraberinde polis gücünü oluşturan kuvvet unsurlarının, üretimine bir noktada dahil oldukları holistik kamusal emekten soyutlanmalarını getirmektedir. Polisler artık kamudan, kamusal emekten ve toplumdan soyutlanmışlardır.

Polis gücü bir yerde devletçi-kapitalist sermayeye emeğini somut olarak sunarken bu var olan emeğinin barındırdığı son derece somut fiziksel gücü oluşturan kurucu öğelerin (cop, biber gazı, silah, plastik mermi, kalkan vb.) yarattığı benlik kurgusuna tutunmaktadır. Yapısal ve söylemsel işleyişi gereği somut bir güce işaret eden bu durum, polislerin kamusal emek dolaşımındaki rollerini devlet ile toplum arasında bir soğurma bölgesi şeklinde kurgulamaktadır. Ne tam anlamıyla emeğinin karşılığını alan bir kamusal emek vericidir ne de kamusal emek söylemiyle hareket eden devrimci bir unsurdur. Polis, arada kalan, istisna halini oluşturandır. Kamusal emeğin dolaşımı bağlamında polis, devlet ile toplum arasındaki kamptır. Emeği üreten ile emeğin muhatabı olanlar arasında bir sınır devriyesidir adeta. Hangi emeğin nasıl konumlanacağı, hangisinin söz sahibi olacağı ve hangisinin baskılanacağı artık bu sınır kontrolünü yapan devriyelerin tasarrufuna tabidir.

Polis gücünün burada sahip olduğu ve somut göstergeleri olan fiziksel güç, bir yandan polislerde kurucu bir egemenlik yanılsaması oluşturması bakımından kritiktir. Polisler bu somut işleyişleriyle gücü temsil eden üretim araçlarını ellerinde bulundurmaktadırlar. Ancak bir noktada bu üretim araçları yaşamı ve yaşamsal önemi olan metaları değil ölümü üretmektedir. Kamusal emek üretimi süreci aslında yaşamın devamlılığının ve sürdürülebilir olmasının tezahürüyken polis gücünün elinde bulundurduğu üretim araçları ve bunu tedarik eden güvenlik şirketlerinde çalışan emekçilerin üretici eylemleri, emek dolaşımı sürecinde bir ambivalant duygulanım yaratan ve emeğin “doğasına” aykırı oksimoron bir ontolojik kurguya işaret eden noktada yer almaktadır. Emek eğer yaşamın süreğenliğini devam ettirmeyecek ve ölümü üretecekse yaşamın ve üretmenin anlamı nerededir?

Burada elbette ki polis gücüne atfedilen, polis gücünün barındırdığı ve polis gücü tarafından uygulanan yetkeciliğin sosyal psikolojik yönlerine de vurgu yapılması önem arz etmektedir. Kimlik kazanımı, gruba aidiyet hissinin gelişimi gibi temel sosyal psikolojik fenomenler çerçevesinde geliştirilecek tartışmalar, polis gücüne dair psikolojik motivasyonların bireye ve gruba ait normlar çerçevesinde nasıl şekillendiğini bize gösterebilir. Bu motivasyon kaynaklarına ilişkin bütüncül değerlendirmeleri barındırmayan sosyolojik ve politik analizler elbette ki eksik kalacaktır. Bu yazıda ise bu değişkenlerin de bulunduğu daha farklı noktalardan kamusal emek gücü ile devletin ideolojik aygıtları arasında beliren çatışma hallerine dair çeşitli yapısal çıkarımlarda bulunulması hedeflendiği için bu tür analizler sınırlı kalacaktır.

Sosyal Güvence Politikaları Bağlamında “Meta-Patolojik” Haller

Kapitalist düzen ile beliren bireysel sorumluluk anlayışı ilkin salt emek gücünün oluşumu, meta dolaşımı gibi finansal ve ekonomik alanlarda bireyin salt sorumlu/belirleyici tayin edilmesi ile ortaya çıkan bir duruma işaret etmektedir. Takip eden süreçte emek piyasasında bozulmaya, dezentegrasyona, disfonksiyona ve kopukluğa yol açacak her türlü aksaklık – örneğin; işsizlik, hastalanma, iş kazaları vb. haller – bireyden kaynaklanan, atfı salt bireysel determinizme endeklenen işgücü patolojileri/meta-patolojiler olarak imlenmeye başlanmıştır. Nihayetinde ise bu durum, bireyin “haklı” veya “haksız” serzenişlerini bastırarak salt üretmeye, çalışmaya ve verimliliğe odaklanmasını gerektiren bir hal almıştır. İnsan olmayı imleyen hallerin sorumluluğu yani insan olma sorumluluğu bireyin omuzlarına yüklenerek piyasa ahlakı temize çıkarılmıştır. Tüm suç ve sorumluluk bireye aittir artık.

Birey bir yandan “işçi” olarak kendi emeği üzerindeki hakimiyetini görme zevkini duyarken bir yandan da bu emeğe-içkin süreçlerin işçi kimliğini aşkın piyasa-bazlı belirleyicilerinin omuzlarına yüklediği ağır sorumluluk hisleriyle yüzleşmeye zorlanmaktadır. İşçi burada adeta uzaydan fırlatılmıştır yani emekçiyi ve emeği oluşturan koşullardan bağımsız bir meteor parçası gibi görülür. İşçi, zamansız ve tarih-dışı olandır. Emeği ise tarihsel sürekliliğe sahip sürekli bir dolaşıma tabidir.

Bu liberal sorumluluk anlayışıyla beraber beliren ağırlık neticesinde işçi, artık öz regülasyonunu sağlayabileceği periferik kaynaklara başvurmaya başlar. Devlet ve toplum arasındaki sözleşmeye tabi bir yurttaş olarak ancak sözleşmenin adeta gizil öznesi gibi davranarak sermaye gücünü elinde bulunduran kapitalist elitler ile müzakere masasına oturması bundandır. Baş edemediği sorumluluğu, bu yapay sorumluluğu oluşturan kapitalist-tekelci elitlere yönelik duygulanımsal bir tepkiye dönüştürmek yerine içe yansıtır, eğer büker ve saldırganla özdeşim kurarak emeğinin sahibi olduğunu sandığı, emek gücünü elinde bulunduran şizoid bir illüzyona kapılır gider.

İşçinin yeri geldiğinde polis gücüyle yeri geldiğinde ise sömürgeci devletin ideolojik aygıtlarından siyasi parti elitleriyle kurduğu gönül bağı buradan kaynaklanır. Sorun onlara aittir ancak güce de onlar sahiptir. Gücü elinde bulunduran değil bulunduramayanın, işçinin aşağılık kompleksidir burada söz konusu olan. Bu kompleksin içinden çıkabilmek ve psikolojik bütünlüğünü koruyabilmek adına saldırganla özdeşim kurar. Emeğin sömürüsündeki problemin kaynağını ise özdeşim kurduğu saldırganın işaret ettiklerine (eşcinsellere, Yahudilere, Kürtlere, Suriyelilere, dış güçlere, kadınlara vs.) atfeder.

Müzakere masasında pazarlık konusu edilen esas şey ise, işçinin emeğine karşılık devletin güvencesiyle sağlanan tam bir sorumluluğun dağılımı ilkesinin saiklerinin gerektirdiği düzenlemelere koşulsuz biattır. Devlet, sermaye gücünü elinde bulunduran piyasa elitleri karşısında kurucu gücünden gelen öznelliğinin hakikatini sağlama almak adına yetkeci bir görünüm sergilemek ve bu yetkeciliği de meta dolaşımında pazarlık unsuru haline getirmek mecburiyetindedir. Yetkeci emeği oluşturan kurumlar, yapılar ve güçler pazarlanır ki devletin asli varoluş gayesini oluşturan müzakerenin toplum tarafında yer alan emek gücü üzerinde kontrollü ve sistematik müdahale yine devletin bekasını sağlayacak şekilde sürdürülebilir kılınsın. Bu durum, yasal ve hukuki olarak “vatandaşlık” statüsü üzerinden bireylerin işçi/emekçi kimliklerine yönelik determinist tavırlarda rahatlıkla görülebilir.

Büyük Birader Olarak Devlet: Emeğin ve Yetkenin Günlük Yaşamda Konumlanışları

Kurucu Yasa’nın sahibi olarak devlet, babadır. Bütün işgücü piyasasının varlığını ve üretimi mümkün kılan insan gücünü “vatandaşlık” ve benzeri yasal-hukuki statüler zemininde kendi elinde barındırır. İşçiler ise adeta iki kardeş – baba olarak devlet ve amca olarak piyasa – arasında bir değiş tokuş, bir mübadele piyonu vazifesi görmektedirler. İşçilerin kinetik güçlerini sağlayan motivasyon kaynaklarını fark edebilmeleri için bu emek dolaşımı ağının dışında konum almaları gerekir, en azından belli anlarda. Bu dışarıda konum alma da piyasadan ve devletin sağladığı mübadele olanaklarından bir süre uzaklaşılması ile mümkün olacaktır. Hasta olup işe gidememek, işsiz kalmak, işveren ile davalı olmak gibi emeğin mübadelesi sürecinde ortaya çıkan meta-patolojiler, işçinin emeğinin mübadelesi sürecinde aşınarak değerini yitiren emeğine çıplak gözlerle bakmasını sağlar.

Bu gibi meta-patolojik durumlar, devlet-sermaye-işçi üçgenindeki emek gücünün mübadelesi sürecine dayanan sözleşmenin tek taraflı feshinin yolunu açması bakımından önemlidir. Bu fesih bir yandan neo-liberal kapitalist piyasa ekonomisinin yüklediği ve ekonomik/üreten varlık olarak insanlıktan, hareket eden/eyleyen varlık olarak insana genişleyen sorumluluğun yükünün devlet ve sermaye yetkesinden çıkarılarak yine bireye yüklenmesiyle sonuçlanır. Yani özgürlük yükünden kurtulmanın, bu isteğin yol açtığı emek aşınmasının olumsuz ve yıkıcı etkileri en nihayetinde bireyi, kendi yaşamının sorumluluğunu almaya iter.

Güç istencini, yetkeci devletin ideolojik aygıtlarla olan bütünleşme arzusunun güdülediği polis gücünde olduğu gibi polis-dışı halk kitlelerinde de karşılığını bulan sivil yetkecilik hali üzerinden de görebiliriz. Bu durumda ise devlet ve sermaye ile yapılan sözleşmenin patolojikleşmeyen veya post-patolojik bütünleşme yaşayan tarafları, büyüklük sanrısının psikolojik doyumunun verdiği algı ile hareket ederek kendi kitlesine yönelik para-militer yetkeciliğin de yolunu açar. Devlet ve sermaye ile birleşen/bütünleşen zihinsel yapı devinim ve değişimler boyunca devlet bünyesindeki siyasal kırılmalardan fikirsel ve duygusal olarak etkilense dahi kalıp bir düşünce olarak siyasi partiler üstü devlet kimliği ve yargısının ululaştırılan gücünden ayrılmaktan korkar.

İnsanlar bu güvenceyi kaybetmek istemezler. Bu noktada ise neo-liberal kapitalist ekonomik sisteme içkin olan patolojilerin yanı sıra siyasal arenadaki patolojileri de görmek mümkün olur. Hem işçi hem de yurttaş olarak hem sermaye hem de devlet tarafından patolojikleştirilen insan varoluşu karşımızdadır. Bugün bu karşı-duruşun yarattığı özgürlük ve bireysellik istencinin kolektif patoloji olarak belirdiği toplumsal hareketlerden, ayaklanmalardan ve isyanlardan söz ediyoruz.

Devlet ve sermaye tarafından kurgulanan işçiliğin karşısında konumlanan, emeğinin sorumluluğunu alırken bu emeğin ifade ettiği mübadele değerinin de sorumluluğunun yalnız kendisine ait olduğunu savunan bir özgür bilinç var karşımızda. Burada karşı-duruşun söylemeye çalıştığı en temel olgu, demokratik değerler ile insan hak, hürriyet ve onuruna dayalı bir toplumsal düzenin inşasının gerekliliğidir. Salt devletin piyasa düzeni ile kurduğu çıkar ilişkisinin devamlılığını garantileyen ekonomipolitik yaklaşımlar, yurttaş olarak işçinin hem kendi emeğine hem de sosyal sınıfına yabancılaşmasına yol açan devletlü yetkeci illüzyonu besleyen şizotipal psikozun devamını sağlamaktadır.