Türkiye, son on yılda kalkınma adı altında doğayı sistematik şekilde tasfiye eden büyük projelerin gölgesinde yaşadı. Kamu-özel işbirliği (KÖİ) modeliyle inşa edilen dev projeler, sadece kamu kaynaklarını değil, ülkenin ekolojik bütünlüğünü de tüketti. Sermayenin ihtiyaçlarına göre biçimlenen yeni ekonomik yönelimler, çevreyi bir “veri” değil, “engelleyici maliyet” olarak görmeye başladı.
Karar gazetesi yazarı Uğur Emek’in “Çevrenin Betonla ve Madenle İmtihanı” başlıklı köşe yazısında dikkat çektiği gibi, hem şehirleşme hem de enerji yatırımları bahanesiyle sürdürülen politikalar, Türkiye’nin doğal mirasını geri dönülmez biçimde yok ediyor.
Yabancı Finansörün Tereddüdü, Yerli Sermayenin Kayıtsızlığı
Yıllar önce bir KÖİ toplantısında Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) temsilcisine yöneltilen “Neden ulaştırma projelerine kredi vermiyorsunuz?” sorusu, aslında bu gerçeğin bir özetiydi. Banka temsilcisinin üstü kapalı cevabı, ulaştırma politikalarına uygun olmayan projelere finansman sağlamadıklarını belirtti. Oysa EBRD’nin politikası açıktı: “Çevreyi mahvedecek ulaştırma projelerine kredi yok.”
EBRD’nin İstanbul’daki Kuzey Marmara projeleri, Yavuz Sultan Selim Köprüsü ve İstanbul Havalimanı gibi projelere mesafesi, Türkiye’nin kalkınma modeline dışarıdan yöneltilen net bir çevresel eleştiridir. Bu projeler, kent içi ulaşımı iyileştirmekten çok, yeni rant alanları yaratmaya hizmet etti.
2018 tarihli Çevresel ve Sosyal Etki Değerlendirme raporuna göre, sadece Kuzey Marmara Otoyolu’nun Asya yakasında 864 bin, Avrupa yakasında ise 126 binden fazla ağaç kesilmiştir. Tarım arazileri, meralar, ormanlar… sermaye lehine bir bir talan edilmiştir.
Kuzey Ormanlarından Kanal İstanbul’a: Mega Proje Maskesi Altında Mega Talan
İstanbul’un kuzeyinde hayata geçirilen mega projeler —Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Kuzey Marmara Otoyolu, İstanbul Havalimanı ve masada bekleyen Kanal İstanbul— bir ekosistemi ortadan kaldırmanın araçları haline geldi.
İktidarın söylemlerinde bu projeler, “büyüme” ve “kalkınma” retoriğiyle meşrulaştırılıyor. Ancak iktidarın kendi çevreci söylemleriyle dahi çeliştiği noktalar dikkat çekici. Erdoğan’ın 1995’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken “Üçüncü köprü bir cinayettir” sözü, bugün sermaye çıkarları uğruna unutturuluyor.
Kanal İstanbul projesi ise tam bir doğa yıkımı. ÇED raporlarına göre, bu projeyle 200 binin üzerinde ağaç kesilecek. Proje alanının %52’si tarım arazisi; ayrıca göl, mera, orman ve sit alanları da projeye kurban edilecek.
Akbelen ve Zeytinlikler: Maden Sermayesinin Yeni Cephe Hattı
Doğanın büyük sermaye projelerine tahsis edilmesi yalnızca şehirlerde değil, kırsalda da sistematik olarak sürüyor. Bunun en çarpıcı örneği, zeytinliklerin madencilik faaliyetleri için feda edilmesi. Muğla’nın Milas ilçesindeki Akbelen Ormanı çevresinde 190 parselin linyit madeni için kamulaştırılması, zeytin üreticileri ve köylüler tarafından sert bir direnişle karşılandı.
İktidar, seçim öncesi gelen tepkiler karşısında geri adım atsa da, sermaye için planlanan yasa değişikliklerinden vazgeçmedi. 19 Temmuz 2025 sabahı, muhalefetin kürsü işgaline rağmen 21 maddelik torba yasanın 19 maddesi Meclis’ten geçti. Zeytinliklerin “taşınması” adı altında yok edilmesini içeren düzenleme, çevre hukukuna ve yaşam hakkına doğrudan bir müdahaledir.
Muğla Belediyesi’nden Çarpıcı Rapor: 820 Bin Zeytin Ağacı Tehlikede
Muğla Belediyesi’nin hazırladığı teknik rapora göre, yasa değişikliğinin yürürlüğe girmesiyle birlikte:
- 25 köy maden sahası içinde kalacak
- 820 bin adet zeytin ağacı taşınacak ya da yok edilecek
- 18 bin hektardan fazla orman alanı zarar görecek
- 5 binden fazla bina etkilenecek
- 57 köy doğrudan etkilenecek
Zeytincilik, yüzyıllardır Anadolu kırsalının geçim kaynağı ve kültürel belleği olmuştur. Ancak şimdi bu köklü üretim biçimi, madencilik çıkarları karşısında değersizleştiriliyor. Bir avuç şirket için, bir halkın hafızası ve emeği yok ediliyor.
Rakamlarla Çelişen Rant: Zeytin mi Değerli, Kömür mü?
Zeytin ağaçları sadece doğanın değil, kırsal ekonominin de temelidir. IMF verilerine göre 2025 itibarıyla zeytinyağının küresel fiyatı tonu 5 bin 75 dolar. Buna karşılık, kaliteli kömürün ton fiyatı sadece 100 dolar civarında.
Bu açık ekonomik göstergeye rağmen, iktidarın kömürü tercih etmesi akıl dışı görünse de, aslında sermaye ilişkileri açısından oldukça rasyonel: Doğadan elde edilen artı değerin kimlere aktarılacağı zaten baştan belirlenmiştir.
Ekolojik Tahribat: Sadece Ağaç Değil, Yaşam Alanları Yok Oluyor
İktidar temsilcilerinin “ağaçları taşıyacağız” söylemleri, ne doğanın ne de halkın hafızasının yerine konulabilir. Ulusal Zeytin ve Zeytinyağı Konseyi Başkanı Mustafa Tan’ın ifadesiyle, “zeytin ağaçları Alzheimer gibi hastalıklar geçirir; taşındıktan sonra verimliliği kaybolur.”
Köylüler yalnızca geçim kaynaklarını değil, aynı zamanda yaşadıkları evi, komşuluk ilişkilerini, kültürel kimliklerini ve doğayla kurdukları yaşam pratiğini de kaybediyorlar. Ve bu dönüşüm, “sürdürülebilirlik” adına değil, sermaye birikiminin kesintisizliği adına meşrulaştırılıyor.
Son Söz: Bu Sadece Doğanın İmtihanı Değil, Toplumun Vicdan Testidir
Türkiye, bir süredir betonla ve madenle sınanıyor. Bu sadece çevresel değil, aynı zamanda sınıfsal bir mücadeledir. Sermayeye kaynak aktarmak için ormanlar, tarlalar, zeytinlikler birer birer yok edilirken; bedelini kırsalda yaşayan, emeğiyle geçinen halk ödüyor.
Ve bu tablo, artık yalnızca doğa mücadelesi değil, aynı zamanda bir sınıf mücadelesidir. Çünkü betonun kazandığı yerde, doğa değil, halk kaybediyor. Ve sermaye kazanırken, gelecek kaybediliyor.