Türkiye’de Yoksulluğun Gizli Yüzü: Bir Yaşam Biçimi Olarak Yoksulluk

Türkiye’de yoksulluk artık sadece ekonomik bir sorun değil; bir yaşam biçimi, bir yönetme stratejisi, hatta bir sessizlik rejimi halini aldı. Her yıl açıklanan büyüme rakamları, ihracat rekorları, yeni açılan devasa altyapı projeleri… Bu resmi anlatının ardında görünmeyen bir başka Türkiye var: Giderek yoksullaşan, temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan, devletin yardım kolisine ya da belediyenin erzak çantasına bağımlı hale getirilen milyonlarca insan.

Yıllardır iktidarın dilinden düşmeyen “sosyal yardım politikaları”, ilk bakışta bir şefkat elini andırıyor. Ancak bu yardımların yoksulluğu azaltmak bir yana, onu kalıcılaştırdığı ve daha da derinleştirdiği artık inkâr edilemez bir gerçek. Yardımların sistematik hale gelmesi, geniş kitlelerin yaşamını sürdürebilmek için bu desteğe bağımlı hale gelmesi, yoksulluğun sadece devam etmesine değil, normalleşmesine de neden oluyor. İnsanlar, yardım almak için kuyruğa girmeyi, sosyal destek başvurularını takip etmeyi bir yaşam pratiği olarak benimsiyor. Yardımlar geçim aracı haline geliyor, ama geçim sağlanamıyor.

Bu tablo rastlantısal değil. Tıpkı The Atlantic’te işaret edildiği gibi, yoksulluk çoğu zaman kişisel bir kader değil, politik bir tercihtir. Türkiye’de de bu tercih uzun süredir kendisini hissettiriyor. Yoksul vatandaş, sistemin en kolay kontrol edilebilen, en sessiz kalan kesimi haline getiriliyor. Karşılığında oyuna talip olunan seçmen, bir anlamda yardımla siyasal bir bağlılığa mahkûm ediliyor. Sosyal yardım, bir hak değil, bir sadaka gibi sunuluyor. Bu da yoksulluğun bir hak arayışına değil, minnet duygusuna evrilmesine yol açıyor.

Güncel verilere bakıldığında tablo iç açıcı değil. TÜİK’in rakamları ne kadar “düzenlenmiş” olursa olsun, sahadaki gerçekler başka şeyler söylüyor: Temel gıdaya erişim giderek zorlaşıyor. Okullarda çocuklara ücretsiz bir öğün yemek verilmesi bile hâlâ tartışma konusu. Asgari ücret her gün erirken, milyonlarca insan geçinemediğini açıkça söylüyor ama kimse onları gerçekten dinlemiyor. Özellikle büyük şehirlerde yaşamak, orta sınıf için bile imkânsız hale gelmiş durumda. Kiralar, faturalar, gıda fiyatları… Yoksulluk artık sadece işsizlerin değil, çalışanların da gerçeği.

Ama asıl endişe verici olan şu: Bu durum değiştirilmiyor. Tersine, bu yapının kendisi korunuyor. Çünkü bu yapı, güçlü olanın daha güçlü, çaresiz olanın daha bağımlı kalmasını sağlıyor. Türkiye’de iktidar, sosyal yardımı, eşitlikçi bir refah aracı olarak değil, siyasal kontrol mekanizması olarak işletiyor. Yardım alan bireyin örgütlenmesi, itiraz etmesi, sesini yükseltmesi beklenmiyor. Aksine, sessiz kalması isteniyor. Sessizlik, bu sistemin garantisi.

Türkiye’de yoksulluğun çözümü, birkaç koli gıda dağıtmakla, “Aile Destek Paketi” açıklamakla mümkün değil. Sorun, kaynak eksikliği değil; kaynakların nasıl ve kim için kullanıldığında. Adil bir vergi sistemi kurmak yerine yükü hep dar gelirliye yıkan, kamu kaynaklarını belirli şirketlere ve projelere tahsis eden bir anlayışla yoksulluğu azaltmak mümkün değil. Asıl çözüm, insanların kendi ayakları üzerinde durabileceği, geçimlerini planlayabileceği, onurlu bir yaşam sürebileceği bir sistem kurmakta.

Yoksulluk, Türkiye’de milyonlarca insanın hayatının en temel gerçeği haline geldi. Bu, bir doğal afet gibi değil; bilinçli tercihlerle inşa edilen bir düzendir. Bu düzen sürdükçe, yardım etmek değil, yardım etmek zorunda bırakmak siyasetin ana aracı olmaya devam edecek. Ve yoksulluk, insanların geleceğini değil, sadece bugününü kurtarmaya yarayan bir çıkmaz sokak olarak genişleyecek.