Doğayla Barışmanın Politikası: Yabancılaşma, Emek ve Ekolojik Ufuk

İnsanın doğayla kurduğu en eski bağ, onun kendi varoluşunun da aynasıdır. Bu bağ koptuğunda, yalnızca toprak yaralanmaz; insan da kendi benliğinden, emeğinden, ruhundan kopar. Modern çağın en derin yarası işte budur: insan, doğayı sömürürken aslında kendini yitirmektedir. Karl Marx, bu yarayı kapitalizmin kalbine işlemiş bir kavrayışla tarif eder. O, bir “ekolojist” değildi belki, ama insanla doğa arasındaki kopuşu, emeğin yabancılaşmasıyla aynı kökten gelen bir felaket olarak sezdi.

Marx’ın düşüncesi, toprağın çığlığını duyabilen bir düşüncedir. Kapitalizmin, doğayı yalnızca ham maddeye, insan emeğini yalnızca bir metaya dönüştürmesi, yaşamın bütün çevrimine vurulan en ağır darbedir. Bu sistem, üretimden çok tahribat üretir; artı-değerin arkasında artı-yıkım, birikimin arkasında eksilme vardır.

Kapitalizmin ekolojik yarığı

Marx, insanla doğa arasındaki karşılıklı alışverişi, yani “metabolizmayı” (Stoffwechsel) üretimin özüne yerleştirir. Kapitalizm bu alışverişi bozar; insanın toprağa, suya, havaya olan bağı, kârın ve mülkiyetin mantığına feda edilir. Toprak tükenir, orman susar, hava zehirlenir. İnsan ise kendi emeğinin yankısı içinde giderek sessizleşir.

Bu yüzden Marx, doğayı bir “sahne” olarak değil, insanın inorganik bedeni olarak görür. İnsan, doğayı dönüştürürken kendini de dönüştürür; ama bu dönüşüm özgürlük değilse, yalnızca yeni bir tutsaklık biçimi doğurur. Doğayı yok sayan her uygarlık, kendi mezarını kazmaya başlar.

Kapitalizmin ekolojik yarığı, toprağın kimyasında değil, insanın bilincinde açılmıştır. İnsan artık toprağı dinlemez, yalnızca kullanır. Oysa doğa, sessiz bir sözleşmeyle insanı besler, büyütür ve sınırlar. Bu sözleşme bozulduğunda, yalnızca ekosistem değil, insanın etik varlığı da çürümeye başlar.

Yabancılaşmanın yeşil yüzü

Marx’ın yabancılaşma kavramı, yalnızca işçinin üretim aracına ve ürününe yabancılaşmasını değil, insanın doğaya ve kendine yabancılaşmasını da anlatır. İnsan, doğayı tahakküm altına alarak özgürleştiğini sanır; oysa doğa üzerindeki her zafer, Marx’ın deyimiyle, sonunda insana karşı kazanılmış bir zaferdir.

Bugün “iklim krizi” dediğimiz olgu, bu yabancılaşmanın jeolojik yankısıdır. Yerkürenin ateşi yükselirken, insanın vicdanı soğur. Ormanlar, su kaynakları, canlı çeşitliliği… Hepsi birer “kâr tablosu”nun gölgesinde tükenir. 1844 El Yazmaları’nda Marx’ın söylediği gibi, insanın doğadan kopması, onun öz-varlığından kopmasıdır. İnsan, kendi emeğiyle kurduğu dünyada artık kendine yer bulamaz.

Doğaya yabancılaşma, aynı zamanda duygunun, sezginin, şükranın yitimi demektir. İnsan, toprağa hükmettikçe toprağın dilini unutur. Her fabrika bacası, yalnızca havayı değil, belleği de kirletir.

Doğayla barışın politik ufku

Marx’ın devrim anlayışı yalnızca iktisadî bir kopuş değil, aynı zamanda varoluşsal bir arınmadır. İnsan, bütün yabancılaşma biçimlerinden kurtulmadıkça, doğayla gerçek bir barış kuramaz. Üretim araçlarının toplumsallaşması, yalnızca sermayenin zincirini kırmak için değil; doğayı yeniden ortak bir varlık, bir yaşamdaş olarak sahiplenmek içindir.

Marx, Kapital’de İngiltere’nin tükenen topraklarından söz ederken, üretim araçlarının özel mülkiyetinin doğayı mahvetmeye yazgılı olduğunu gösterir. Bu yıkımın önüne geçmek, doğayı tahakküm altına almakla değil, onunla yeniden uyum kurmakla mümkündür.

Doğa, insanın düşmanı değil; onunla birlikte var olan, onunla soluk alan bir yoldaştır. Ekolojik özgürlük, doğayı romantikleştirmek değil, onunla kurulan toplumsal ilişkinin sömürüye dayalı niteliğini ortadan kaldırmaktır.

Ekososyalizm: geçmişin sezgisi, bugünün zorunluluğu

Bugün John Bellamy Foster, Paul Burkett, Kohei Saito gibi çağdaş Marksistler, Marx’ın “metabolik yarılma” kavramını ekososyalist düşüncenin temeline yerleştiriyorlar. Çünkü Marx’ın sezgisi artık yalnızca tarihsel bir tespit değil, yaşamsal bir zorunluluk haline geldi.

Kapitalizmin büyüme mantığı, yeryüzünün sınırlarını tanımıyor. Ama yeryüzünün sınırları, insana kendi sınırını hatırlatıyor. Ekolojik çöküş, yalnızca bir çevre felaketi değil; insanın varoluş biçiminin tükenişidir.

Gerçek bir dönüşüm, bireysel “yeşil” alışkanlıklarla değil, üretim ilişkilerinin devrimci biçimde değişmesiyle mümkündür. Doğayla barışmak, yalnızca toprağı korumak değil; emeğin, yaşamın ve anlamın kurtuluşunu da istemektir.

Marx’ın sesi bugün hâlâ yankılanıyor:

“İnsan doğanın bir parçasıdır; doğaya karşı kazandığı her zafer, sonunda kendisine karşı bir yenilgidir.”

Bu söz, ekolojik mücadelenin özünü açık eder: doğa için değil, doğayla birlikte insanın özgürlüğü için verilen bir mücadele bu. Doğayla barış, geleceğin değil, bugünün en yakıcı devrimci görevidir.


Kaynaklar:

  • Karl Marx, 1844 El Yazmaları
  • Karl Marx, Kapital, Cilt I
  • John Bellamy Foster, Marx’s Ecology: Materialism and Nature (2000)
  • Paul Burkett, Marx and Nature (1999)
  • Kohei Saito, Karl Marx’s Ecosocialism (2017)