“Ortak akıl” çoğu zaman bir dayanışma çağrısı olarak değil, farklı düşüncelerin bastırıldığı bir sessizlik rejimi olarak karşımıza çıkıyor. Oysa ortak akıl, uyumun değil, tartışmanın; aynılaşmanın değil, çoğullaşmanın ürünüdür.
Türkiye’de “ortak akıl” ifadesi, hemen her siyasal dönemeçte yeniden gündeme gelir.
Kriz anlarında, afetlerde, seçimlerde ya da toplumsal sarsıntılarda, yöneticilerden kanaat önderlerine kadar herkesin ağzında aynı cümle döner:
“Ortak akılla hareket etmeliyiz.”
Ne var ki bu çağrı, çoğu zaman fikirlerin özgürce konuşulduğu bir ortamın değil, itaatin estetiğe dönüştüğü bir siyasal kültürün parçasıdır.
Ortak akıl, böylesi bir bağlamda, “birlikte düşünmek”ten çok “aynı şeyi düşünmek” anlamına gelir.
Toplum olarak “uyum”u bir erdem gibi görmeye alıştık.
Aileden başlayarak okulda, işte, siyasette — sessiz kalan, itiraz etmeyen, uyum sağlayan insan makbul sayılır.
Bu alışkanlık, zamanla düşünceyi konfora, sorgulamayı riske dönüştürür.
Felsefede ve psikolojide “grup düşüncesi” olarak bilinen olgu, tam da budur:
Bir grubun içindeki bireylerin, farklı görüşleri bastırarak hatalı ama huzurlu bir uzlaşma yaratması.
Bu durum, yalnızca toplumsal değil, tarihsel olarak da birçok felaketin zeminini hazırlamıştır.
Kararların sorgulanmadığı, herkesin birbirine benzediği topluluklar, en büyük yanılgılarını “doğruyu koruyoruz” sanarak yaşar.
Bugün Türkiye’de de benzer bir tablo var.
Kurumlarda, partilerde, hatta sivil toplumda dahi farklı sesler çoğu zaman “bölücülük”, “fitne” ya da “hainlik” olarak yaftalanıyor.
Sonuçta, ortak akıl arayışı; ortak korkunun sessizliğine dönüşüyor.
Oysa gerçek ortak akıl, çatışmayı yok saymak değil, onu üretken hale getirebilmektir.
Fikirler birbirine çarpmasa, yeni bir düşünce doğmaz.
İtaat eden değil, itiraz eden düşünür ilerletir aklı.
Birlikte düşünmenin etiği, uzlaşmayı değil, tartışmayı içerir.
Bu, Antik Yunan’ın agorasında da, Orta Çağ’ın medreselerinde de, Cumhuriyet’in ilk meclislerinde de böyledir:
Gerçek ortak akıl, karşıtlıkların bir aradalığında filizlenir.
Bugün bizim ihtiyacımız olan da budur:
Korkmadan konuşabilen, birbirini duyan, eleştiriyi düşmanlık değil, ilerleme zemini olarak gören bir kültür.
Tarihte sessizliğin bedelini ödememiş hiçbir toplum yoktur.
Bir dönemin yanlış kararları, genellikle yanlış düşünceler yüzünden değil, düşüncelerin dile getirilememesi yüzünden alınmıştır.
Bu durum yalnızca siyasette değil, medyada, üniversitede, bürokraside de aynıdır.
Bugün Türkiye’de eleştirel düşüncenin zayıflaması, “ortak akıl”ın yanlış anlaşılmasından kaynaklanıyor.
Ortak akıl, çoğunluğun fikrine uymak değildir.
Tersine, azınlıkta kalan bir fikri bile, ortak zeminde duyulabilir kılmaktır.
Birlikte düşünmek cesaret ister.
Çünkü ortak akıl, çatışmadan, gerginlikten, fikir ayrılığından doğar.
Eğer herkes susarsa, ortak akıl yok olur; geriye yalnızca otoritenin sesi kalır.
O yüzden “ortak akıl” çağrısı, sadece yönetenlerin değil, yurttaşların da sorumluluğudur.
Kendi mahallesinde bile farklı fikre tahammül edemeyen bir toplum, hiçbir alanda ortak akıl üretemez.
Gerçek ortak akıl, iktidarın değil, toplumun kurduğu bir zemindir — eşit, çoğul ve tartışmaya açık.
Bugün Türkiye’de ihtiyacımız olan, uyum değil, çoğulluk.
Çünkü farklılıkların konuşabildiği bir toplumda, ortak akıl gerçekten doğabilir.
Aksi halde, “ortak akıl”ın diliyle konuşan bir sessizlik toplumu oluruz.
Ortak akıl, aynı düşünenlerin değil, birbirini dinleyebilenlerin kurduğu bir cumhuriyettir.
Ve belki de en büyük erdem, birbirimize benzeyebilmek değil, birbirimizi anlayabilmektir.
- Yeni New York, Eski Rüya: Mamdani’nin Zaferi ve Halkın Geri Dönüşü - 5 Kasım 2025
- Faşizm Artık Üniforma Giymiyor - 3 Kasım 2025
- Uyumun Karanlığı, Birlikte Düşünmenin Işığı - 3 Kasım 2025












