Ali Babacan ve Başarı Söyleminin Ekonomi Politiği: Sermaye Birikiminin Sessiz Hikâyesi

Ali Babacan’ın 2002’de başlayan siyasal serüveni, Türkiye’nin neoliberal yeniden yapılanma sürecinin kurumsal bir ifadesi olarak okunabilir. 58. Hükümet’te ekonomik işlerden sorumlu Devlet Bakanı olarak göreve başladığında, ülke zaten Kemal Derviş öncülüğünde hazırlanmış IMF programının sıkı bir çerçevesine girmişti. 2001 krizi, yalnızca bir mali çöküş değil, aynı zamanda Türkiye kapitalizminin yeniden biçimlendiği tarihsel bir kırılmaydı. Babacan bu kırılmanın siyasal taşıyıcısı oldu; yani yeni bir ekonomik rejimin, finansal disiplinin ve piyasa uyumunun temsilcisi. 58. ve 59. Hükümetler boyunca bu çizgiyi sürdürdü; 2007’de Dışişleri Bakanlığı’na, 2009’da ise Ekonomi ve Mali İşlerden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı’na getirildiğinde artık bu sistemin kurucu aktörlerinden biriydi.

Bu dönemin “başarısı” olarak sunulan ekonomik göstergeler, düşük enflasyon, büyüme oranları, kamu borç yönetimi… aslında üretim yapısındaki bir dönüşümden çok, finansallaşmanın derinleşmesine dayanıyordu. Sermaye girişlerinin yarattığı geçici refah, iç tüketimi canlı tutarken üretimin niteliğini zayıflattı. Yatırımın yönü reel ekonomiden uzaklaşıp finansal arbitraj alanına kaydı. Böylece devletin işlevi de sessizce değişti: üretimi yöneten bir aktörden, sermaye akımlarını güvenceye alan bir “hakem”e dönüştü. Babacan’ın övünçle anlattığı “ekonomik istikrar”, aslında bu dönüşümün görünür yüzüydü — sessiz bir yeniden düzenlemenin, emeğin değersizleşmesinin ve toplumsal ilişkilerin piyasa mantığına göre yeniden biçimlenmesinin ifadesiydi.

2002–2015 arasındaki ekonomik büyüme, dış kaynaklara bağımlı bir tüketim ekonomisinin üzerine inşa edildi. Düşük faiz politikaları, sıcak para girişleriyle desteklenirken, üretken yatırım alanları giderek kısıtlandı. Sanayi, ithal girdiye bağımlı bir montaj hattına dönüştü; emek gücü, güvencesizlik içinde esnekleşti. Bu yapının sürdürülebilirliği, yalnızca finansal araçlara değil, siyasal itaat ilişkilerine de bağlıydı. Çünkü sermaye birikiminin bu biçimi, aynı zamanda iktidarın meşruiyet kaynağıydı: büyümenin vaadi, refahın değil, rızanın aracına dönüştü. “Ekonomik başarı” söylemi, toplumun geniş kesimlerini borçlanma ve tüketim üzerinden sisteme bağladı; böylece itaat, ekonomik bir zorunluluk gibi yaşandı.

Bu tablo içinde Babacan’ın teknokratik dili özel bir işlev gördü. İktidarın ideolojik keskinliğinden uzak, “rasyonel” ve “uzman” bir tonla konuşmak, aslında siyasal içeriği nötralize etmenin bir yoluydu. Ekonominin “doğal yasaları”ndan söz ederken, o yasaların kimin lehine işlediğini görünmez kıldı. Devlet, piyasayı düzenleyen değil, sermayenin çıkarlarını toplumsal gereklilik gibi sunan bir aygıta dönüştü. Babacan’ın söyleminde ekonomi, siyasetten bağımsız bir teknik meseleye indirgenirken, toplumsal çatışmanın üzeri örtüldü. Oysa bu “tarafsızlık”, tam da mevcut güç ilişkilerinin yeniden üretimiydi.

Neoliberal dönemin temel mantığı burada kendini açığa vurur: siyaset, ekonomik zorunluluklara tabi kılınır; toplumsal talepler, mali disiplinin sınırlarında bastırılır. Bu bastırma biçimi yalnızca ekonomik değil, kültürel bir tahakküm de üretir. Emek, yalnızca üretim alanında değil, yaşamın tüm alanlarında disipline edilir. Tüketim, bireysel özgürlük yanılsamasıyla sunulurken, kolektif eylem biçimleri “verimsizlik”, “popülizm” ya da “irrasyonellik” olarak damgalanır. Babacan’ın temsil ettiği teknokratik figür, bu dönemin ideolojik taşıyıcısıdır: duygusuz, nötr, hesaplı, ama tam da bu soğukkanlılık içinde sistemin en derin şiddet biçimlerini meşrulaştıran bir ses.

2013 sonrası dönemde bu model çatırdadı. Küresel likiditenin daralması, iç borçlanma kapasitesinin sınırına gelinmesi, ekonominin dışa bağımlı yapısını görünür kıldı. Otoriterleşmenin ekonomik zemini tam da burada oluştu: büyüme artık rıza üretemeyince, iktidar zor aygıtlarına yaslanmaya başladı. Bu dönüşüm Babacan’ın görev yaptığı dönemin doğal sonucuydu; çünkü ekonomik bağımlılık, siyasal baskının önkoşulunu çoktan hazırlamıştı. Bugün Babacan, AKP’nin otoriterliğini eleştirirken kendi dönemiyle yüzleşmekten kaçınıyor. Oysa bu otoriterliğin kökleri, tam da onun övünçle anlattığı ekonomik istikrarın içinde filizlenmişti.

Bir ülkenin ekonomik modeli, yalnızca üretim biçimini değil, siyasal ilişkilerinin dokusunu da belirler. Türkiye’nin 2000’li yıllarındaki büyüme modeli, özgürleşmeyi değil, bağımlılığı derinleştirdi. Devletin mali disiplini, yurttaşın ekonomik kırılganlığı pahasına kuruldu. Babacan’ın temsil ettiği teknokratik akıl, bu gerçeği soyut rakamların ardına gizledi. Oysa ekonomik istikrarın görünmez yüzünde, sessizleştirilen emek, değersizleşen hayatlar ve giderek daralan bir siyasal alan vardı. Bugün bu dönemi yeniden tartışmak, yalnızca bir siyasetçinin performansını değil, bir ülkenin kendi kendini nasıl bir ekonomik itaat rejimine teslim ettiğini anlamak bakımından da zorunludur.

Ali Babacan’ın hikâyesi, bir başarı öyküsünden çok, sistemin kendini yeniden üretme becerisinin hikâyesidir. Ekonomik büyümenin, demokratik gerilemeyle nasıl el ele ilerlediğini; refahın, eşitsizliği nasıl perdelediğini; teknokrasinin, siyaseti nasıl sessizleştirdiğini gösterir. Ve belki de en önemlisi: “tarafsız ekonomi” söyleminin, en güçlü ideolojik maskelerden biri olduğunu hatırlatır. Çünkü iktidarın dili, çoğu zaman en çok sessiz kaldığı yerde konuşur.