Türkiye’de bugün yaşananlara dikkatle bakıldığında, çıplak gözle görülen ile derin yapıda işleyen arasında büyük bir uçurum var. Seçimler yapılıyor, kongreler toplanıyor, mahkemeler karar açıklıyor. Fakat bütün bu görünür hareketlilik aslında içi boş bir dekoru andırıyor. Siyaset sahnede hâlâ oynanıyor, ama oyunun kaderi artık kulislerde, yargı dosyalarında ve sarayın mutfağında belirleniyor.
Bu, yalnızca bir taktik değil; bir iktidar formu. Kapitalist modernitenin çelişkilerini kendi lehine kullanmayı öğrenmiş otoriter bir rejim, halkın gözünü siyaset illüzyonuyla oyalarken özünde siyaseti işlevsizleştiriyor. Sandık var, ama sonuç yok. Kurallar var, ama uygulanmıyor. Demokrasi, bir gösteri toplumunun vitrini hâline geliyor.
Hanedan hayali ve burjuva siyasetin krizi
Recep Tayyip Erdoğan’ın bütün hesaplarının merkezinde artık çıplak bir soru var: Bu iktidar nasıl devredilecek? Tarihin bu evresinde bir burjuva liderin kendisini değil, kendi soyunu sürdürme arzusunu öne çıkarması, aslında rejimin zayıflığını da ele veriyor.
Bilal Erdoğan’a açılan alan, bir “doğal liderlik” arayışından değil; tam tersine, doğal bir tabanın yokluğundan doğuyor. Bu yüzden sahayı sterilize etmek, muhalefeti parçalamak, kongreleri mahkeme kararlarıyla bozmak gerekiyor. Burjuva siyasetinin krizi, hanedancı çözümlerle kapatılmaya çalışılıyor. Ama Marx’ın dediği gibi, tarih tekerrür etse bile her defasında daha ağır bir fars olarak karşımıza çıkar.
Kaçırılan an: spontane halkın sesi
Geçen yıl Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasıyla Türkiye, uzun zamandır görülmeyen bir moment yaşadı. O an, ideolojilerin ötesinde “adalet” ve “kural” duygusu etrafında birleşen bir toplumsal refleks ortaya çıkmıştı. İşçiler, esnaf, memurlar; farklı sınıf katmanları kısa süreliğine aynı cümleyi kurdu: “Kazanan yönetsin.”
Bu, tarihsel olarak nadir rastlanan bir kırılma anıydı. Fakat bu kıvılcımı büyütecek irade muhalefetin elinde yoktu. Özgür Özel’in temsil ettiği çizgi, spontane halk enerjisini örgütlü bir siyasal güce dönüştürmek yerine, açıklamalar ve toplantılarla geçiştirdi. Burada eksik olan şey, kitlelerin öfkesini politik bir programa, yani sınıfsal bir yönelime çevirecek devrimci bir perspektifti.
Alıştırma rejimi: olağanüstülüğün olağanlaşması
İktidarın en mahir olduğu nokta, toplumu “alıştırmak.” Kayyumlara, seçim iptallerine, kongrelerin mahkeme kararlarıyla bozulmasına… Vatandaş, her defasında biraz daha tolerans gösteriyor; olağanüstü, olağanlaşıyor. Gramsci’nin “pasif devrim” dediği şey burada güncellenmiş bir biçimde karşımıza çıkıyor: Sistemin özü değişmeden, yalnızca yöntemleri sürekli kaydırılarak rızanın yeniden üretilmesi.
Ama her alıştırma rejiminin sınırı vardır. Çünkü gündelik hayatın çıplak gerçekleri, artan fiyatlar, iş cinayetleri, kadına yönelik şiddet, güvencesizlik propagandanın sisini dağıtır. Halkın büyük çoğunluğu ideolojik kutuplarda değil, bu çıplak ihtiyaçların etrafında konumlanıyor. Sessiz çoğunluk, kurallara güvenmek, işin gücün düzenli yürümesi, çocuklarının geleceğini öngörebilmek istiyor.
Tarihsel ihtimal: kuralların siyaseti
Erdoğan, kendi halefini yaratmak için siyaseti siyasetsizliğe indirgiyor. Ancak bu strateji kısa vadede işlese de uzun vadede tıkanmaya mahkûm. Çünkü iktidarın devamı yalnızca zorla değil, aynı zamanda onayla da beslenmek zorunda. Onay, yalnızca “güç”ten değil, “meşruiyet”ten doğar.
Türkiye’nin geleceği bu noktada muhalefetin tarihsel bir hamle yapıp yapamayacağına bağlı. Eğer muhalefet kişisel kahramanlıklar yerine kuralların yeniden işletilmesi fikrini merkeze alırsa; eğer siyaseti yeniden yurttaşların gündelik hayatına bağlayabilirse, o zaman iktidarın oyunu bozulabilir.
Bugün mesele, kimin Cumhurbaşkanı olacağı değil. Mesele, siyasetin yeniden halkın iradesiyle mümkün olup olmayacağıdır. Tarih bize, en büyük dönüşümlerin tam da bu sorunun etrafında şekillendiğini hatırlatır.
- Sermayenin Zehri, Demokrasi’nin Çöküşü - 11 Eylül 2025
- Siyasetsizliğin İktidarı - 8 Eylül 2025
- Soğuk Savaş’ın Hayaleti ve CHP’nin Bugünkü Ablukası - 8 Eylül 2025