Tarihin uzun koridorlarında bir gerçeğin ağırlığı hep aynı kalmıştır:
Hukuk, ahlak ve etik değerlerin üzerinde yükselir; fakat bu değerlerin eridiği bir toplumda kendi başına ayakta kalamaz.
Hukuk, soyut normlar manzumesi değil; bir toplumun vicdanının, adalet duygusunun ve siyasal bilincinin kurumsallaşmış hâlidir. Ne yazık ki bugün, iktidarın gücünü mutlaklaştırdığı, toplumun etik duyarlılığının aşındığı, hakikatin üstünün sistematik şekilde örtüldüğü dönemlerde hukuk yalnızlaşır; kurur; kırılganlaşır. Bir ağacın kökleri kuruduğunda gövdesi ne kadar sağlam görünürse görünsün devrilmeye mahkûmdur. Hukuk da böyledir; görünür, işler, karar verir… ama içi boşalır.
Tarihin tanıklığı: Ahlak çökerse hukuk yalnız kalır
Tarih bize şunu öğretir:
Hukukun gücü, toplumun ahlaki ve etik ortak zeminiyle orantılıdır.
Antik Yunan’da Solon’un reformları yalnızca kanun koyma değil, toplumsal ahlakı yeniden örgütleme girişimiydi. Solon, “Adalet ancak halkın erdeminin üzerine kurulursa kalıcı olabilir” demişti. Çünkü toplumsal erdem eridikçe hukuk kâğıt üzerinde kalır; kâğıdın mürekkebi kurumadan çürür.
Roma’da Cumhuriyet döneminin son yıllarını düşünelim. Yasalar vardı, mahkemeler vardı, senato vardı. Fakat siyasal ahlakın çürümesi, iktidar hırsının kurumsal aklı yenmesi, hukuku içten içe boşalttı. Cicero boşuna “Yasalara olan saygı toplumsal erdemden doğar” demiyordu. Toplumun değerleri çökerken hukuk devletini ayakta tutamazsınız; geriye yalnızca görünüş, yalnızca bir dekor kalır.
Modern çağda da tablo pek farklı değildir. Nazi Almanyası’nda, Stalin döneminde, Pinochet Şili’sinde, apartheid Güney Afrika’sında hukuk vardı; hatta hukuk “çalışıyordu”. Mahkemeler açıktı. Kararlar veriliyordu. Ama adalet yoktu; çünkü toplumun ahlaki zemini devlet zoruyla çarpıtılmıştı. Hukuk, etik bir ruh taşımadığında yalnızca iktidarın mekanik koluna dönüşür.
Kâğıt üzerindeki hukuk, toplumdaki ahlaki çöküşü durduramaz.
Ama ahlaki çöküş, hukuku hızla yok eder.
Felsefenin uyarısı: Ahlak yoksa normlar hüküm ifade etmez
Hukuk felsefesi, bu gerçeği çok erken fark etti. Aristoteles, “Nomos ancak ethos ile anlam kazanır” der. Normlar ancak toplumun etik alfabesiyle birleştiğinde adalet üretir.
Kant’a göre hukuk, bireyin özgürlüğünü güvence altına alır; fakat bu güvence ancak bireylerin birbirine karşı etik yükümlülükleriyle mümkündür. Etik yoksa özgürlük yalnızca güçlüye tanınmış bir imtiyaza dönüşür.
Habermas ise daha açık bir şey söyler:
Hukuk, iletişimsel aklın ürünü değilse, bir baskı aygıtına dönüşür.
Toplumun eleştirel bilinci yoksa, hukuk otoritenin diline mahkûm olur.
Otoritenin dili ise hiçbir zaman adaletin dili değildir.
Siyasal gerçeklik: Ahlaki erozyon en çok yargıyı etkiler
Bir ülkede siyasal iktidar etik değerleri aşındırıyorsa, yargı bundan bağımsız kalamaz. Çünkü yargı, toplumsal vicdanın kurumsallaşmış hâlidir. Vicdan çürürse yargı kararlarının ardındaki ruh da çürür.
İktidar, kendi bekasını toplumun ortak değerlerinin önüne koymaya başladığında hukuk ikinci plana itilir. Yasa hâlâ vardır, mahkemeler hâlâ vardır, kararlar hâlâ verilir. Ama verilen karar, artık hukukun değil, siyasetin yankısı hâline gelir.
Bir toplumda ahlaki hassasiyet bastırıldığında:
-
Haksızlık sıradanlaşır.
-
Yalan gerçeğin yerini alır.
-
Suç ile suçsuz arasındaki çizgi bulanıklaşır.
-
Kamu yararı, kişisel çıkarın kılıfına dönüşür.
-
Yargıçlar hukuku değil, gücü referans alır.
-
Hukukun üstünlüğü değil, gücün üstünlüğü işler.
Böyle bir ortamda hukuk hâlâ görünürdür; ama etkisini yitirir.
Gücü vardır; ama adalet üretmez.
Karar verir; ama vicdanı temsil etmez.
Toplumsal açıdan: Ahlaki çöküş, hukuka güveni yok eder
Toplumun hukuk algısı, aslında onun adalete olan inancının aynasıdır. Ahlaki erozyon büyüdükçe insanlar hukuku bir hak arama mekanizması olmaktan çok, bir güç gösterisi olarak görmeye başlar. Bu da hukuk devletini içeriden çökerten bir süreç yaratır.
Hukuka güvenin yok olduğu bir toplumda:
-
Yurttaş hak aramaktan vazgeçer.
-
Güçlü olanın hukuku oluşur.
-
Adalet talebi bastırılır.
-
Devlete karşı bir “gizli öfke” birikir.
-
Toplum kendi adaletini kendi kurmaya meyleder.
Bu, bir toplumun en tehlikeli eşiğidir:
Hukukun yerini öfke aldığında, düzenin yerini kaos alır.
Sonuç: Hukukun gücü normlardan değil, toplumun vicdanından doğar
Bugün sorulması gereken soru şudur:
Ahlakın ve etik değerlerin erozyona uğradığı bir toplumda hukuk ne kadar etkili olabilir?
Cevap açıktır:
Hukuk tek başına bir güç değildir.
Toplumun vicdanına yaslanmadıkça bir normlar yığınına dönüşür.
Bir ülkede ahlak çürürse, hukukun kökü kurur.
Etik yıkılırsa adaletin binası boşalır.
Siyasal iktidar erdemi değersizleştirirse, mahkeme kararları yalnızca birer prosedür olur.
Bu yüzden hukuk yalnızca yasaların değil, toplumun ortak vicdanının ürünüdür.
Toplumun vicdanı ayağa kalkmadan, hukuk devletinin ayağa kalkması mümkün değildir.
Son söz şudur:
Ahlaki çöküşün olduğu yerde hukuk yaşar gibi görünür;
ama gerçekte hukukun gölgesi yaşar, kendisi değil.
Gerçek hukuk, ancak etik bir toplumda nefes alabilir.












