Son yıllarda hem Türkiye’de hem de dünyanın pek çok ülkesinde gençler arasında örgütlü şiddetin görünürlüğü artıyor. İlk bakışta bu tablo çoğu kişinin zihninde basit bir suç meselesi olarak beliriyor. Oysa bu olgu, çok daha derin bir toplumsal hikâyenin yansıması. Latin Amerika’daki deneyimler özellikle bu hikâyeyi anlamak açısından güçlü bir mercek sunuyor. Çünkü orada çeteler sadece suç makinesi değil aynı zamanda devletin çekildiği alanlarda bir tür alternatif düzen kurma iddiasıyla ortaya çıkıyor.
Kent dediğimiz şey artık eski anlamıyla bir yaşam alanı olma niteliğini büyük ölçüde kaybetti. Bugünün şehirleri daha çok bir yatırım alanı gibi işliyor. Barınma bir hak olmaktan çıkıp ödeme gücünün sınırlandığı bir ekonomik mücadeleye dönüştü. Bu dönüşüm özellikle gençler için büyük bir kırılma yaratıyor. Kent onlara yaşam vaadi sunmadığında, geleceğe dair umut kapıları kapandığında ortaya çıkan boşluk tam da şiddetin filizlendiği toprak haline geliyor.
Latin Amerika’nın yoksul banliyölerinde ya da Brezilya’nın kıyı semtlerinde gençlerin devletle kurduğu ilişki büyük ölçüde baskı mekanizmalarıyla sınırlı. Eğitim, sosyal koruma, sosyal devletin diğer kanalları çoğu bölgede ya zayıf ya da tamamen kopuk. Bu yüzden çeteler sadece korku saçan yapılar olarak değil aynı zamanda bir tür aidiyet alanı olarak da görülüyor. Güçlü görünme, varlığını ispatlama ve hayatta kalma çabası buralarda örgütlü şiddetin içine karışarak yeni bir kimlik oluşturuyor.
Türkiye’de son yıllarda yaşanan ekonomik daralma, işsizliğin kronikleşmesi ve kentlerin gelir grupları arasında giderek daha keskin hatlarla bölünmesi benzer süreçleri tetikliyor. Genç bir birey için iş bulmak, eğitimle sınıf atlamak ya da kentte bir gelecek hayal etmek her zamankinden daha zor. Tam da bu nedenle bazı gençler için çeteleşme görünür olmanın, güç kazanmanın ve çaresizliğe karşı durmanın yolu haline geliyor.
Burada sınıf dinamiklerini göz ardı etmek mümkün değil. Çeteleşme çoğu zaman alt sınıfların sıkışmışlığından doğuyor. Ücretli emeğin değer kaybettiği, sosyal güvencenin zayıfladığı bir dönemde gençler kendilerini dışlanmış hissediyor. Bu dışlanmışlık duygusu siyasal ilgiyi de törpülüyor. Gençlik, sesinin siyasette duyulmadığını düşündükçe şiddetin sunduğu kolay görünürlüğe daha fazla yöneliyor.
Devlet ile toplum arasındaki mesafe açıldıkça bu tablo daha da kararıyor. Güvenlik politikaları çoğunlukla sorunun görünen kısmına odaklanıyor. Oysa gençlerin çetelere yönelmesinin altında yoksulluk, eğitimde eşitsizlik, umutsuzluk ve toplumsal dışlanma var. Latin Amerika’da devletin geri çekildiği her bölgede çetelerin boşluğu doldurması bugün bazı Türkiye kentlerinin çeperlerinde de hissedilen bir gerçeklik. Zamanla bu yapılar yalnızca birer suç örgütü olmaktan çıkıp toplumsal bir otorite gibi davranmaya başlıyor.
Gençlerin çeteleri bir kimlik alanı olarak görmesi meselenin en kritik boyutu. Güç göstergesi olarak kullanılan şiddet, aslında görünür olmanın arayışına dönüşüyor. Gençler için bu, hayatta bir yer edinme çabası. Yoksulluk, dışlanma ve geleceksizlik içinde sıkışmış bir kuşağın, en azından kendi çevresinde bir anlam yaratma girişimi. Böyle durumlarda şiddet bir ifade biçimi, bir varlık ispatı haline geliyor.
Latin Amerika’nın uzun yıllara yayılan deneyimi önemli bir ders sunuyor. Çeteleşme toplumsal zemine kök saldığında sadece polisiye yöntemlerle ortadan kaldırılamıyor. Çünkü mesele esasen güvenlik değil gelecek meselesi. Gençliğin enerjisini doğru kanallara yönlendiremeyen toplumlar, bu enerjiyi şiddetin karanlık alanlarına teslim etmek zorunda kalıyor.
Bugün Türkiye’deki tablo da benzer bir uyarı barındırıyor. Gençlerin örgütlü şiddete yönelişi toplumun hoyratlaşması değil, daha çok duyulma, görülme, tanınma isteğinin dramatik bir biçimde dışavurumu. Bu nedenle çözüm yalnızca cezalandırıcı politikalarda değil. Daha adil, daha kapsayıcı bir düzen yaratılmadan, kentlerin yeniden bir yaşam alanına dönüştürülmesi sağlanmadan, gençlere umut verecek alanlar açılmadan çeteleşme sadece yer ve biçim değiştirir.
Toplumun genç kuşağı bugün bize bir şey söylemeye çalışıyor. Kırılgan bir ses bu. Duyulmadığında daha sert, daha öfkeli ve daha yıkıcı hale geliyor. O sesi duyabilmek ise bir güvenlik meselesinden çok daha fazlası. Bu ülkenin geleceğini hangi duygularla, hangi umutlarla kuracağımızın sorusu.


















