Olumsuzluğun Politikası: Demokrasi, Fetişizm ve Kriz Çağında İnsanlık

Bugünün dünyasında en büyük yanılgılardan biri, “demokrasi” adını verdiğimiz düzenin gerçekten halkın kendi iradesini yönetime dönüştürdüğü inancıdır. Oysa bu inanç, tıpkı paranın büyüsüne kapılmak gibi, bir yanılsamadan ibarettir. İnsanlar, kendi kurdukları düzenlerin, kendi elleriyle yarattıkları kurumların, kendilerine yabancılaşmış biçimlerine boyun eğiyor. Demokrasi adı, çoğu zaman eşitsizliğin üzerini örten bir törene dönüşmüş durumda: sandığa gidiyoruz, sesimizi verdiğimizi sanıyoruz, ama sesimiz, bir gün sonra sistemin duvarlarında yankısını yitiriyor.

Burjuva demokrasisi krize girdiğinde bile ayakta kalabiliyor; çünkü kriz, bu düzenin kendi kendini onarma biçimidir. Toplumsal çelişkiler büyüdükçe, sistem onları soğurup yeniden biçimlendirir. Böylece akıl dışı bir düzen, rasyonel bir biçim altında varlığını sürdürür. Emek, yaşam, umut – hepsi birer değişim ölçüsüne indirgenir.

Bugün meydanlarda, ekranlarda, “adalet”, “özgürlük”, “halk” sözcükleri yankılanıyor; fakat bu sözcükler bile çoğu kez sistemin diliyle söyleniyor. Muhalefet bile, çoğu zaman iktidarın dilinde konuşuyor. Demokrasi, bir özgürlük alanı değil, rızayı yeniden üreten bir mekanizma haline geliyor. İnsan, kendi itaatini kendi ağzıyla dile getiriyor.

Soruyu başka türlü sormak gerek: Demokrasi neden bu kadar kolay biçim değiştiriyor? Neden baskı, yoksulluk, gözetim ve savaş çağında bile bu kelime hâlâ bir umut gibi parlıyor? Çünkü demokrasi artık bir kavram değil, bir inanç haline geldi. İnsanlar, onu sorgulamak yerine, ona sığınıyor. Demokrasi, kapitalist dünyanın en zarif örtüsüne dönüştü.

Bugünün temsili demokrasileri, aslında mülkiyetin temsil sistemleridir. Halkın değil, sermayenin çıkarlarını taşır. Seçimler, çoğu zaman piyasanın dengesini korumanın aracıdır. Özgürlük, üretim ve tüketim döngüsüne katılımın adıdır. Bu yüzden “demokratik” denilen toplumlarda insanlar yöneticilerini değiştirir, ama yaşamın mantığı hep aynı kalır: rekabet, büyüme, verimlilik.

Oysa olumsuzluk, bu büyüyü bozmanın tek yoludur. “Olumsuz düşünmek” (var olanın zorunlu olmadığını kavramak) politik bir eylemdir. Olumsuzluk, yıkmak için değil, görmek için vardır: bize, her şeyin başka türlü olabileceğini hatırlatır. Çünkü her yeniden doğuş, bir reddin içinden geçer.

Bu nedenle demokrasiye yeniden dönmek gerekir; ama bu kez biçimine değil, özüne. Gerçek demokrasi, sandıkta değil, yaşamın içinde başlar. O, insanların birlikte düşünmesi, birlikte karar alması, birlikte üretmesi demektir. Dünyanın farklı yerlerinde zaman zaman beliren halk meclisleri, işçi forumları, mahalle dayanışmaları, demokrasiyi yeniden hatırlatan küçük kıvılcımlardır.

Bu türden deneyimler, demokrasiyi bir sonuç değil, bir süreç olarak yaşar. Yani demokrasi, devletin bahşettiği bir hak değil, insanların ısrarla inşa ettiği bir pratiktir. Temsili demokrasiler bizi tüketici yurttaşlara dönüştürürken, bu pratikler bizi yeniden üretici insanlara dönüştürür.

Elbette bu kolay bir dönüşüm değildir. Çünkü büyü güçlüdür; sistemin dili içimize kadar işlemiştir. Ama her uygarlık belgesinin bir barbarlık izi taşıdığını bilmek gerekir. Bugünün demokrasisi de böyledir: hem bir kazanımın hem bir tutsaklığın adı.

O halde demokrasiye karşı değil, onun içindeki boşluğa bakmalıyız. Eğer demokrasi insanı insana yabancılaştırıyorsa, ona “olumsuz” bir biçim kazandırmak gerekir. Bu, temsilin ötesine geçen, rızayı değil katılımı, rekabeti değil dayanışmayı, büyümeyi değil yaşamı temel alan bir anlayıştır.

Gerçek demokrasi, olumsuzluğun içinden doğacaktır. Çünkü her hakikat önce bir reddin içinden geçer. Demokrasi artık bir formül değil, bir çatlak olmalıdır: mülkiyetin, çıkarın, kimliğin arasına düşen bir çatlak. Ancak o çatlakta, yeni bir toplumsal yaşamın ışığı yanabilir.

Ve belki o zaman, “halk” sözcüğü, ilk kez gerçekten kendi anlamına kavuşur.