Hukukun Askıya Alındığı Bir Rejimde “Yeni Anayasa” Arayışının Anlamı

Türkiye’de siyasal rejim son on yıl içinde giderek daha otoriter bir nitelik kazanmış, kuvvetler ayrılığı ilkesi sistematik biçimde tahrip edilmiş, yargı bağımsızlığı siyasal iktidarın doğrudan tahakkümüne sokulmuştur. Bu bağlamda bugünlerde iktidar çevrelerinden yükselen “yeni anayasa” söyleminin, demokratikleşmeye dönük samimi bir niyeti yansıttığı iddiası, hem tarihsel veriler hem de güncel siyasal pratikler dikkate alındığında inandırıcılıktan uzaktır. Tam aksine, mevcut anayasa da dahil olmak üzere en temel yasal normlara dahi riayet etmeyen bir iktidarın, yeni bir anayasa tasarısı üzerinden meşruiyet devşirme çabası içinde olduğu anlaşılmaktadır.

Mevcut siyasal iktidar blokunun — özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) koalisyonunun — hukuki normları keyfi biçimde uyguladığı ya da doğrudan ihlal ettiği, sayısız yargı süreciyle belgelenmiştir. Gizli tanık ifadelerine dayalı, delilsiz tutuklamalar; mahkemelerin bağımsızlığına açıkça aykırı atamalar; Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının yerel mahkemelerce tanınmaması; basın ve ifade özgürlüğüne yönelik sistematik ihlaller; yerel yönetimlerin yetkilerinin keyfi biçimde gasp edilmesi bu sürecin yalnızca bazı belirtileridir. Bu koşullarda gündeme getirilen “sivil anayasa” söylemi, anayasal reformdan çok, siyasal manipülasyonun bir aracı olarak işlev görmektedir.

Nitekim kamuoyu araştırmaları da halkın gündeminin iktidar tarafından sunulan bu yapay gündemle keskin bir tezat içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Yeni anayasa talebi toplumda yalnızca marjinal düzeyde destek bulurken (yaklaşık %3), ekonomik kriz, işsizlik, enflasyon ve hukuksuzluk gibi sorunlar halkın esas gündemini oluşturmaktadır. Dolayısıyla anayasa tartışmalarının, demokratikleşme idealinden çok, siyasal dikkatleri gerçek sorunlardan saptırma işlevi taşıdığı açıktır.

Ancak bu siyasal taktik yalnızca halkı hedef almamaktadır. Muhalefetin, özellikle Cumhuriyet Halk Partisi’nin, anayasa tartışmalarına dahil edilme çabası da stratejiktir. Böyle bir katılım hem muhalefeti iktidarın belirlediği sınırlar içinde konumlandıracak, hem de iktidarın hukuksuzluğa dayalı saldırılarını (örneğin CHP’li belediyelere dönük yargı operasyonları) meşrulaştırıcı bir söylem zeminine oturtacaktır. Siyasal iktidar, anayasa masasına muhalefeti çekerek hem onu iç tartışmalara hapsetmek hem de kendi rejimini “katılımcı” bir görüntüyle yeniden üretmek istemektedir. Bu, klasik anlamda hegemonik rıza üretiminin güncel bir formudur.

Yeni bir anayasanın yazılması pratikte olanaksız değilse bile, mevcut siyasal dengeler içinde demokratik bir anayasa inşasının mümkün olmadığı ortadadır. Bu koşullarda gündeme getirilen anayasa söylemi, anayasal devlet idealine değil, otoriterleşmenin kurumsallaşmasına hizmet etmektedir. Amaç, anayasayı yeniden yazmak değil; anayasa kavramını araçsallaştırarak rejimin devamını sağlamak, iktidar ilişkilerini yeniden tahkim etmektir.

Bugünkü anayasa tartışmalarının özünde bir iktidar stratejisi yatmaktadır: Hukukun temel ilkelerine uymayan bir siyasal aktör, bu ilkeleri kendine göre yeniden tanımlayarak meşruiyet kazanmak istemektedir. Anayasayı değiştirme söylemi, fiilen anayasa dışına çıkmış bir rejimin kendisini yeniden üretme çabasıdır. Bu, anayasa yapma değil, mevcut rejimi kalıcılaştırma projesidir.

Ve bu proje, yalnızca otoriterliğin değil, anayasal düzenin tümüyle tasfiyesi anlamına gelmektedir.

Eğer muhalefet bu yapay sürece dahil olursa, yalnızca kendi meşruiyetini zayıflatmakla kalmayacak; aynı zamanda iktidarın anayasa dışı pratiklerine sessiz onay vermiş olacaktır. Anayasaya uymayanların anayasa yazma iddiası, ancak ve ancak distopyacı rejimlerin çelişkilerle örülü retoriği içinde mümkün olabilir. Bu nedenle bugün mesele, bir metnin yazılıp yazılmaması değil; anayasal bir devletin var olup olmayacağı meselesidir.

Türkiye, hukukun askıya alındığı bir eşiğin çok daha ötesine geçmiş durumdadır. Şimdi açılmak istenen kapı, yalnızca bir anayasa kapısı değildir. Bu, dönüşü olmayan bir otoriter rejimin kurumsal temellerinin atıldığı, demokrasinin hafızasının tümüyle silindiği, cehenneme açılan bir kapıdır. Ve bu kapının aralanmasına sessiz kalmak, yalnızca bugünü değil, geleceği de teslim etmek anlamına gelir.