Seçim Kazanmanın Suç Sayıldığı Bir Dönem: İBB Soruşturması Üzerine

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve çalışma arkadaşları hakkında hazırlanan ve henüz mahkemece kabul edilmeyen İBB iddianamesi, Türkiye’de hukukun siyasallaşması tartışmasını yeniden alevlendiren bir örnek olarak karşımızda duruyor. Gizlilik kararı bulunan bir dosyanın, daha iddianame kabul edilmeden kamuoyunun her köşesine servis edilmesi bile sürecin baştan itibaren siyasi bir zemin üzerinde yürütüldüğünü gösteriyor. Ancak en çarpıcı nokta, dosyanın içeriğinden çok yapısal özelliği: 4000 sayfayı bulan hacmi, savunma hakkının fiilen imkânsızlaştırılması anlamına geliyor.

Hukuk dünyasında uzun iddianamelerin çoğu zaman delilsizliği gizlemek, dikkati dağıtmak ve süreci uzatmak için kullanıldığı bilinir. Bu iddianamede de benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. Dosyanın içine dağılmış yüzlerce belirsiz ifade, çelişen kayıt, birbiriyle ilgisiz bilgi yığını ve kendi kendini tekzip eden anlatımlar, metnin bir hukuk belgesinden ziyade siyasi bir kurguya benzediğini düşündürüyor. Dahası, yolsuzluk suçlamaları iddianamede ikinci plana itilmiş durumda; metnin ağırlık noktası, doğrudan ya da satır aralarında “İmamoğlu’nun seçim kazanması”nı ima eden ifadelerden oluşuyor. Bu nedenle iddianamenin ana fikrinin seçim zaferinin suç sayıldığı bir döneme işaret ettiği yorumları sadece haklı değil, aynı zamanda kendiliğinden ortaya çıkan bir okuma haline geliyor.

Bu tablo, dosyanın hukuki niteliğine dair kaygıları derinleştiriyor. Eğer iddianamenin amacı gerçekten bir yolsuzluğu ortaya çıkarmak olsaydı, metnin delillerle desteklenmiş, özlü ve tutarlı bir çerçeve sunması gerekirdi. Oysa karşımızdaki belgede, hukuki doğruluktan ziyade siyasi sonuç üretme çabasının baskın olduğu görülüyor. 4000 sayfanın her satırına serpilmiş belirsizlik, hukuki gerekçelerin zayıflığını örtmek için kullanılan bir sis perdesi işlevi görüyor. Bu nedenle dosyanın asıl hedefinin bir yargılama sonucuna ulaşmak değil, uzun bir yargılamayı seçim takviminin üzerine bindirmek olduğu giderek daha fazla dillendiriliyor.

Bu bağlamda iddianame, İmamoğlu’nun siyasi geleceğini şekillendirme niyetiyle oluşturulmuş bir araç olma izlenimi veriyor. Hukuken zayıf olan suçlamaların, yargı sürecinde ceza verilmesine imkân tanımayacağını bilenlerin yaptığı şey ise süreci olabildiğince uzatmak, siyasetin gündemini bulandırmak ve iktidarın muhalefeti yıpratma stratejisine uygun bir zaman çizelgesi yaratmak. İddianamenin uzunluğu, içeriğin niteliği ve dolaşıma sokulma biçimi bu stratejinin üç ayağını oluşturuyor.

Bir diğer önemli nokta, dosyaya iliştirilmiş yüzlerce sayfalık alakasız ekin, yandaş medya için bir “malzeme deposu” işlevi görmesi. Açık veya örtülü biçimde, akşam tartışma programlarında “belge” diye sunulacak bu parçalar, kamuoyunu yönlendirmek için hazırlanmış gibi duruyor. Yargı sürecine katkı sunmayan bu unsurların varlığı, iddianamenin hukuk düzenine değil siyasal iletişim stratejisine ait olduğunu gösteriyor. Bu da dosyanın bir ceza yargılaması belgesi olmaktan çok, siyaseten mühendislik yapılmış bir propaganda aracı olduğu görüşünü güçlendiriyor.

Tüm bu tartışmaların ışığında, İBB iddianamesi yalnızca hukuki değil, aynı zamanda siyasal bir belge olarak okunmak zorunda. Bir belediye başkanını, muhalefet partisinin görünürlüğünü ve yaklaşan seçimlerdeki siyasi denklemi hedef alan bir metinle karşı karşıyayız. Bu nedenle tartışmanın merkezine iddianamenin içeriğini değil, hangi siyasal amaca hizmet ettiğini koymak gerekiyor. Çünkü gerçek soru şudur: Bu iddianame bir suçun peşine düşen adalet mekanizmasının ürünü müdür, yoksa seçime giden yolu şekillendirmeye çalışan bir siyasi iradenin elinden çıkmış bir metin midir?

Türkiye’nin bugünkü hukuk düzeninde bu soruya verilecek yanıt, sadece İBB davasının değil, ülkenin demokrasi standardının hangi noktada durduğunu da gösterecektir. Bu süreci teşhis etmek, adını koymak ve yüksek sesle ifade etmek, demokratik toplumun kendini savunmasının temel adımıdır.