Bir Zulmün Sessizliği: Tayfun Kahraman’ın Ardından, Umudu Susturmak İsteyenler

Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararını tanımayan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı yalnızca hukuku değil, insanların umutlarını da hedef aldı. Dr. Meriç Demir Kahraman’ın “Ne diyeceğimi bilmiyorum… Perişan haldeyiz” sözleri, Türkiye’de adaletin artık yalnızca mahkeme salonlarında değil, kalplerin derinliğinde de yıkıldığını gösteriyor.

Bir sabah Silivri’de: Umutla başlayan, çaresizlikle biten bir gün

“Bugün sabah Silivri’de Tayfun ile görüştük, karardan habersiz, umutla birbirimize sarıldık…”
Bu cümleyle başlıyor Dr. Meriç Demir Kahraman’ın paylaşımı.
Bir anne, bir eş, bir yurttaş olarak kaleme aldığı bu satırlar, Türkiye’de artık sadece bir mahkeme kararıyla değil, bir ülkenin ruhuyla ilgili bir durumu anlatıyor.

Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararı, yalnızca bir bireyin değil, tüm bir adalet sisteminin onarılması için atılmış küçük bir adımdı. Ancak İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, o adıma bir duvar ördü.
Kararı uygulamayı reddederek, “AYM süper temyiz değildir” diyerek, sadece yargı erkleri arasındaki dengeyi değil, insanların adalete olan inancını da yerle bir etti.

Meriç Demir Kahraman’ın sözleri bu yıkımın duygusal haritası gibiydi:
“Anayasa Mahkemesi kararı uygulanmadığında ne yapılır bilmiyorum… Biz kimseye kötülük etmedik, şimdi bize bunları neden yaşatıyorlar anlamıyorum…”

Hukukun hedefi: İnsan ruhunu kırmak

İktidarın artık açıkça görülen stratejisi yalnızca yargı mekanizmalarını kontrol etmek değil, aynı zamanda adalete inanan insanların direncini kırmak.
Dr. Meriç’in paylaştığı o çaresizlik, işte tam da bu politikanın nihai hedefidir:
İnsanı yılgınlığa, çaresizliğe, sessizliğe sürüklemek.

Gezi davası artık bir hukuk dosyası olmaktan çıktı.
Devletin yurttaşına nasıl muamele ettiğini, adaletin nasıl bir iktidar aracına dönüştürüldüğünü gösteren bir turnusol kâğıdıdır.
AYM’nin bağlayıcı kararına rağmen yerel mahkemenin direnişi, “hukukun ötesinde bir iktidar” kurma arzusunun tezahürüdür.

Kahraman ailesinin yaşadığı bu belirsizlik, sadece bir ailenin dramı değil; iktidarın sistematik biçimde ürettiği “umutsuzluk siyaseti”nin somut bir örneğidir.
Çünkü artık hukuksuzluk, istisna değil; yönetme biçimidir.

“Umudu kırmak” bir yönetim tekniği haline geldi

Türkiye’de adaletin erozyonu artık soyut bir kavram değil; günlük yaşamın dokusuna işlenmiş bir acı.
AYM’nin kararlarını tanımamak, sadece bir hukuk ihlali değil, bilinçli bir toplumsal mühendisliktir.
İktidar, “hukukun sessizleştirilmesi” üzerinden yurttaşın da sessizleşmesini istiyor.

Meriç Demir Kahraman’ın “Vera’yı okuldan alacağım, ona ne diyeceğimi bilmiyorum” sözleri, işte bu sessizliğin en çıplak hali.
Bir çocuğa adaletin neden işlemediğini anlatamamak, bir toplumun geleceğine açıklanamayacak bir borç bırakmaktır.

Bu karanlıkta bile, Meriç Demir Kahraman’ın “Umutlu olmak istiyorum, zorlanıyorum” cümlesi, iktidarın en korktuğu şeyin hâlâ var olduğunu gösteriyor: Umut.
Çünkü umudu tamamen susturamadıklarında, adaletin yeniden doğma ihtimali her zaman vardır.

Bir ülkenin vicdanı, Silivri’nin duvarlarında yankılanıyor

Bu dava artık hukuk metinlerinin konusu değil, vicdanın sınavıdır.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararı, Anayasa’nın 153. maddesini değil, bir toplumun adalet duygusunu hedef almıştır.
Ancak bu ülkede hâlâ Meriç Demir Kahraman gibi insanların sesi var.
O ses bazen kısık, bazen titrek, ama hâlâ dirençlidir.

Çünkü asıl soru şu:
Bir ülke, adalet arayışını Silivri duvarlarının arkasına kapatmaya ne kadar daha dayanabilir?

Belki Meriç Demir Kahraman şu an “Ne yapılır bilmiyorum” diyor.
Ama biz biliyoruz:
Bu ülkede adalet, bir gün yine o duvarların dışından yükselecek.
Ve o gün, bu sessizlik bir kez daha konuşacak.


Kaynaklar:
Dr. Meriç Demir Kahraman’ın X hesabı (@de_meric), İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi kararı, Anayasa Mahkemesi Karar Arşivi, Nokta Haber Yorum analizleri.