Sekiz milyar. Kulağa kesin geliyor değil mi? Birleşmiş Milletler’in son verilerine göre dünya nüfusu bu. Bu sayının gerçeği yansıttığını düşünmek kolay, çünkü rakamlar nesnel görünür. Oysa “bir insan bir insandır” demek, ne yazık ki modern devletin işleyişinde bu kadar basit değildir.
Nüfus sayımı, kağıt üzerinde teknik bir meseledir. Ancak gerçekte, insanları saymak, onları tanımak, sınıflandırmak, haritalamak ve nihayetinde yönetmektir. 19. yüzyılda ulus-devletlerin yükselişiyle birlikte, saymak bir egemenlik biçimi haline geldi. Tarihçi Andrew Whitby’nin de belirttiği gibi, dünya nüfusu o dönemden itibaren “iyi tanımlanmış bir çalışma nesnesi” oldu. Ancak saymanın nesnesi olan halk, aynı zamanda yönetime tabi birer özne haline geldi.
Bugün Hindistan örneğinde olduğu gibi, nüfus sayımı politik bir koz haline gelebiliyor. 2021’de yapılması gereken sayım pandemi bahanesiyle ertelendi. Ama gerçek nedenin, nüfus verilerinin siyasi dengeleri değiştirme potansiyeli olduğu açık. Hindistan’da Müslüman azınlığın marjinalleşmesi, eyaletlerin kaynaklara erişimi, ya da temsil adaleti gibi konular, yalnızca sayılarla değil, bu sayıların nasıl oluşturulduğuyla da doğrudan bağlantılı.
Batı Avrupa ülkeleri ve Doğu Asya gibi bölgelerde veri kalitesi yüksek olabilir. Ancak Afrika’nın birçok bölgesinde, Latin Amerika’nın kırsal alanlarında ya da savaş sonrası Ortadoğu’da, insanlar kayıtsızdır – ya da devlet onları kasıtlı olarak kayıtsız bırakmıştır. Nijerya’da bir nüfus sayımı, etnik temsiliyet ve kaynak dağılımı gibi nedenlerle her zaman tartışmalıdır. Saymak burada teknik bir iş değil, etnik bir çatışma zemini haline gelir.
Almanya’nın 2025 başında yaptığı düzeltme, istatistiğin mutlaklığına duyulan inancı da sorgulatıyor. Ülkenin nüfusu bir kalemde 1,3 milyon kişi azaldı. Bu, neredeyse bir Münih kadar insanın bir anda buharlaştığı anlamına geliyor. Göçmenlerin sayısının abartıldığı ortaya çıktı. Bu, yalnızca bir muhasebe hatası mı, yoksa göçmenlerin görünmezliği ya da aşırı görünürlüğü üzerine kurulu politik bir bakışın sonucu mu?
Bu noktada, Saul Justin Newman’ın Mavi Bölgeler üzerine yaptığı ironik ama çarpıcı çalışma önemli. Sardunya, Okinawa gibi bölgelerde insanların “uzun yaşadığı” iddiası, büyük oranda zayıf kayıt sistemlerinden ya da emeklilik sahtekârlıklarından kaynaklanıyor olabilir. Yani yaşadığı varsayılan kişilerin bir kısmı aslında çoktan ölmüş olabilir. Bu durum, istatistiğin “yaşayan” ile “ölü” arasındaki sınırda bile ne kadar muğlaklaştığını gösteriyor.
Saymak yalnızca nesneleri ya da bireyleri tanımlamaz, aynı zamanda onları anlamlandırır. Kimi zaman bir bireyi istatistiksel birim haline getirir, kimi zaman da onu bir kalem oyunuyla siler. Modern devletin sayma gücü, aynı zamanda dışlama gücüdür. Kimin sayıldığı, kimin görünmez kaldığı, kimin yokmuş gibi davranıldığı sorusu, yalnızca teknokratların değil, filozofların da sorusudur.
Sonuç olarak: Dünya nüfusu gerçekten sekiz milyar mı? Belki evet, belki hayır. Asıl mesele, bu sayının kimin işine yaradığı, kimi görünür kıldığı ve kimi dışarıda bıraktığıdır. Sayılar yalan söylemez belki, ama biz insanlar onlara ne istersek onu söyletiriz.
Kaynaklar:
-
Whitby, A. (2020). The Sum of the People: How the Census Has Shaped Nations, from the Ancient World to the Modern Age. Basic Books.
-
Goujon, A. (Vienna Institute of Demography) – BM demografi konferansı bildirileri.
-
Newman, S. J. (2024). Ig Nobel Ödülü duyurusu ve demografik kayıt eleştirisi.
-
Statistisches Bundesamt (2025). Almanya nüfus revizyon raporu.