Büyüme Kimin İçin? Güç Kimin Yararına?

Türkiye’nin “bölgesel güç”, “küresel aktör”, “yükselen ekonomi” gibi başlıklarla anıldığı dönemlerde dikkat ederseniz, sokaktaki insanın yüzünde aynı ölçüde bir tebessüm belirmez. Televizyonlarda “rekor büyüme” ya da “tarihi başarı” haberleri dönerken, aynı anda mahalle bakkalında veresiye defteri kabarır, asgari ücretlinin maaşı daha eline geçmeden erir, gençler ev hayalini değil, yurt dışına çıkma yollarını konuşur.

Küresel güç söylemleri, o güçten kimlerin pay aldığı sorusu sorulmadığında, halk için yalnızca bir retorikten ibarettir.

Ekonomi büyür, ama o büyüme kimin sofrasına ekmek koyar, kimin cebine para bırakır, kimin çocuğuna eğitim, sağlık ve huzur sağlar? İşte asıl mesele budur. Çünkü büyüme rakamları, tıpkı bir makyaj gibi, gerçeğin üstünü örtebilir. Rakamlar yükselirken gelir dağılımı bozulur, zenginle yoksul arasındaki uçurum derinleşir. Bir ülke, millî gelirini artırabilir, ama eğer o gelir halkın çoğunluğuna ulaşmıyorsa, bu artış yalnızca bir avuç sermayedarın hanesine yazılır.

Türkiye’nin son yıllarda sıkça dile getirdiği “bölgesel güç” olma hedefi de, benzer bir yanılgının içindedir. Dış politikada atılan her adım, yapılan her ittifak, açılan her üs ya da yapılan her savunma anlaşması, eğer halkın sofrasına sıcak bir lokma, çocuğuna daha iyi bir gelecek, kadına daha güvenli bir yaşam getirmiyorsa, o güç yalnızca bir vitrindir. Gücün gerçek ölçüsü, tank sayısında ya da diplomatik masadaki koltukta değil, yurttaşın hayat kalitesindedir.

Bir ülke, kendi halkının refahını gözetmeden küresel arenada güçlü olamaz. Çünkü güç, içeriden beslenir; emeğin, üretimin, adaletin ve eşitliğin kök saldığı bir toplumdan doğar. Halkın yoksullaştığı, gençlerin umutsuzlaştığı, işçinin emeğinin karşılığını alamadığı bir ülkede büyümeden söz etmek, rakamların arkasına gizlenmiş bir yanılsamadır.

Bu yüzden, gerçek bir ilerlemeden söz edebilmek için önce şu soruyu sormalıyız: “Bu büyümeden bana ne düştü?” Eğer yanıt yalnızca “gurur duymak” oluyorsa, orada bir eksiklik vardır. Çünkü devletin görevi halkına gurur değil, onurlu bir yaşam sunmaktır. Onurlu yaşam da ancak adil paylaşım, gelirde eşitlik ve sosyal güvenceyle mümkündür.

Bugün Türkiye’nin ihtiyacı, vitrinde parlayan bir güç değil, halkın yaşamında hissedilen bir iyileşmedir. Gerçek kalkınma, milli gelirin büyümesinde değil, halkın yüzündeki huzurda, sofrasındaki berekette, sokaktaki dayanışmada ölçülür.

Ve belki de en doğru soru şudur:

Büyüme kimin için, güç kimin yararına?

Bu soruyu sormadan yapılan her değerlendirme, gerçeği değil, yalnızca bir illüzyonu büyütür.