“Zam Değil, Yanılsama: Yüzde Yüz Artışın Yoksulluk Üzerindeki Etkisi Sıfır”

Ekonomik krizin boğucu sisinde, her yıl aynı sahne yeniden oynanıyor: Asgari ücret tartışmaları, emekli maaşları pazarlığı, zam oranı tahminleri… Birkaç puanlık farklar üzerine hararetli televizyon tartışmaları, ekonomist kılıklı yorumcuların ciddiyetle eğildikleri yüzdeler. Oysa bu yüzdelerle yaşamın kendisi ölçülmüyor. Çünkü Türkiye’de artık yüzde yüzlük bir zam bile hayatı biraz olsun kolaylaştırmıyor. Asgari ücretlinin ya da emeklinin cebine giren para, daha ilk haftasında market raflarında, faturalarda, kira listelerinde buharlaşıyor.

Yüzde Yüzlük Artışın Sıfır Etkisi

Asgari ücretin 22.104 TL, en düşük emekli maaşının 16.800 TL olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Diyelim ki hükümet “büyük bir müjde”yle çıktı ve bu rakamları ikiye katladı: asgari ücret 44 bin, emekli maaşı 33 bin lira oldu. Bu, kısa vadede bir sevinç yaratabilir ama hemen ardından doğalgaz, elektrik, ekmek, kira, ulaşım ve pazar fiyatları aynı hızla ikiye katlanır. Çünkü bu ülkede ücret artışı, üretim artışına değil, fiyat artışına bağlanmış durumda. Enflasyonun kendisi, bir tür yönetişim biçimi haline geldi. Enflasyonla yaşamayı “öğreten” bir düzen kurulmuş: fiyatlar yükseliyor, ücretler yetişemiyor; ardından bir zam daha yapılıyor, sonra bir zam daha, ve her seferinde bir önceki alım gücü biraz daha eriyor.

Artık maaşlar yükselmiyor, sadece erimenin hızı değişiyor.

Basının Saçmalık Döngüsü

Tam da bu nedenle, “asgari ücret ne kadar olmalı?”, “emekliye yüzde kaç zam verilmeli?” tartışmaları, gerçeği örten bir sis perdesine dönüşmüş durumda. Televizyon ekranlarında, gazetelerin ekonomi sayfalarında, aynı anlamsız ritüel tekrarlanıyor. Herkes rakamlarla meşgul, kimse sistemle ilgilenmiyor. Oysa sorun yüzde kaç zam yapılacağı değil; yapılan her zammın neden birkaç ay içinde hükümsüz kaldığı.
Türkiye’de ücret tartışmaları, bir tür ekonomik tiyatroya dönüştü. Her yıl aynı oyunun dekoru değişiyor ama senaryo hep aynı:

  • Hükümet “müjde” veriyor,
  • Sendikalar “az buluyor”,
  • Muhalefet “yetersiz” diyor,
  • Gazeteler “yeni ücretin alım gücü”nü hesaplıyor,
    ve birkaç hafta sonra market rafları o hesapların tümünü çürütüyor.

Bu sahnenin en trajik tarafı, bütün bu tartışmaların halkın yoksulluğuna değil, onun alışkanlığına hizmet etmesi. Yoksulluğa değil, yoksulluğa razı olma biçimine…

Yoksulluğun Yeni Normal Hali

Bugün Türkiye’de yoksulluk artık bir geçici durum değil, bir sistemsel kimlik. Emekli maaşı, yaşlılık aylığı değil, “hayatta kalma payı”na dönüştü. Asgari ücret, “asgari yaşamı” değil, “asgari ölmemeyi” garanti ediyor. İnsanlar, maaş gününden maaş gününe nefes alıyor. Arada bir yapılan zam, nefes borusuna verilen kısa bir oksijen desteği gibi; o kadar kısa sürüyor ki, nefes bile tamamlanmadan tükeniyor.

Yüzde yüz zam, yoksulluğun biçimini değiştirmiyor. Çünkü bu düzen, emeği değersizleştirmeyi, insanı üretim değil tüketim üzerinden tanımlamayı tercih ediyor. Emek, bu sistemin gözünde artık bir maliyet kalemi. Maliyeti düşürmenin yolu da en düşük ücretle en yüksek verimi almak. Devlet, bu denklemde artık işçinin, emeklinin değil, maliyetin tarafında.

Gerçek Tartışma: Ücret Değil, Değer

Oysa asıl konuşmamız gereken şey, asgari ücretin miktarı değil, emeğin değeri.
Bir ülke, milyonlarca insanının emeğini “asgari” bir hayata mahkûm ediyorsa, orada ekonomi değil, bir sömürü rejimi vardır.
Asgari ücretin kaç lira olduğu değil, o parayla nasıl bir hayat yaşanabildiği önemlidir.
Bugün o hayat, bir pazar filesinin içinden sızan sessizlik kadar yoksul.

Yüzde yüz zamla bile, açlık sınırının altında yaşamaya devam eden milyonların ülkesi, bir “ekonomi” değil, bir “hayatta kalma laboratuvarı”dır.

Son söz:
Asgari ücret tartışmaları, artık bir toplumsal illüzyonun parçası. İnsanlara “biraz daha sabredin, zam geliyor” deniliyor. Oysa gelen her zam, gidenin mezar taşına yazılıyor.
Gerçek soru şu olmalı:
Bir toplum, emeğini ve yaşlılığını bu kadar ucuzlatmayı nasıl bu kadar kanıksadı?