Ortadoğu’nun Yeniden Kurulan Dengeleri ve Türkiye’nin Kürt Gerçeği

Ortadoğu’da son on yılda yaşanan dönüşüm, salt sınırların veya aktörlerin yeniden şekillenmesi değildir; bu değişim, bölgesel sermaye birikim rejimlerinin, devlet aygıtlarının ve hegemonya mücadelelerinin başka bir düzleme taşındığı yapısal bir kırılmayı ifade eder. Suriye iç savaşıyla birlikte çöken eski düzen, emperyal güçlerin doğrudan müdahaleleriyle şekillenen yeni bir haritanın kapısını araladı. Bu haritanın en kalıcı unsurlarından biri, Suriye’nin kuzeyinde inşa edilen Kürt siyasi ve askeri varlığıdır. Artık bu oluşum yalnızca sahada gözlemlenen bir gerçeklik değil; bölgesel sınıf ilişkilerinin, uluslararası sistemdeki güç yoğunlaşmalarının ve büyük güçlerin yeni önceliklerinin somut ürünü hâline gelmiştir. Bu varlık, devletlerin, sermaye fraksiyonlarının ve bölgesel aktörlerin çıkar çatışmalarını belirleyen bir çarpan işlevi üstlenmektedir ve aynı zamanda bölgesel hegemonya mücadelelerinin yeni odak noktasıdır.

2011 sonrası çatışmalar belirli bir doygunluğa ulaştığında, kuzey Suriye’deki yapı uluslararası sistem açısından geri döndürülemez bir olgu hâline geldi. ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batı’nın Kürt varlığına ilişkin tutumu, salt güvenlik kaygısıyla sınırlı kalmadı; aynı zamanda krize giren bölgesel düzenin yeniden tahkimi açısından işlevsel bir araç olarak görülmeye başlandı. PKK faktörü ise bu bağlamda yalnızca Türkiye’nin iç güvenliği açısından değil, bölgesel güç mücadelelerinde kritik bir değişken olarak ortaya çıktı. PKK’nin sahadaki rolü, hem yerel toplumsal dengeleri hem de bölgesel sermaye akışlarını etkileyen bir unsur olarak, emperyal güçler tarafından yeniden değerlendirildi.

Batı uzun yıllardır kendi iç çelişkilerinin yükünü taşımak zorundaydı. Bir yandan PKK’yi resmî olarak terör örgütü ilan ederek diplomatik söylemini bu tanım üzerine kurarken, diğer yandan PYD–YPG ile sürdürdüğü sıcak ilişki, emperyal bloğun söylemsel tutarlılığını aşındıran bir açmaz yaratıyordu. Türkiye’nin ısrarla tekrarladığı “PYD = PKK” söylemi, bu çelişkiyi hem görünür kıldı hem de uluslararası alanda gerekçelendirilmesi neredeyse imkânsız bir yük hâline getirdi. Ankara’nın bu söylemi, Washington ve Londra’nın bölgesel sahada yürüttüğü pragmatik hamleleri açığa çıkarıyor, onları hem NATO ittifakı içinde hem de kendi kamuoylarında açıklanması güç bir pozisyona sıkıştırıyordu.

Bu çelişkinin çözümü artık bir tercih değil, stratejik bir zorunluluk hâline gelmişti. Dar anlamıyla yalnızca güvenlik sorunu olmaktan çıkan bu durum, Batı’nın Ortadoğu’daki hegemonya projelerinin sürdürülebilirliği açısından taşınamaz bir maliyete dönüşüyordu. Denklem yalnızca Batı’nın kendi tutarlılığıyla sınırlı değildi. İsrail’in bölgesel güvenlik mimarisi de bu çelişkinin çözülmesini zorunlu kılan temel unsurlardan birini oluşturuyordu. Suriye’nin parçalanan egemenlik yapısı içinde ortaya çıkan güçlü Kürt siyasi–askeri varlığı, İsrail açısından iki nedenle stratejik değer taşıyordu: ilki, Suriye’de İran’ın nüfuzunu sınırlandırabilecek istikrarlı bir denge merkezi yaratması; ikincisi, rejim–İran–Hizbullah ekseninin kuzey cephesindeki hareket kabiliyetini daraltmasıydı. Bu bağlamda Batı’nın İsrail merkezli güvenlik perspektifi giderek belirleyici bir unsur hâline geldi.

Batı’nın İran karşıtı politik hattı, bölgedeki güç dengelerini yalnızca yeniden biçimlendirmekle kalmadı; aynı zamanda Suriye’nin kuzeyinde kurumsallaşan Kürt yapısını yeni Ortadoğu mimarisinin zorunlu bir taşıyıcısı hâline getirdi. İran’ın Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’de ördüğü nüfuz ağları karşısında bu yapı, Batı açısından yalnızca taktiksel bir “kara gücü” değil; enerji koridorlarının güvenliği, yeni ekonomik hatların inşası ve bölgesel sermaye akışlarının kontrolü açısından stratejik bir tampon işlevi görüyordu. PYD–YPG ile kurulan ilişki artık geçici bir operasyonel ortaklık olarak değil, petrol, doğalgaz ve ticaret güzergâhlarının kesintisiz işleyişini garanti altına alan daha büyük bir jeopolitik mimarinin kurumsal bileşeni olarak görülüyordu. Bu, Batı açısından sürdürülebilir bir Ortadoğu düzeninin temel koşulu hâline gelmişti.

Yeni mimarinin omuzlarında yükseldiği kritik unsurlardan biri, sadece sınırların değil, enerji politikalarının yeniden tanzim edilmesiydi. Doğu Akdeniz’de keşfedilen yeni enerji rezervleri, Irak Kürdistanı’ndan Akdeniz’e uzanan petrol hatları, Basra’dan Kızıldeniz’e taşınmayı bekleyen yeni ticari koridorlar ve Körfez sermayesinin Avrupa’ya erişimini sağlayacak güvenli rota arayışları, Batı açısından bölgede kontrolsüz hiçbir aktöre yer bırakmama zorunluluğunu doğurdu. Bu nedenle Washington ve Avrupa başkentleri, sahada kendi kararlarını kendisi alan, uluslararası denetime kapalı silahlı örgütlerin yalnızca bölgesel değil, küresel sermaye akışları için de bir risk oluşturduğunu acı biçimde deneyimledi.

Batı’nın 2000’li yıllar boyunca taşıdığı “örgütlerle taktiksel işbirliği” modeli (Hizbullah’ın 2006 sonrası yükselişi, Hamas’ın Gazze’de kurumsallaşması ve El Kaide bağlantılı yapılarla sahadaki geçici ortaklıklar) uzun vadede büyük güç merkezlerinin kendi güvenliğini de tehdit eder hâle geldi. Avrupa başkentlerinde patlayan bombalar, ABD’nin iç güvenlik aygıtında artan kırılganlıklar ve Suriye iç savaşının ürettiği radikal unsurlar, Batı’yı geri dönüşsüz biçimde başka bir modele geçmeye zorladı. Artık “kontrol edilemeyen örgütlerle sahayı yönetme” dönemi sona ermişti. Yeni Ortadoğu mimarisi, daha kurumsal, daha görünür, uluslararası hukuk içinde tanımlanabilir ve gerektiğinde diplomatik baskıyla hizaya sokulabilir aktörlere teslim edilmeliydi.

Bu nedenle Batı yalnızca PKK’ye yönelik tavrını değiştirmedi; Hizbullah’ın sınırlandırılması, Hamas’ın tasfiye edilmesi ve El Kaide–IŞİD kökenli örgütlerin nefes alabilecek alanlarının kapatılmasıyla birlikte bir bütün olarak “örgütsel militarizme dayalı Ortadoğu siyaseti”ni sona erdirmeye yöneldi. Bu yeni düzenin çarpıcı örneklerinden biri, HTŞ’nin neredeyse pragmatik biçimde rehabilite edilmesi, kontrol altına alınması ve Suriye’nin Esad sonrası bir “geçiş yönetimi”nin parçası olarak düşünülmesidir. Batı, kaotik ve öngörülemez örgütlere değil, çıkarları pazarlık edilebilir, hiyerarşik biçimde yönlendirilebilir ve enerji ile ticaret akışlarını tehdit etmeyecek aktörlere ihtiyaç duyuyordu.

Bu bağlamda PYD–YPG hattı, örgütsel olarak disiplinli ve uluslararası denetime açık bir yapı olarak Batı’nın yeni mimarisiyle en uyumlu aktörlerden biri hâline geldi. Ancak Türkiye’nin bu mimariye karşı çıkışı, Batı’nın PKK–PYD ayrımını sürdürülebilir kılmasını imkânsızlaştırıyordu. Ankara’nın Rusya–Çin hattına doğru kayması, NATO içinde büyüyen gerilimler ve Türkiye’nin Batı dışı savunma mimarilerine yönelmesi, Washington açısından PKK ile olan bağların görünür şekilde kesilmesini stratejik bir zorunluluk hâline getirdi. Elbette, bu zorunluluk yalnızca Ankara’yı ikna etmeye dönük bir hamle değildi; aynı zamanda Ortadoğu’nun yeni enerji güzergâhlarını güvence altına almanın, İsrail’in güvenlik doktrinini korumanın ve İran’ın bölgesel nüfuzunu sınırlamanın da temel altyapısıydı.

Dolayısıyla Batı’nın önüne üçlü bir hedef seti yerleşti: Suriye’deki Kürt varlığını enerji ve güvenlik mimarisinin kurumsal taşıyıcısı olarak muhafaza etmek; Türkiye’nin itiraz edemeyeceği bir siyasal zemin yaratmak ve İran’ın etkisini sınırlayan yeni bölgesel düzeni kurumsallaştırmak. Bu nedenle PKK’nin sahadaki rolünün daraltılması yalnızca diplomatik bir jest değil, bölgesel yeniden yapılanmanın zorunlu koşulu hâline geldi. PKK Batı açısından bir “yük”e dönüşürken, Türkiye için ise iç politikada kullanılabilecek geniş bir manevra alanı açıldı.

Washington’ın Ankara’ya verdiği stratejik mesaj böylece berraklaştı: PKK artık emperyal blokun Suriye’de kurmaya çalıştığı yeni düzenin vazgeçilmez bir bileşeni değil; tam tersine, bu düzenin sürdürülebilirliği açısından taşınması imkânsız bir fazlalıktı. Bu yalnızca Türkiye açısından değil, Irak Kürdistanı’ndaki Barzani yönetimi açısından da maliyet üretiyordu. PKK hem sahada hem diplomatik arenada tecrit edilen bir aktöre dönüşürken, merkezî güçler nezdinde tarihsel rolü kökten yeniden tanımlanan bir yapıya dönüştü. Bu yeniden tanımlama süreci, Türkiye ve Irak’ı da belirli sorumluluklara zorluyordu: PKK’nin tasfiyesinin üreteceği toplumsal boşluğu yönetmek, silah bırakacak unsurların sivil siyasete kanalize edilebileceği mekanizmaları kurmak ve bölgesel güvenlik mimarisinin çökmeden sürdürülebilir olmasını sağlamak.

Bütün bu unsurlar bir araya geldiğinde görünen şudur: Yeni Ortadoğu düzeni, artık yalnızca İsrail veya Türkiye’nin güvenlik kaygıları üzerine kurulu değildir; enerji akışlarını, küresel ticaret koridorlarını, Körfez sermayesinin dolaşımını ve büyük güç merkezlerinin kendi iç güvenliklerini garanti altına almayı hedefleyen daha geniş, daha kurumsal ve daha disiplinli bir mimaridir. Bu nedenle PKK’nin sistem dışına itilmesi yalnızca Türkiye’nin bir talebi değil; yeni bölgesel düzenin mantıksal sonucudur.

Tam da bu noktada Türkiye, ortaya çıkan boşlukları ve yeni güç dağılımını kendi iç politikasında kullanma yoluna gitti. Ankara, Batı başkentlerinin Suriye’deki Kürt yapılanmasını kabullenme eğilimini, PKK üzerindeki baskıyı ve örgütün daralan manevra alanını bir fırsata çevirmeye çalıştı. “Terörsüz Türkiye” söylemi, bu bağlamda yalnızca bir güvenlik stratejisi değil; aynı zamanda yeni bir siyasi denge kurma girişimi olarak sahneye sürüldü.

Buradaki amaç, PKK’nin alabileceği olası geri çekilme veya tasfiye kararlarını Türkiye’deki Kürt seçmenle yeni bir yakınlaşmanın zemini hâline getirmekti. İktidar bu süreci hem kendi siyasal ömrünü uzatmanın aracı olarak hem de uluslararası arenada “sorun çözen devlet” imajını yeniden inşa etmek için kullanmayı hedefledi. Ancak sürecin arka planına bakıldığında, bunun gerçek bir çözüm iradesinden çok, mevcut iktidar blokunun gücünü tahkim etmeye dönük bir strateji olduğu görülüyor.

Hükümetin attığı adımların temel motivasyonu, Türkiye’nin demokratikleşmesini derinleştirmek değil; DEM Parti’yi kontrol alanına çekerek muhalefeti parçalamak, siyasal alanı daraltmak ve iktidar bloğunu daha uzun süre ayakta tutmaktır. Bu yaklaşımın Kürt meselesine kalıcı bir çözüm üretme ihtimali son derece düşüktür. Bu nedenle Kürt siyasal hareketinin mevcut gelişmeleri “tarihi bir fırsat” olarak görme eğilimi risklidir. Çünkü sürecin eksenini belirleyen şey, devlet aklının köklü bir dönüşümü değil; uluslararası dengelerin geçici baskısı ve iç politikada iktidarın devamlılığını sağlama arzusudur. Eğer bu tablo, çözüm sürecinin yeniden başlaması gibi beklentilerle yorumlanırsa, olası sonuç hayal kırıklığı olacaktır.

Suriye’deki gerçeklik açıktır: Kürtler, bölgenin yeni siyasal haritasının değişmez bir parçasıdır. Bu gerçeği yok saymak ya da geri çevirmeye çalışmak Türkiye’nin çıkarına değildir. Ancak bu gerçek, bugünkü iktidar tarafından demokratikleşme yönünde değil, siyasal mühendislik faaliyetlerinin bir aracı olarak kullanılmaktadır.

Türkiye’nin önünde duran soru basittir fakat cevabı belirleyicidir: Türkiye, bölgesel değişimin zorunlu kıldığı yeni gerçeklikle yüzleşip demokratik bir siyasal çözüm üretecek mi, yoksa aynı gerilimi kullanarak mevcut otoriter düzeni daha da mı derinleştirecek? Bugün sergilenen pratik, ne yazık ki ikinci seçeneğin giderek ağırlık kazandığını göstermektedir