Korku, bu coğrafyanın en istikrarlı duygusudur.
Devlet değişir, rejim değişir, inanç biçimleri ve diller değişir ama korku kalır.
Korku, sadece yönetilenlerin değil, yönetenlerin de ruhuna işlemiş bir kültürdür: hem bastırmanın hem bastırılmanın ortak dili. Bu yüzden Türkiye’de korku, bir duygu değil, bir kurumdur — görünmez ama işleyen, her an yeniden üretilen bir düzen.
Edebiyat, bu kurumun kayıt defteri gibidir.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, bireyin içsel korkusu bir “zaman” meselesine dönüşür: Düzenin dışında kalma, uyumsuz olma korkusu. Hayri İrdal’ın dünyasında, saat tiktakları yalnızca zamanı değil, iktidarın ritmini ölçer. Çünkü Türkiye’de korku çoğu zaman “gecikmek”le ilgilidir — çağın, devletin, cemaatin, kalabalığın gerisinde kalmakla.
Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ında korku, kimlik kaybının estetiğidir: “Kendimiz olmaktan” çıkmak ile “bizden biri olmamak” arasında salınır. Kim olduğunu bilememenin de, kim olduğunu söyleyememenin de aynı ölçüde tehlikeli olduğu bir toplumda, korku kimliklerin çimentosudur.
Bu çimento bazen “millet” adını alır, bazen “ahlak”, bazen “güvenlik”.
Ve her defasında, bireyin içine sinen bir sessizlikle karşımıza çıkar.
Korkunun Kurumsallaşması: Devletin Gölgesinde Yaşamak
Türkiye modernleşmesinin tarihi, korkunun rasyonelleştirilme tarihidir.
Devletin gücü, halkın sadakatini değil, korkusunu yönetme kabiliyetinde ölçülür.
Yakup Kadri’nin Ankara’sında Cumhuriyet’in ilk yıllarının idealizmi, yerini “disiplin”le karışık bir tekinsizliğe bırakır. Yeni bir toplum yaratmak, eski korkuları silmek değil, onları yeni formlara sokmaktır.
Bugün hâlâ “devlete güvenmek” ile “devletten korkmak” arasındaki çizgi belirsizdir — çünkü iktidar, sevgiyi korku aracılığıyla üretmeyi başarmıştır.
Korku, yalnızca baskı aracılığı değildir; aynı zamanda bir bağ kurma biçimidir.
Kültürel olarak “otoriteye saygı”, “susmak”, “temkinli olmak” gibi değerlerle iç içe geçer.
Foucault’nun “panoptikon”u burada mahalle baskısına, aile terbiyesine, cemaat gözetimine dönüşür.
Bir annenin çocuğuna “aman dikkat et” diye başlayan cümlesi, yalnızca koruma değil, kültürel bir iktidar aktarımıdır.
Her korku, bir sınır çizme biçimidir; “buradan ötesi yasak”, “bunu söyleme”, “o konuda konuşma”.
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında bu korku içselleşmiş bir ironiye dönüşür.
Selim Işık’ın korkusu dışsal bir tehdide değil, anlamın yokluğuna yöneliktir.
Korku burada metafizikleşir: Anlamsızlık, yersizlik, tutunamama…
İktidarın baskısından doğan korku, sonunda bireyin kendi varoluşuna yönelir.
Atay’ın mizahı bu yüzden trajiktir: Korkunun farkına varmak, ondan kurtulmaya yetmez.
Toplumsal Hafıza ve Kayıp: Korkunun Tarihsel Hafızası
Edebiyatın bir diğer yüzü, korkunun hatırlama biçimleridir.
Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünde korku, yoksulluğun ve büyünün iç içe geçtiği bir halk anlatısıdır.
Tekin’in dünyasında cinler, ölüler, söylentiler — hepsi politik bir gerçeğin alegorisidir:
Devletin görünmeyen eliyle açıklanamayan, ama herkesin hissettiği o tekinsizlik.
Köyden kente göçen, kimliğini kaybeden, kentte tutunamayan insanların hikâyesi, aslında bir “modern korku romanı”dır.
Korku burada doğaüstü değil, gündeliktir: işsizlik, yoksulluk, dışlanma, görünmezlik.
Benzer biçimde, Sevgi Soysal’ın Şafak’ında korku, kadın bedeninin ve sesinin politik denetimi olarak karşımıza çıkar.
Korku, kadınların yalnız kalma, dışlanma ya da susturulma ihtimaliyle örgütlenir.
Bu korku, kamusal alanın sınırlarını çizer; kadınların nerede yürüyebileceğini, ne kadar yüksek sesle konuşabileceğini belirler.
Soysal’ın ironik dili, korkunun kadınlar üzerindeki “normalleştirici” gücünü deşifre eder:
Korkmak, bazen yaşamanın önkoşulu haline gelir.
Korkunun Güncelliği: Sessizliğin Toplumsal Psikolojisi
Bugünün Türkiye’sinde korku, artık yalnızca devletin değil, toplumun ortak dili haline geldi.
Sosyal medyada linç korkusu, iş yerinde işten atılma korkusu, evde yoksullaşma korkusu, sokakta yalnız kalma korkusu…
Hepsi bir arada, dev bir sessizlik ekonomisi yaratıyor.
Korkunun artık fiziksel değil, dijital bir formu var: algoritmik otosansür, gözetim, linç kültürü.
Her tweet bir ihtimaldir; her cümle, bir suç sayılabilir.
Korku, görünmez bir yasaya dönüşmüştür: “Risk alma.”
Böylece, korku bir tür kolektif ahlak üretir.
Tıpkı Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli’ndeki Zebercet gibi, toplum da kendi içine kapanır.
Zebercet’in sessizliği yalnızca kişisel bir yabancılaşma değil, toplumsal bir hastalıktır:
Biriktirilmiş korkunun, konuşulamayan arzunun ve gecikmiş öfkenin bedenselleşmiş hali.
Korku, artık dışarıdan dayatılan bir şey değil, içimizde büyüyen bir iç iktidardır.
Korkudan Bilince: Cesaretin Başlangıcı
Ama korku yalnızca bir felç hali değildir; aynı zamanda uyanışın eşiğidir.
Korktuğumuz şeyi adlandırmak, ondan kurtulmanın ilk adımıdır.
Edebiyatın, sinemanın, sanatın tüm gücü burada yatar: korkuyu görünür kılmak.
Bizi susturan, donduran, hareketsiz bırakan şeyin biçimini tanımak.
Belki de bu yüzden, Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi’ndeki o unutulmaz cümle hâlâ günceldir:
“Bir şey yapmalı…”
Ama o “şey” nedir, kim yapacaktır, ne zaman — bunların belirsizliği korkunun kendisidir.
Bu belirsizlik içinde yaşamak, Türkiye’nin en eski alışkanlığıdır.
Ve yine de, her korkunun bir yarığı vardır:
O yarıktan ışık sızar.
Korku rejimleri yıkılmaz belki, ama görünür hale geldiklerinde hükmünü yitirirler.
Bu yüzden belki de en devrimci edim, korkunun adını yüksek sesle söylemektir.
Çünkü korkunun karşıtı cesaret değil, bilinçtir.



















