Hukuk Devleti ile Yargı Devleti Arasında: Kavramların Sessiz Savaşı ve Türkiye’nin Siyasal Gerçeği

Siyasal dil, çoğu zaman gerçeği gizleyerek konuşur; kimi zaman ise gerçeği tersinden kurar. “Hukuk devleti” ile “yargı devleti” arasındaki fark, tam da bu ters yüz edici siyasal dilin içinde belirginleşen bir ayrımdır. Birbirine yakınmış gibi görünen bu iki kavram, aslında bir devletin niteliğini, yurttaşla kurduğu ilişkiyi, iktidarın kendine biçtiği sınırı ve daha önemlisi, toplumun özgürlük evrenini belirler.

Hukuk devleti, modern siyaset ve hukuk düşüncesinin en temel yapı taşlarından biridir. Kelsen’den Dworkin’e, Montesquieu’dan Habermas’a uzanan geniş bir düşünce hattı, hukuk devletini üç temel ilkeye dayandırır:

  1. Devlet gücünün sınırlandırılması,

  2. Hukukun genel ilkelerine bağlılık,

  3. Bağımsız ve tarafsız yargı.

Bu üç ilke birleştiğinde, hukuk devleti yalnızca hukukun varlığı değil; hukukun üstünlüğünün varlığı anlamına gelir. Hukuk devleti, iktidarın keyfiliğini sınırlayan; yurttaşın haklarını güvenceye alan; yargının siyasetten bağımsız olduğu bir düzenin adıdır. Orada normlar, iktidarın iradesinden değil, evrensel hukuk ilkelerinden güç alır.

Hukuk devleti için mahkeme yetmez; özgür düşünce gerekir.

Kanun yetmez; anayasal kültür gerekir.

Yargı yetmez; vicdanın kurumsallaşması gerekir.

Buna karşılık yargı devleti, siyasal iktidarlar tarafından sıklıkla tercih edilen, fakat hukuki açıdan içi boş bir kavramdır. Yargı devletinde ön plana çıkarılan şey hukukun ilkeleri değil, yargı aygıtının mekanik varlığıdır. Mahkemelerin çokluğu, dava trafiğinin yoğunluğu, kararların çeşitliliği; tüm bunlar sistemin işlediğine dair bir görüntü oluşturur. Oysa bu işleyiş, çoğu zaman “adalet” değil, yalnızca “faaliyet” üretir.

Yargı devleti, adaletin kurumlara sindiği bir düzen değildir;

yargının devlet adına karar ürettiği bir düzenin adıdır.

Bu noktada fark berraklaşır:

Hukuk devleti, hakların güvencesidir.

Yargı devleti ise gücün yargısallaşmasıdır.

Kavramların siyasal amaçlarla kaydırılması

Tarihsel deneyimler, özellikle otoriter ve yarı-otoriter rejimlerde iktidarın kavramları bilinçli biçimde yerinden ettiğini gösterir. “Hukuk devleti” kavramı, iktidarı sınırlama talebini içerdiği için tehlikelidir. Çünkü hukuk devleti, iktidarı hesap verir kılar; kurumları özerkleştirir; devlet gücünün mutlaklığını ortadan kaldırır.

Bu nedenle siyasal iktidarlar, çoğu zaman hukuk devleti kavramının yerine “yargı devleti” söylemini öne çıkarır. Böylece tartışma alanı genişler, fakat öz daralır:

  • Hukukun üstünlüğü yerine “yargının işleyişi” konuşulur.

  • Hakların güvencesi yerine “kararların sayısı” konuşulur.

  • Bağımsız yargı yerine “faal yargı” konuşulur.

Bu dönüşüm, fark edilmeyen bir hegemonya kurar: Yargının varlığı, hukukun yokluğunu perdelemek için kullanılır.

Türkiye bağlamında: Yargının siyasallaşması ve hukuk devletinin erozyonu

Türkiye’de bu kavramsal kaymanın rastlantı olmadığı açıktır. Siyasal pratik, uzun süredir “hukuk devleti” ilkesini içi boş bir ideal hâline getirirken, “yargı devleti” uygulamasını derinleştirmektedir. Bu durumun birkaç belirgin göstergesi vardır:

  • Hâkim ve savcıların geniş çaplı ve sürekli yer değiştirmeleri,

  • Siyasal içerikli dosyalarda hızlı ve ağır yaptırımlar,

  • İktidar eleştirisine karşı yargının bir güvenlik aygıtı gibi çalışması,

  • Yargı organlarının söylemlerinde nesnel hukuktan çok devletin bekasına vurgu yapılması,

  • AİHM ve AYM kararlarının uygulanması konusundaki isteksizlik.

Bütün bunlar, Türkiye’de yargının “hukuku uygulayan özerk bir güç” olmaktan çıkıp “devletin siyasal aklını taşıyan bir kol” hâline geldiğini gösteriyor. Bu tablo, hukuk devleti açısından bir aşınma değil, bir nitelik değişimidir.

Hukuki teorinin uyarısı: Hukuk devleti kültüre dayanır

Hukuk felsefecileri sıkça vurgular:

Hukuk devleti bir metin değil, bir kültürdür.

Anayasaya hukuk devleti yazılmış olabilir; fakat siyasal kültür, etik pratikler, kurumsal hafıza ve yurttaş bilinci bu metni desteklemiyorsa kavram yalnızca bir süs olarak kalır.

Türkiye’de yıllardır yaşanan gerilim de tam buradan kaynaklanır. Yargı devletinde kanun çok, karar çok, mahkeme çoktur; fakat hukuk azdır. Çünkü hukuk devleti, kendiliğinden işlemeyen, toplumsal kabul gerektiren bir yapıdır. Bu kabul zayıfladığında, yargı devleti kendini hızla genişletir.

Felsefi-siyasal açıdan farkın anlamı

Felsefi düzlemde bakıldığında, hukuk devleti “özgürlük fikrinin kurumsallaşması”dır. Yargı devleti ise “gücün hukuksal kılıfa bürünmesi”dir.

Bu nedenle hukuk devleti, devleti sınırlayan;

yargı devleti ise devleti genişleten bir mekanizmadır.

Birinde normlar iktidarın üstündedir;

diğerinde yargı kararları iktidarın söylemini tekrarlar.

Birinde hukukun amacı “hakikati aramak”tır;

diğerinde hukukun amacı “iktidarın düzenini sürdürmek”tir.

Yani hukuk devleti, toplumsal adalet talebinin ürünüyken;

yargı devleti devletin kendi güvenlik alanını genişletmesinin aracıdır.

Sonuç: Kavram yalnızca kavram değildir

Bugün Türkiye’de yaşanan tartışma, yalnızca iki terim arasındaki bir fark değildir; bu fark bir ülkenin yönünü belirleyen kırılmadır. “Hukuk devleti” talebi, yurttaşın devlet karşısında eşitlik ve güvence arayışıdır. “Yargı devleti” yaklaşımı ise devletin yurttaş karşısında güç tazeleme yöntemidir.

Bu yüzden iki kavram birbirinin yerine geçirildiğinde yalnızca dil bozulmaz; adalet duygusu aşınır, siyasal kültür çürür, kamusal alan bulanıklaşır.

Ve en nihayetinde şunu söylemek gerekir:

Hukuk devleti, yurttaşın varlığını güvenceye alır.

Yargı devleti ise devletin gücünü güvenceye alır.

Türkiye’nin geleceği, bu iki kavramdan hangisini tercih edeceğimizle değil, hangisini kurumsal ve toplumsal bir gerçeklik hâline getirebileceğimizle şekillenecektir.