Sermayenin Zehri, Demokrasi’nin Çöküşü

Çin'de bir fabrikada çalışan işçiler...

Sermaye yalnızca bir birikim biçimi değil, aynı zamanda sinsi bir zehirdir: görünmez, kokusuz, ama her yere sızan; değdiği yerde ortak yaşamın nefesini çalan. Bazen bir fabrikanın paslı bacasından duman olur yükselir, bazen çok daha derinlerden, uluslararası finansın karanlık damarlarından, tedarik zincirlerinin görünmez halkalarından, hukuk metinlerinin soğuk satırlarından, ideolojinin gündelik alışkanlıklara sinmiş kalıplarından akar. Çin’in yükselişi bu zehrin yalnızca coğrafi bir yayılımı değil, kapitalizmin yeni bir evreye sıçrayışının işaretidir. 1980’lerden itibaren Çin, Batı sermayesine benzersiz bir vaat sundu: ucuz işgücü, sendikasız çalışma, çevresel maliyetsizlik ve bunların devlet güvencesi altında sürekliliği. Buradaki asıl mesele, “verimlilik” söylemiyle örtülen çıplak hakikatti: sermaye, muhalefetin susturulduğu, emeğin örgütsüz bırakıldığı, siyasal hesap sorma yollarının tıkandığı topraklarda kendini en güvende hisseder.

Soğuk Savaş’ın çöküşü sonrası Batı’da yükselen kendinden memnun kulis, tarihin liberal demokrasiyle sona erdiğini ilan etti. Bu, yalnızca ideolojik bir zafer değildi; aynı zamanda ekonomik reçetelerin hegemonik kılınması demekti: piyasaların serbestliği övülecek, devlet minimuma indirilip sosyal güvenlik parçalanacaktı. Fukuyama’nın meşhur tezi sembolikti: demokrasi ve kapitalizm birbirinin doğrudan doğal eşi sayıldı. Oysa pratikte görüldü ki, kapitalizmin genişlemesi demokrasiyle değil, esnekleşmeyle, kuralsızlaştırmayla ve yeni tür iktidar biçimleriyle mümkün kılındı. Demokrasi, neoliberal paketlerin yanına iliştirilen bir süs, bir meşruiyet perdesi oldu; fakat özünde, sermaye hareketlerinin gerektirdiği eksik düzenlemeler, esnek istihdam, özelleştirme, kamu malının ticarileştirilmesi demokrasinin toplumsal tabanını aşındırdı.

Çin modeli burada öğreticidir: seçimlerin değil, üretimin, verimliliğin, kârın güvence altına alındığı bir düzen kuruldu. Sendikasızlaşma, işgücünün kuralsızlaşması, ifade özgürlüğünün sınırlandırılması, çevrenin hesapsız tahribatı, bunlar kapitalist birikimin bedeliydi ve devlet, bu bedelin tahsilatında sermayenin garantörü oldu. Kapitalizm, daha önce liberal-mecburiyetiyle anılan siyasi formu terk etmeden de, otoriter araçlarla etkinleşebileceğini gösterdi. Öte yandan bu modelin küresel kabulü, sermayeye demokrasi terazisini boşa çıkarma imkânı verdi: artık “demokrasi gerekli mi?” sorusu, sermaye için teknik değil stratejik bir soruya dönüştü. Demokrasi yük; otoriter istikrar ise tercih olacaktı.

Doğu Avrupa’da yaşanan “geçiş” deneyimi, bu dinamiğin açık örneklerinden biridir. Sosyal devletin hızlı tasfiyesi, büyük ölçekli özelleştirmeler, işsizlik ve güvencesizlik, halkların demokrasiye olan inancını zayıflattı. Demokrasi binaları vardı ama programı boşaltılmıştı; yaşamı düzenleyen normlar piyasanın ihtiyaçlarına göre yeniden yazılmıştı. Bu da, toplumsal rızanın zayıfladığı yerde milliyetçi-otoriter arayışların güçlenmesine kapı açtı. Demokrasi, kurumların toplamından daha fazlasıdır: toplumsal koşulların ve ekonomik eşitliğin gölgesinde yeşerir. Eşitsizlik derinleştiğinde, demokratik gelenekler yüzeysel kalır; kolayca devşirilir, yeniden biçimlendirilir, hatta tasfiye edilir.

Latin Amerika deneyimi benzer bir kalıbı yineler. Askeri rejimlerden sivil egemenliğe geçişler çoğu zaman neoliberal reçetelerle örtüştü; halklar için demokrasi, tüketim malları ve piyasa erişimiyle eşleştirildi. Fakat demokrasi, yalnızca oy kullanmaksa, sosyal hakların, iş güvencesinin, kolektif örgütlenmenin yitirildiği bir düzende demokratik kurumlar boş bir kabuğa dönüşür. Bu boşluk, toplumsal mücadelelerin yeniden şekillenmesine yol açtı: demokrasi talebi, sadece siyasi prosedürlerin korunması değil, hayatın maddi koşullarının iyileştirilmesi bağlamında yeniden tesis edilmeye çalışıldı.

Tüm bu örnekler, tek bir hakikate işaret eder: sermaye için demokrasi bir zorunluluk değil, yalnızca uygun düştüğünde kullanılan bir kılıftır. Demokrasi, sermayenin ihtiyaçlarına göre eğilip bükülebilir, ya da lüzumsuz görüldüğünde kolayca bastırılabilir. Marx’ın Kapital’de gösterdiği gibi, artı-değer sömürüsünün derinleşmesi, emeğin bütünüyle bir meta haline getirilmesi ve doğanın yalnızca çıkarılacak bir “kaynak” olarak kavranması kapitalizmin asli varoluş koşullarıdır. Bu koşullar değişmediği sürece, sermaye kendi yeniden üretimini sağlamak için siyasi rejimleri araçsallaştırmaktan geri durmaz. Adı ister liberal olsun, ister otoriter ya da ikisinin iç içe geçtiği hibrit biçimler, sermaye açısından belirleyici olan şey daima aynıdır: kârın kesintisiz akışı. Bu yüzden bugün konuştuğumuz “otoriter kapitalizm” ya da “otoriter neoliberalizm” yalnızca kavramsal etiketler değil, sermayenin siyasal düzeni kendi örgütlenme ihtiyaçlarına göre biçimlendirdiğinin kanıtıdır.

Özellikle bizim coğrafyamızda bu durum, tarihsel kırılmaların ve sınıf mücadelesinin zayıflatılmasıyla birleşince daha çabuk sonuç verdi. 12 Eylül’ün yarattığı kırılma, işçi sınıfının örgütlülüğünü parçalamış; neoliberal dönüşüm emeğin kolektif örgütlülüğünü yıpratmış; toplumsal bağlar atomize edilmişti. Demokrasi bu koşullarda bir armağan değil, dışarıdan dayatılmış bir form olarak algılandı. Bu algı, demokrasinin toplumsal temelleri zayıf kaldığında nasıl hızla düşürülebileceğinin göstergesidir: hukuk, medya, eğitim gibi alanlar ele geçirildiğinde, demokratik mekanizmalar kolayca içi boşaltılabilir.

Sermayenin zehri, yalnızca ekonomik bir süreç değildir; o aynı zamanda bir kültürel ve epistemik süreçtir. Meta, insan ilişkilerini gizler; “metanın büyüsü” insanın kendi üretici rolünü unutmasına yol açar. Kültürel üretim araçları (medya, akademi, popüler kültür) sermaye tarafından şekillendikçe, demokrasiye dair talepler piyasa mantığı içinde eritilir. Hegemonya budur: sadece zorla değil, rıza yoluyla da egemenliğin sürdürülmesi. Bu rıza kırıldığında, sermaye güçleri hukuki ve idari mekanizmalarla devreye girer; sivil alanlar kısıtlanır, muhalefet kriminalize edilir, denetim mekanizmaları yoğunlaşır.

Ekoloji, bu zehrin daha görünür yüzüdür. Kapitalizmin sınırsız büyüme talebi doğayla kurduğu ilişkiyi bozar; “metabolik kırılma”nın yankıları sel, kuraklık, kirlilik şeklinde geri döner. Burada Çin örneği, sadece işçi sömürüsünü değil, çevresel dışsallıkları da küresel ölçekte normalleştirdi. Sermaye, çevresel yükleri ucuzlatırken karı maksimize eder; maliyeti toplum ve doğa öder. Bu da, demokrasi tartışmasını maddi bir zemine çeker: politika, yaşamın sürdürülebilirliğini güvence altına alabilecek araçları gerektirir. Demokrasi, eğer maddi koşulları düzeltmiyorsa, çevresel adaleti sağlayamıyorsa o zaman salt törenlerden ibaret kalır.

Peki panzehir nerede? İyi haber şu: zehir tek bir kaynaktan gelmez; o yüzden panzehir de tek bir noktada saklı değildir. Panzehir, kolektif direnişlerin şiirinde, işçinin sessiz sabah deviniminde, kadının kamusal alana dair ısrarında, gençliğin sokaklarında, ekoloji hareketlerinin yerel örgütlenmelerinde bulunabilir. Demokrasi, sandıkla sınırlı bir kavram olmaktan çıkarılıp yaşamın yeniden paylaşılması, kararların tabandan alınması, emek ve doğanın korunması için örgütlendiğinde gerçekleşir. Bu, yalnızca politik bir program değil; aynı zamanda üretim ilişkilerinin dönüştürülmesi demektir: mülkiyetin toplumsallaştırılması, planlama mekanizmalarının demokratikleştirilmesi, emekçilerin üretim süreçlerine katılımının güvence altına alınması.

Strateji, hem düşlerden hem de örgütlü pratikten güç almalıdır. Demokratik direnişin amacı yalnızca iktidarı ele geçirmek değildir; esas olan, iktidarı halka teslim edecek kurumları kurmaktır. Yerel meclisler, işçi kooperatifleri, toplumun doğrudan söz sahibi olduğu kamusal hizmetler bu yolun parçalarıdır. Böyle bir dönüşüm bir günde gerçekleşmez; sabır, disiplin ve uzun soluklu bir mücadele ister. Çünkü mücadele yoksa demokrasi de yoktur; mücadele sustuğunda toplumun nefesi kesilir.

Asıl soru şudur: Kendi mücadelemizle bu nefesi büyütecek miyiz, yoksa sermayenin zehrine teslim olup yavaş yavaş boğulacak mıyız? Yanıt, örgütlenmenin gücünde, dayanışmanın sürekliliğinde ve düşlerin gerçeğe dönüştürülmesinde gizlidir. Demokrasi bir armağan değildir; onu yeniden kurmak, genişletmek ve yaşatmak zorundayız. Bu, yalnızca bir tercih değil; sınıfsal ve yaşamsal bir zorunluluktur.

Hasan KAYA