Bir zamanlar casusluk, devletlerin birbirine karşı yürüttüğü karanlık bir oyundu. Haritaların kenarında, diplomatik notaların arkasında, soğuk savaşların dilsiz koridorlarında dolaşan bir kelimeydi. Sınırları geçmek, gizli bilgilere sızmak, düşmanın hamlesini önceden öğrenmekti anlamı. Fakat artık bu kelime yön değiştirdi. Bugün casusluk, dışarıdan içeriye değil, içeriden içeriye işliyor. Devletler artık birbirini değil, kendi yurttaşlarını izliyor. Ve bu izleme, sadece gözle değil, yasayla, sadece kamerayla değil, yargıyla yapılıyor.
Eskiden casusluk, devletin egemenliğini koruma refleksiydi; şimdi ise iktidarın kırılganlığını örtme biçimi. Çünkü her rejim, kendi korkusunu gizlemek için bir suç icat eder. Çağımızın suçu “casusluk”tur. Artık düşman sınırın ötesinde değil; gazetecinin kaleminde, akademisyenin düşüncesinde, sanatçının sahnesinde. Casusluk suçlaması, iktidarın kendi vatandaşına çevirdiği aynadır; o aynada gördüğü şey, gerçeği dile getiren yüzdür.
Bir ülkede hukuk sustuğunda, kelimeler suç olmaya başlar. Gazetecilik casuslukla, eleştiri ihanetle, düşünmek sabotajla eş tutulur. Hukuk, bir koruma kalkanı değil, bir bastırma aracına dönüşür. Artık kanıt aranmaz; yalnızca niyet yeterlidir. Birinin ne dediği değil, ne demek istediği sorgulanır. Mahkeme salonları, adaletin değil, korkunun inşa edildiği mekânlara dönüşür. Yargıçlar, yasaları değil, iktidarın iradesini okur. Böylece “hukuk devleti” denilen şey, bir ironiden ibaret kalır.
Bu durum sadece bir yargı pratiği değil, bir düşünce biçimidir. Hakikat yerini sadakate, adalet yerini rejim güvenliğine, akıl yerini itaate bırakır. Artık yönetmek, korkuyu idare etmek anlamına gelir. Otoriterlik çıplak baskıyla değil, yasallaştırılmış sessizlikle işler. Devletin dili, artık emir değil; “meşruiyet”tir. Her yasak, bir gerekçeyle; her susturma, bir kanunla gelir. Ve bu yüzden, çağımızda en tehlikeli suç, hakikati dile getirmektir.
Bugün dünyanın farklı köşelerinde aynı dili konuşan liderler görüyoruz. Bugün bir çok ülkede, birbirini tekrar eden bir korodan yükseliyor o ses: “vatan, aile, gelenek, ahlak…” Bu kelimeler, toplumu bir arada tutan değerler gibi sunuluyor. Fakat bu söylemin altına bakıldığında görülen şey, bir korku mühendisliği. Ahlak, otoritenin elinde bir silaha dönüşüyor; bu silah, yalnızca bedeni değil, düşünceyi de hedef alıyor.
Bir kadının sokakta görünür olması, bir sanatçının sahnede söz alması, bir akademisyenin eleştirel cümle kurması artık tehlike sayılıyor. Tehlikenin kaynağı gerçeklik değil, gerçeği adlandırma cesaretidir. Çünkü otoriterliğin en derin korkusu, kelimenin özgürlüğüdür. Söylenen her doğru, rejimin inşa ettiği yalan duvarında bir çatlak açar. Bu yüzden iktidar, sadece muhalifi değil, dili denetlemek ister.
Casusluk suçlaması bu çağın yeni ideolojik testi haline geldi. Artık bilgi çalmak değil, bilgiyi paylaşmak suç. Hakikati dile getirmek, “devlet sırrına ihanet” sayılıyor. Uluslararası hukuk hâlâ ifade özgürlüğünü temel hak olarak tanırken, ulusal düzeyde her rejim aynı bahaneyi üretiyor: “rejim güvenliği.” Hukukun özü değişiyor; artık yasa kitapları değil, iktidarın el kitabı okunuyor. Mahkeme kararları, yalnızca bir davayı değil, bir toplumu susturmanın biçimini tarif ediyor.
Otoriterlik, birbirinden öğrenen bir sistemdir. Bir ülkede bir gazeteci casuslukla suçlanır; birkaç ay sonra aynı suçlama başka bir ülkede tekrarlanır. Baskı yöntemleri paylaşılır, sessizlik küreselleşir. Böylece casusluk, yalnızca bir hukuki kavram değil, evrensel bir yönetim tekniği haline gelir.
Ancak tarih, bu sessizlik imparatorluklarının sonsuza kadar sürmediğini defalarca gösterdi. Susturulan her ses, yankıya dönüşür. Kapatılan her gazete, susturulan televizyon kanalı başka bir biçimde yeniden doğar. Bilginin dolaşımını engellemek mümkün değildir; çünkü bilgi, su gibidir. Önüne set çekseniz de bir çatlak bulur, yeniden akar.
Hakikat, hiçbir rejimin tekelinde uzun süre kalmaz. O, devlet arşivlerinde değil, insanların birbirine anlattığı hikâyelerde yaşar. Bir kahvede fısıltıyla, bir evde sessiz bir dua gibi, bir kitap sayfasında yeniden belirir. Bu yüzden baskı, bir dönemi susturabilir ama bir toplumu sonsuza kadar susturamaz.
Bugün casusluk suçlaması, bir ideolojik testtir: Kim korkar, kim susar, kim konuşur? Bu testin sonucu, bir ülkenin geleceğini belirler. Çünkü korkunun iktidarı kalıcı değildir; korkunun karşısında daima bir ses, bir cümle, bir inat vardır. Ve o cümle, tıpkı tarih boyunca olduğu gibi, bir kez daha söylenir:
Hakikat gizlenemez.
Susmak, suça ortak olmaktır.
Ve casusluk, artık yalnızca bir suçlama değil, korkuya rağmen konuşmanın bedelidir.


















