Faşizm Artık Üniforma Giymiyor

Demokrasiler çoğu zaman gürültüyle değil, sessizce çöker. Sandıklar açık kalır, marşlar söylenir, bayraklar dalgalanır ama sesler tekleşmiştir artık. “Birlik” adına farklılık, “güvenlik” adına özgürlük, “millet” adına insan yok edilir.

Bir ülkenin diktatörlüğe dönüşmesi, genellikle bir sabah gerçekleşmez. Tankların sokağa çıktığı, anayasaların yırtıldığı, kurumların feshedildiği anlar, çoğu zaman son perdenin sahneleridir. Asıl yıkım, çok daha önce başlar: insanların iç dünyasında, dillerinde, korkularında, sessizliklerinde. Bugün dünyanın dört bir yanında demokrasilerin çöküşünü izliyoruz ama bunu “faşizmin dönüşü” olarak değil, “normalleşmenin kaçınılmazlığı” olarak adlandırıyoruz. Çünkü çöküş artık eski tarz bir darbe değil; bir alışkanlık, bir yorgunluk, bir kabulleniş biçimi.

Otoriterliğin en güçlü silahı, “birlik” söylemidir. Bir ulusu, bir bayrağı, bir dini, bir milleti kutsal bir “tekliğin” içine hapseder ve bu tekliğin dışına düşen herkesi düşmanlaştırır. Bu söylem o kadar cazip gelir ki, insanlar artık “hakikati” değil, “huzuru” aramaya başlar. Çünkü huzur, sorgulamaktan daha kolaydır; çoğunluğun sesine karışmak, yalnız kalmaktan daha güvenlidir. Dün olduğu gibi bugüne de, bir toplumun çöküşü, farklı seslerin bastırıldığı anda başlıyor. “Farklılık” bir tehdit olarak değil, bir nefes alanı olarak görülmediği sürece, her “birlik” çağrısı aslında bir sessizliğin habercisidir.

Modern otoriterlik, eski faşizmin kaba biçimlerini terk etti. Artık ne bir Führer var ne de tek tip selamlar. Bugünün faşizmi, daha kibar, daha akademik, daha “akıllı” görünüyor. Televizyonlarda “ulusal değerler” konuşuluyor, okullarda “milli birlik” dersi veriliyor, gazeteciler “ülkenin çıkarlarını korumakla” görevli olduklarını söylüyor. Ve böylece halk, baskının kendisine “iyi niyetle” yapıldığına inanmaya başlıyor. İşte tam bu noktada demokrasi çözülür. Çünkü özgürlük yalnızca hukuki bir düzen değil, bir alışkanlıktır: itiraz etmeye, şüphe duymaya, farklı düşünmeye alışmak. Bu alışkanlık kaybolduğunda, rejim değişmeden bile otoriterleşme başlar.

Bugün birçok insan “daha iyi bir sistem” aramıyor, sadece “daha az gürültü” istiyor. Yorgunluk, özgürlükten daha güçlü bir duygu haline geldi. İnsanlar tartışmadan, düşünmeden, sorgulamadan yaşamak istiyor. Bu yüzden modern faşizm, tanklarla değil, algoritmalarla; coplarla değil, “toplum sözleşmeleri”yle; susturmayla değil, ilgisizlikle kazanıyor. Ve bir gün, farkında olmadan kendimizi şu sorunun ortasında buluyoruz: Herkes aynı fikirdeyse, bu gerçekten “birlik” midir, yoksa korkunun sessizliği mi?

Bir demokrasinin kendini koruması, kurumların gücünden önce, yurttaşın cesaretine bağlıdır. Çünkü her otoriter dönüşümde ilk hedef, bireyin kendi sesine olan inancıdır. Gazeteci yazmaz, sanatçı susar, akademisyen konuşmaz, yurttaş geri çekilir ve böylece çöküş, bir “hukuk sorunu” olmaktan çıkar, bir “karakter sorunu” haline gelir. Demokrasi, yargı binalarında değil, sıradan insanların “hayır” deme yeteneğinde yaşar. O “hayır”ı kaybettiğimizde, bayraklar hâlâ dalgalansa da, o ülke artık özgür değildir.

Faşizm, bugünün dünyasında ideolojik bir kabus değil, gündelik bir alışkanlık haline geldi. Ve asıl tehlike, bu alışkanlığı artık fark etmememiz. Demokrasi, sessizlikten değil, çatışmadan doğar, çünkü özgürlük, herkesin aynı fikirde olduğu değil, herkesin farklı düşünebildiği bir ülkedir.