Sözün Sessizliğe Dönüşü: Sloganların Gölgesinde Siyaset Dili

Bir zamanlar söz, düşüncenin taşıyıcısıydı. Cümleler, bir fikrin yürüyüşünü başlatır, bir toplumun ufkunu genişletirdi. Her kelime, bir anlamın ve bir hayalin taşıyıcısıydı; her cümle, bir zihinsel çabanın ürünüydü. Oysa bugün, sözün yerini slogan aldı. Düşüncenin değil, duygunun; anlamın değil, yankının hüküm sürdüğü bir çağda yaşıyoruz. Artık cümleler değil, tekrarlar konuşuyor. Düşünce yerini tezahürata, ifade yerini gürültüye bıraktı.

Bugünün siyaseti bir “slogan çağı”na dönüşmüş durumda. “En büyük biziz.” “Yerli ve milli.” “Bizimle yürü.” Bu cümleler, yalnızca politik mesajlar değil; aynı zamanda bir zihinsel kapanmanın işaretleri. Bu dilin gücü, basitliğinde saklı: çünkü düşünmeyi değil, hissetmeyi çağırıyor. Karmaşık cümlelerin yerini, kolay sindirilebilir, ritmik, tekrarlanabilir ifadeler aldı. “Bizi bölmek istiyorlar” demek, bir düşman yaratmanın en kestirme yolu haline geldi. “Bizimle yürü” demek, bir davet değil, bir itaate çağrı artık.

Farklı coğrafyalarda aynı tını yankılanıyor. Amerika’da “önce biz”, Türkiye’de “yerli ve milli”, Rusya’da “büyük vatan”, Macaristan’da “halkın iradesi”… Diller değişiyor ama anlam hep aynı kalıyor: “Ben konuşuyorum, sen dinleyeceksin.” Bu ortak dil, küresel popülizmin yeni lisanı. Duygulara sesleniyor, düşünceyi dışlıyor. Çünkü düşünmek, karmaşıklığı ve çelişkiyi davet eder; oysa slogan, tek sesli ve kesinlik doludur.

Burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta şu: Bu liderler bu dili stratejik bir tercih olarak seçtikleri için değil, sadece bu dili kurabildikleri için böyle konuşuyorlar. Princeton Üniversitesi’nin 2016 tarihli bir araştırması, Donald Trump’ın konuşmalarının ortalama okuma düzeyinin ABD’de dördüncü sınıf seviyesine denk geldiğini ortaya koymuştu. Bu sadece bir popülizm taktiği değil; entelektüel ufkun sınırını gösteren bir işaret. Çünkü düşünceyi taşıyan cümleler, bir kelime dağarcığına, bir kültürel birikime ve zihinsel disipline dayanır. Oysa bu tür liderler için dil, düşüncenin değil, gücün aracıdır.

Cümle kurmak, bir fikri inşa etmektir. Oysa bu liderler için kelimeler, bir duvar örmek için kullanılır. Kısa, keskin, tekrarlanabilir ifadeler tercih ederler; çünkü bu tür cümleler sorgulanmaz. “Yerli”, “milli”, “bizim değerlerimiz” gibi sözcükler, birer düşünce değil, birer işarettir artık. Düşünmeye değil, hizalanmaya çağırır. Dildeki bu basitleşme, siyasetle sınırlı kalmaz; toplumun düşünme biçimlerine kadar sirayet eder.

Siyaset dilindeki bu daralma, aslında uzun bir tarihsel sürecin sonucu. 1980’lerden itibaren dünya siyasetinde, özellikle de neoliberal düzenin yükselişiyle birlikte, entelektüel birikimin yerini iletişim danışmanları aldı. Politika, bir düşünme pratiği olmaktan çıkıp bir “iletişim mühendisliği”ne dönüştü. 80 öncesi politikacılar, belli bir entelektüel referansa, bir ideolojik çerçeveye sahipti. Cümleleri katmanlıydı, dili zengin, söylemleri kısmen de olsa felsefi ya da edebi göndermelerle örülüydü.

Bugün ise politikacılar konuşmuyor, yalnızca bağırıyor, suçluyor, azarlıyor. Aynadan okuyan, metin yazarlarının hazırladığı satırlara sıkı sıkıya bağlı kalan liderler bile bu boşluğu gizleyemiyor. Konuşmalarının ritmi var, ama anlamı yok. Söyledikleri tutkulu, ama içi boş. Dil, düşüncenin değil, duygunun hizmetinde. Bu nedenle günümüz siyasetinde “iyi konuşan” ile “çok konuşan” arasındaki fark ortadan kalktı. Retorik, anlamın yerine geçti.

Sloganlar, modern çağın en etkili uyuşturucusuna dönüştü. Çünkü düşünmeyi gerektirmez, yalnızca duyguları harekete geçirir. Korku, öfke, aidiyet, milliyet… Hepsi tek bir kelimeyle çağrılabilir: “Biz.” Bu “biz”, kapsayıcı değil; dışlayıcıdır. Bir kimlik değil, bir sınır çizer. İçine girmek bir aidiyet değil, bir itaattir artık. Her sloganın içinde gizli bir düşman vardır; çoğu zaman kimliği belirsiz, soyut bir düşman. Ama bu düşman, topluluğun birliğini korur; sorgulama gereğini ortadan kaldırır.

Bu dil, aynı zamanda bir zihin biçimidir. Düşüncenin değil, itaatin dilidir. Çünkü düşünmek çaba ister, sorgulamak cesaret. Sloganlar ise kolaydır; düşünme zahmetinden kurtarır. Sorgulayan bir toplum yerine, tekrar eden bir toplum yaratır. Bu nedenle sloganların egemen olduğu ülkelerde, kelimelerin değil, ses tonunun belirleyici olduğu bir iletişim biçimi ortaya çıkar. Kimin daha çok bağırdığı, kimin daha çok tekrar ettiği önem kazanır.

Ve ses, her zaman düşünceden güçlüdür, ama kısa ömürlüdür. Bir ses çınlar, sonra kaybolur. Oysa bir cümle kalır. Bu yüzden sloganların hüküm sürdüğü çağlar, aynı zamanda unutkanlığın çağlarıdır. Dün “yerli ve milli” olanın, bugün “küresel vizyon” olarak sunulması kimseyi rahatsız etmez. Çünkü sloganın amacı düşünmeyi değil, unutturmayı sağlar.

Bugün siyasetin dili, toplumun aynasıdır. Eğer bir ülkede liderler sloganlarla konuşuyor, halk bu sloganlarla yaşıyorsa, orada düşünce değil, dönüş vardır. “En büyük biziz” diyen bir toplum, neden büyük olunması gerektiğini sorgulamaz. “Yerli ve milli” dendiğinde kimse “yerlilik nedir, millilik kime aittir?” diye düşünmez. Çünkü bu sorular, sloganın büyüsünü bozar. Düşünmek, büyüyü dağıtır. Ve iktidarlar, büyü bozulmasın diye slogan üretmeye devam eder.

Bugünün politik gerçekliği, yalnızca yönetenlerin değil, yönetilenlerin de dildeki bu yoksunluğu içselleştirdiğini gösteriyor. Eğitim sistemi, medya, kamusal alan, hepsi aynı basitleştirici dili yeniden üretmekte. Cümlelerin derinliği azaldıkça, toplumun düşünme kapasitesi de daralıyor. Dildeki fakirlik, düşüncedeki fakirliği büyütüyor.

Ama yine de her çağ, kendi sessizliğinde bir karşı-ses taşır. Gürültünün ortasında, hâlâ cümle kurmaya çalışan, kelimelerin gücüne inananlar vardır. Belki bir gün, yeniden düşünmenin cesaretini hatırlarız. Belki o zaman, “biz” kelimesi yeniden anlam kazanır, bir ayrışmanın değil, bir buluşmanın dili olur.

Bugün söz, sessizliğin eşiğinde. Ama her sessizlik, yeniden konuşmanın ihtimalini taşır. Ve belki, bir gün, sloganların değil, cümlelerin ülkesine dönebiliriz.