Türkiye’nin Uzun Yüzyılında Devletin İslamcılıkla Kurduğu Çelişkili İlişki

Devletin İslamcılıkla kurduğu ilişki, Türkiye’nin modern siyasal tarihindeki en karmaşık ve en fazla yanlış anlaşılan olgulardan biridir. Bu ilişki hiçbir zaman basit bir mücadele, açık bir karşıtlık ya da istikrarlı bir ittifak biçiminde var olmadı; tersine, devletin kendi meşruiyet krizleri, uluslararası dengeler, sınıfsal dönüşümler ve toplumsal talepler doğrultusunda sürekli olarak değişen, yer yer çatallaşan, yer yer birbirini besleyen derin bir tarihsel akışın parçası olarak ortaya çıktı. Devlet, bir yandan laik-modern bir kimlik inşa etmeye çalışırken, diğer yandan bu modernliği taşıyacak toplumsal güçlerin zayıf olduğu her momentte İslamcılığı bir ideolojik tampon, bir mobilizasyon aracı, bir karşı-siyasal güç ya da bir denetim mekanizması olarak kullanmaktan geri durmadı. Bu nedenle İslamcılık Türkiye tarihinin hiçbir döneminde ne tamamen bastırıldı ne de tam anlamıyla serbest bırakıldı; hep “kontrollü bir alan” olarak devletin çevresinde, kıyısında, bazen merkezinde, bazen dış çeperlerinde konumlandırıldı.

Cumhuriyet’in kurucu aklı, İslam’ı kamusal alandan sürme iddiasıyla değil, onu yeniden tanımlayarak devletin ideolojik aygıtları içinde eritme hedefiyle hareket etti. Din toplumu şekillendiren değil, devletin toplumu yönlendirmek için başvurduğu araçlardan biri hâline getirildi. Bu nedenle İslamcılık, Cumhuriyet’in ilk evresinde bir tehdit kadar bir fırsat, bir geri kalmışlık unsuru kadar modernleşmenin hizmetine sokulabilecek bir kültürel kaynak olarak da görüldü. Devletin İslam’a yaklaşımı hiçbir zaman tek boyutlu değildi; tam tersine, devletin toplumsal mühendisliğinin ideolojik bir aracı olarak yeniden işlevlendirilmiş, dönemin siyasi ihtiyaçlarına göre kimi zaman daraltılmış, kimi zaman genişletilmiş bir alandı.

Soğuk Savaş’ın başlamasıyla birlikte bu ilişki daha da belirgin ve çok katmanlı bir hâle geldi. Devlet, İslamcılığı artık yalnızca bir iç mesele olarak değil, Sovyet tehdidine karşı kullanılabilecek bir ideolojik zırh olarak görmeye başladı. Anti-komünizm, sağ muhafazakârlığı devlet aklının merkezine yerleştirdi ve bu çerçevede İslamcılık “tehlikeli olabildiği ölçüde faydalı”, “faydalı olabildiği ölçüde tehlikeli” görülen çift yönlü bir araç hâline geldi. Bu dönemde İmam-hatiplerin yaygınlaşması, Diyanet’in güçlendirilmesi, tarikatların belirli kanallar üzerinden tolere edilmesi, devletin laik-modern kimliği ile dini söylemleri aynı anda yürüten melez bir ideolojik form üretmesinin sonucuydu.

1970’lere gelindiğinde İslamcılık artık sadece kültürel bir akım değil, siyasal örgütlenme kapasitesi olan geniş tabanlı bir toplumsal hareket hâline gelmişti. Milli Görüş hareketinin yükselişi, devletin toplum üzerindeki denetim kapasitesini zorlayan yeni bir dinamiği görünür kıldı. Devletin bir kanadı bu yükselişi “sistem dışı” bir tehdit olarak tanımlarken, başka bir kanadı bu hareketin özellikle solun yükselişini frenlemek açısından işlevsel olabileceğini düşündü. Bu çelişkili yaklaşımın en keskin formu ise 1980 darbesiyle ortaya çıktı. Darbe, İslamcılığı görünürde bastırıyor olsa da aynı anda Türk-İslam sentezini resmî ideolojik çerçevenin merkezine yerleştirerek İslamcılığı devletin hegemonik projesinin taşıyıcılarından biri hâline getirdi. Darbenin asıl hedefi ise toplumun siyasal özneleşmesini felç ederek devletin toplumu yeniden biçimlendirme kapasitesini güçlendirmekti.

1980 sonrası ortaya çıkan neoliberal ekonomik düzen, İslamcı toplumsal kesimlerin devlet dışındaki örgütlenme kapasitesini beklenmedik ölçüde büyüttü. Esnaf ağları, vakıflar, eğitim kurumları, dini cemaatler, yerel sermaye grupları, finansal yapılanmalar ve sosyal dayanışma hatları, devletin dışında fakat onun sınırlayıcı denetiminden sıyrılarak yeni bir toplumsal güç bloku oluşturdu. Devletin gözünde bu güç blokları başlangıçta “yararlı”ydı: toplumu depolitize etmenin, siyasal alanı daraltmanın ve solun toplumsal etkisini kırmanın araçları olarak görüldüler. Ne var ki 1990’lara gelindiğinde devlet bu blokların yalnızca “kullanılabilir” değil, aynı zamanda “öngörülemez” olduğunu fark etti.

1990’ların Refah Partisi, devletin dışlamaya çalıştığı toplumsal enerjinin siyasal biçime kavuşmuş hâliydi. Parti kapatma davaları, askerî müdahaleler, medya kampanyaları ve devletin tüm ideolojik aygıtlarını seferber eden 28 Şubat süreci, aslında devletin kendi yetiştirdiği ama artık kontrol edemediği bir toplumsal güce verdiği geç kalmış yanıttı. Devlet bir kez daha klasik refleksine sarılmış; demokratikleşme alanı, kendisi için tehlikeli gördüğü toplumsal güçlerin genişlediğini fark ettiği anda yeniden daraltılmıştı. Fakat tıpkı 1971 ve 1980’de olduğu gibi bu müdahale de toplumsal enerjiyi yok etmedi; sadece yeraltına itti, olgunlaştırdı ve yeniden örgütlenmesine zemin hazırladı.

2002 sonrasında başlayan siyasal dönüşüm, devletin uzun yıllar boyunca sınırlandırmaya çalıştığı toplumsal güçlerin siyasal merkeze taşınmasıyla kendini gösterdi. Bu süreç, yalnızca bir seçim başarısı olarak okunamayacak kadar derin ve kapsamlıydı; aslında devletin yüz yıl boyunca kurduğu sınırlı demokrasinin kendi iç çelişkilerine yenilmesiydi. Toplumun uzun süre dışlanan kesimleri devleti devraldığında, devletin tarihsel mantığını kökten dönüştürmek yerine, onu kendi tarihsel reflekslerini ve merkeziyetçi işleyişini koruyarak yeniden ürettiler. Vesayet tasfiye olmadı; yalnızca sahip değişti. Devletin toplumu kontrol etme refleksi, bu kez İslamcı bir içerikle, ancak aynı merkeziyetçi mantıkla yeniden tesis edildi. Böylece siyasal dönüşüm, yalnızca yeni güçlerin ortaya çıkması değil, eski devlet alışkanlıklarının farklı bir ideolojik zemine taşınması anlamına geliyordu.

Bu dönüşümün kurumsal boyutu, 2010 referandumuyla daha belirginleşti. Referandum, yalnızca teknik bir anayasa değişikliği değil, Türkiye’de rejimin yapısal dönüşümünün kurumsallaştığı tarihsel bir kırılma anıydı. Devletin geleneksel çekirdeğinin çözülmesi ve yerine yeni bir çekirdeğin geçmesi açısından 12 Eylül sonrası dönemin en kapsamlı yeniden yapılanması olarak değerlendirilebilirdi. Görünürde demokrasi, özgürlükler ve vesayetle hesaplaşma söylemleriyle paketlenen bu süreç, derinlerde devletin kurumsal aklını yeni toplumsal tabana göre yeniden şekillendiren ideolojik bir operasyon niteliğindeydi. Böylece siyasal dönüşüm, toplumsal güçlerin merkeze taşınması ile devletin kurumsal yapısının ideolojik olarak yeniden inşasını birbirine bağlayan çift katmanlı bir sürece dönüştü.

Bu süreçte özellikle yüksek yargı üzerinde yürütülen kampanya dikkat çekiciydi. Yargıtay ve Danıştay’ın “seküler”, “elitist” ve “statükocu” yapıda olduğu iddiaları, yalnızca teknik bir eleştiri değil; Alevi hukukçuların ve laik yargı geleneğinin etkisini kırmayı hedefleyen geniş bir siyasi söylemin parçasıydı. Referandum kampanyasında yüksek yargıda Alevilerin ağırlıkta olduğu yönündeki propaganda sıkça kullanıldı; bu, hem laik hukuk geleneğine hem de Alevi kimliğine yönelik uzun süredir var olan önyargıların siyasal mobilizasyona dönüştürülmesiydi. Böylece devletin İslamcı kadrolar tarafından ele geçirilmesi yalnızca vesayetle hesaplaşma iddiasını taşımıyor, aynı zamanda seküler ve Alevi birikimin kurumsal gücünü kırmayı amaçlayan sistematik bir tasfiye hamlesi olarak işliyordu. Referandum sürecinde Kürt oylarının sandığa girmemesi, iktidar lehine kritik bir avantaj yarattı; bu durum, yeni yargı düzeninin tesisinde en önemli desteklerden birinin fiilen Kürt hareketinin tarafsızlığı olduğunu ortaya koyuyordu. Boykot kararının sonuçları belirleyiciydi: referandum rahatça kazanıldı, yargının ideolojik haritası yeniden çizildi, bürokratik güç dengeleri altüst oldu ve bugünkü rejimin temelleri atıldı. Bu kırılmayı anlamadan bugünü kavramak güçtür.

2002 sonrası siyasal dönüşüm böylece, hem toplumsal tabanla kurulan yeni ilişki biçimleri hem de kurumsal yapıdaki ideolojik yeniden inşa süreçleri üzerinden bir bütünlük kazandı. Yeni iktidar, devletin tarihsel reflekslerini kendi ideolojik çerçevesiyle yeniden üretirken, kurumsal ve toplumsal mekanizmaları da kalıcı bir dönüşümün zemini hâline getirdi. Devletin işleyiş mantığı ve toplumsal kontrol biçimleri değişmeden kaldı; yalnızca aktörler ve ideolojik çerçeve yeniden kodlandı.

Bu yeniden dizayn süreci, devletin modernlik anlayışında da tarihsel bir kopuş yarattı: bürokratik-milletçi modernlik yerini muhafazakâr-popülist bir modernlik anlayışına bıraktı. Ancak bu dönüşüm, devlet-toplum ilişkisinin özünü değiştirmedi; devlet, yeni iktidarın elinde hâlâ toplumu yönlendiren, sınırlandıran ve biçimlendiren bir aygıt olarak işlev görmeye devam etti.

Bu kırılma, 2013 Gezi direnişinin sert bir karşılıkla bastırılmasının arka planını da açıklar. Gezi, İslamcı devletleşmenin otoriter çerçevesine karşı toplumun verdiği ilk büyük kolektif yanıt olarak okunabilir. Devlet, toplumsal talepleri bir demokrasi krizi değil, düzen karşıtı bir kalkışma olarak algıladı. Çünkü yeni devlet çekirdeği, toplumsal muhalefeti artık “alternatif bir modernlik iddiası” olarak değil, “iktidarın hegemonyasını tehdit eden bir dış ses” olarak görüyor ve buna göre tepki veriyordu.

Ardından gelen 2016 darbe girişimi, devlet–İslamcılık ilişkisinde yıllardır biriken tarihsel çelişkilerin en çıplak biçimde yüzeye çıktığı andı. Devletin uzun süre görmezden geldiği, zaman zaman desteklediği, ancak hiçbir zaman tam olarak denetleyemediği bir damar, nihayet kendi içinden devlete karşı yönelmişti. Bu girişim yalnızca bir iktidar mücadelesi değil, Cumhuriyet’in modernleşme stratejisinin kendi içine çöktüğü bir an, devletin ideolojik ortaklık üzerinden kurduğu meşruiyet hattının kırıldığı bir eşikti. Darbenin bastırılmasıyla inşa edilen yeni otoriter model, İslamcılığı devletin merkezine yerleştirirken onun özerk damarlarını sistematik biçimde tasfiye etti; böylece devlet, artık İslamcılığı bir siyasal müttefikten çok, kontrol altında tutulması gereken bir meşruiyet aracına dönüştürdü. 2000’lerin başında “devleti dönüştürme” iddiasıyla başlayan süreç, 2016 sonrasında “devletin İslamcılığı dönüştürme” ve disipline etme hamlesine evrilmişti.

Bugün gelinen noktada, devletin İslamcılıkla kurduğu ilişkiyi anlamak için 2010’u bir başlangıç değil, derin bir kırılma olarak görmek gerekir. Çünkü bu tarihten itibaren devlet ile İslamcılık arasındaki bağ, bir karşılıklı bağımlılık ve kriz döngüsüne dönüştü. Devlet, İslamcılığı tamamen bastıramaz; çünkü meşruiyetini kısmen ondan devralmıştır. Fakat onu serbest de bırakamaz; çünkü serbest kaldığında kendi otoritesine meydan okur. Bu çift yönlü gerilim, Türkiye’nin siyasal alanını hem genişleten hem daraltan hem dönüştüren, hem tıkayan bir yapıya dönüştürdü. Devletin modernleşme arayışı, böylece sürekli kendi sınırlarına çarpan bir bocalama tarihine dönüştü, bir yandan sekülerleşmeyi hedefleyip diğer yandan dindarlaşan, bir yandan özgürlük vaat edip öte yandan itaati kutsayan bir çelişkinin sürekliliği içinde.

Bugün bu tarihsel hattın son evresinde iktidar, bütün bu süreci kurumsal bir çerçeveye oturtmak için yeni bir anayasa arayışını gündeme taşımış durumda. Amaç, fiilen yerleşmiş otoriter-popülist düzeni hukuki biçimde meşrulaştırmak, 2010’dan bu yana adım adım inşa edilen siyasal mimariyi anayasal düzeyde tamamlamaktır. Ancak bu girişim, görünürde “yeni bir başlangıç” olarak sunulsa da, özünde devletin İslamcılıkla kurduğu bu çelişkili bağı kalıcılaştırma çabasıdır. Devlet, bir kez daha kendi krizini çözmek yerine, onu yeni bir anayasal kılıfla yönetilebilir hâle getirmeye çalışmaktadır. Böylece Türkiye’nin modern siyasal tarihi, bir kez daha, meşruiyetini arayan ama hiçbir zaman tam olarak bulamayan bir devletin hikâyesine (yani bitmeyen bir yeniden kuruluş denemesine) dönüştürülmektedir.