Werner Bloch’un Die Welt’te yayımlanan özel haberine göre, İstanbul Bienali bu yıl yalnızca bir sanat etkinliği değil, aynı zamanda bir direniş manifestosu. Sansürün, baskının ve korkunun gölgesinde sanatçılar, “üç ayaklı bir kedi”nin sembolünde, hayatta kalmanın ve direnmenin estetiğini yeniden yazıyor.
Sanatın Cephanesi: Sessizliği Delen Çığlık
Türkiye’nin siyasal baskı ve ekonomik krizle örülü atmosferinde, İstanbul Bienali bir “sessiz başkaldırı sahnesi”ne dönüşüyor. Werner Bloch’un ifadesiyle, “ülkede güneş her gün biraz daha kararıyor, ifade özgürlüğü her tweet’te tutuklanma riskiyle gölgeleniyor.” Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun hapse atıldığı, eleştirinin “devlete ihanet”le eş tutulduğu bir dönemde, sanat bir direniş aracına dönüşmüş durumda.
Bienalin açılışında genç sanatçı İrem Günaydın’ın sözleri bu ruhu özetliyor:
“Sanatımızı yeniden mühimmatlandırmamız gerekiyor. Müzelerimiz ölü. Renzo Piano’nun camdan sarayı İstanbul Modern, bu şehrin gerçek hayatıyla artık hiçbir bağ taşımıyor.”
Günaydın, resmi sergi salonlarının dışına taşarak, müzelerin tuvalet aynalarına mesajlar yazıyor. “Temizlikçilere fazla iş bırakmak istemiyorum” diyor ironik bir tebessümle. Onun için sanat, estetik değil etik bir mesele: görünmezleştirilenin sesi olmak.
Üç Ayaklı Kedi: Kırılgan Direnişin Sembolü
Bienalin küratörü, Lübnanlı Christine Tohmé, bu yılki temayı “Üç Ayaklı Kedi” olarak belirledi. İstanbul’un sokaklarında hayatta kalmaya çalışan yüz binlerce kedinin metaforu, aslında bir ulusun metaforuna dönüşüyor.
Kediler, yaralı ama direngen; düşse de tekrar ayağa kalkar. Tohmé, bu simgeyi “yeniden ayağa kalkmanın ve yenilmezliğin poetik dili” olarak yorumluyor.
Bu yılki seçki, estetikten çok politik bir ağırlık taşıyor. Filistin’den Lübnan’a, Suriye’den Türkiye’ye uzanan işler, “sanat mı aktivizm mi?” tartışmasını yeniden alevlendiriyor. Ancak bu sınırın bulanıklığı, tam da bugünün ruhunu yansıtıyor: sanat, yalnızca biçim değil, varoluşun ifadesi.
Mona Benyamin’in Gülüşü: Trajedinin Aynasında Absürtlük
Bienalin en çok konuşulan işi, Filistinli sanatçı Mona Benyamin’in Elhamra adlı videosu. 1997 doğumlu sanatçı, babasını hava durumu sunucusu olarak oynattığı video performansında, arka planda Filistin tarihinin yıkımını sessizce akıtıyor: 1948 sürgünleri, bombalanan evler, yıkılan şehirler…
Fakat Benyamin’in babası bu görüntüler karşısında ağlamıyor — gülüyor.
İlk başta kısık bir kahkaha, sonra bir çılgınlık hali… seyirciyi donakaltan bir absürtlük.
Bloch bu sahneyi şöyle yorumluyor:
“Hiçbir şey felaket kadar gülünç değildir — Beckett’in dediği gibi. Ama bu gülüş, deliliğin sınırında bir insanlık çağrısı.”
Bu iş, sanatın politik değil, insani bir hakikatle buluştuğu yeri gösteriyor: trajediyi patosa boğmadan, ironinin içinde hakikati koruyabilmek.
Türkiye’de Sanat: Susturulan Sesin Yankısı
Türkiye’de güncel sanat, uzun zamandır yalnızca estetik bir alan değil, politik bir risk. Bloch, “1150 odalı sarayında kuşatılmış bir liderin gölgesinde, sanatçılar artık gizli konuşuyor” diyor.
Sanatçılar, resmi kurumların sessizliğini kendi bedenleriyle delmeye çalışıyor.
Sükran Moral, çocuk yaşta evlilikleri, kadın bedenine yönelen şiddeti ve dini dogmaları hedef alıyor.
“Ne olursa olsun yazın, gerçeği yazın,” diyor Moral. “Bedenim değil, sözüm önemli.”
Bu söz, Bienal’in ruhunu özetliyor: korkunun değil, hakikatin estetiği.
Pinokyo’nun Burnu: Yalanların Altın Heykeli
Sistemi eleştirmenin bir başka biçimi, Halil Altındere’den geliyor. Sanatçı, Contemporary Istanbul fuarında altın kaplama bir Pinokyo heykeli sergiliyor. Burnu, yerleri süpüren bir süpürgeye dönüşmüş. “Yalanları temizleyen burun” olarak yorumlanan bu heykel, siyasal ikiyüzlülüğün estetik bir parodisi.
Altındere’nin bir diğer eserinde, İstanbul bir ortaçağ kalesine dönüşmüş; gökyüzünde drone’lar ve savaş uçakları uçuyor, Sultan Mehmet Tesla robotlarıyla yeni silah sistemlerini inceliyor. İroni ile distopya arasında, Türkiye’nin bugünüyle yüzleşen bir alegori bu.
Atatürk’ün Gölgesinde: Cumhuriyet’in Hayaleti
Mücadele yalnız genç kuşaklarla sınırlı değil. 66 yaşındaki Bedri Baykam, Taksim’deki Piramid Sanat Galerisi’nde Atatürk’ü at üzerinde resmediyor: parlak renklerde, neredeyse ikonografik bir güçle.
Bloch, bu eserin arkasındaki ironiyi şöyle aktarıyor:
“Erdogan bir keresinde ata binmek istedi, ama düştü. Bedri Baykam diyor ki: ‘Bu Atatürk’ün başına gelmezdi. Şimdi böyle bir lidere ihtiyacımız var.’”
Sanat, burada nostaljiden çok eleştirel bir hatırlatma işlevi görüyor — “cumhuriyet fikri”nin toplumsal hafızadaki son izlerine tutunarak.
Kriz, Korku ve Sanatın Son Kalesi
Türkiye, 2024’te %75’e varan enflasyonla sarsılırken, milyonlar geçim derdiyle boğuşuyor. Bloch’un deyişiyle, “ülke Asya ile Avrupa arasında, ama gelecekle geçmiş arasında sıkışmış durumda.” Bu sıkışmışlık içinde sanat, hâlâ nefes almanın, direnmenin ve hatırlamanın tek yolu.
Bienalin son sahnesinde Emirlikli sanatçı Abdullah Al Saadi, taş sandaletlerden bir yerleştirme yapıyor. Her adım, ağırlığın, zorluğun, mücadelenin simgesi.
Ama taşlar ilerliyor — tıpkı üç ayaklı kedinin yürüyüşü gibi: yaralı ama vazgeçmeyen.
- NHY / Werner Bloch, “In der Türkei wird die Kunst zur Waffe”, Die Welt am Sonntag, 2025, İstanbul Bienali 2025 Resmî Basın Bülteni, Contemporary Istanbul 2025 Kataloğu



















