Gazeteciliğin Bedeli Ağırlaşıyor: Bir Ayda 91 İşsiz, 17 Yıl Ceza

Gazetecilik, çoğu zaman bir ülkede demokrasinin nabzını en doğru yerden tutan meslektir. Çünkü iktidarın, sermayenin ve baskı mekanizmalarının en önce ve en acımasız biçimde müdahale ettiği alan haberdir; hakikatin kamusal dolaşımıdır. Dicle Fırat Gazeteciler Derneği’nin (DFG) açıkladığı Kasım ayı hak ihlalleri raporu tam da bu nedenle yalnızca mesleki koşullara değil, Türkiye’nin demokrasi eşiğine dair de bir şey söylüyor. Ve o şey, uzun bir süredir olduğu gibi, iç açıcı değil.

Rapor; sayıların kuraklığından çok, yaşananların ağırlığını taşıyor: 15 gazeteciye 17 yıl 5 ay hapis cezası verilmiş, 8 gazeteci gözaltına alınmış, 8’ine yeni dava açılmış, 14’ü hakkında soruşturma başlatılmış, 79 gazetecinin yargılanmasına devam edilmiş ve en az 91 gazeteci işsiz kalmış. Bu tablo, yalnızca bir meslek grubuna yönelik sistematik bir baskıyı değil, kamusal bilgi hakkının giderek daralan sınırlarını da gözler önüne seriyor. Zira gazeteciye yönelik her soruşturma aynı zamanda toplumun haber alma hakkının yargılanmasıdır.

Gözaltılar, Soruşturmalar ve Sessizleştirme Stratejisi

Kasım ayında gazetecilere dönük gözaltı dalgası, tutuklu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında yürütülen soruşturma kapsamında yeniden kendini gösterdi. Soner Yalçın’dan Ruşen Çakır’a, Şaban Sevinç’ten Batuhan Çolak ve Yavuz Oğhan’a uzanan liste, iktidarın “yalan bilgi yayma” gibi hukuki muğlaklıklarla medya alanını disipline etme stratejisinin sürdüğünü gösteriyor.

Bu stratejinin merkezinde iki temel amaç var: Gazeteciyi yıldırmak ve haberciyi terbiye etmek. Birinin gözaltına alınması, diğerinin otosansürle kendini hizaya sokması için bir mesajdır. Türkiye medyasında son yıllarda derinleşen sessizlik sarmalı tam da bu nedenle tesadüf değil.

Haber Takibine Engel: Hakikatin Kamusal Alanını Daraltmak

DFG raporunda yazan tek bir sahne bile, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ndeki eylemde görüntü almak isteyen gazetecilerin polis tarafından engellenmesi… mevcut medya iklimini özetlemeye yetiyor. Gazeteciye yönelik fiziki engelleme, kötü muamele ve tehditler artık münferit değil; kurumsallaşmış bir pratik.

Bu durum yalnızca gazetecinin çalışma koşullarını değil, hakikatin dolaşımını da doğrudan kesintiye uğratıyor. Çünkü haberin olduğu yere gazetecinin erişimi engelleniyorsa, toplumun gerçeklere erişim hakkı da sistematik biçimde kısıtlanıyor demektir.

Kayyım Medyası: İşsizliğin ve Sessizliğin Yeni Rejimi

Raporun en çarpıcı verilerinden biri, Kasım ayında 91 gazetecinin işsiz kalmış olması. Tele 1’e atanan kayyımın 32 çalışanın işine son vermesi ve Hürriyet’in 59 kişiyi “ekonomik gerekçelerle” işten çıkarması, yeni bir sessizleştirme yönteminin giderek güçlendiğini gösteriyor: Kayyım eliyle medya tasfiyesi. Ayrıca roporda yer almayan, Sözcü TV’de ki yönetim değişikliği sonrası 14 gazeteci işten çıkarıldığını da buraya ekleyelim…

Türkiye’de medya alanı yalnızca hukuki baskılarla değil, ekonomik tasarruf adı altında uygulanan yapısal operasyonlarla da yeniden şekillendiriliyor. Bu dönüşüm, gazeteciliği yalnızca tehlikeli bir meslek değil, giderek imkânsız bir meslek haline getiriyor.

Tüm Baskıya Rağmen: Mesleğin Direnen Hafızası

Raporun bir diğer bölümünde ise direnen bir hafıza var: Kuzey ve Doğu Suriye’de öldürülen gazeteciler Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’i andıkları için yargılanan 7 gazetecinin beraat etmesi, Saraçhane eylemini takip eden 8 gazetecinin aklanması… Bu kararlar, her şeye rağmen gazeteciliğin hâlâ hukuki bir karşılığının olduğunu, kimi zaman da olsa adaletin nefes aldığını gösteriyor.

Yine de bu “nefes”, geniş bir çember içinde boğulmaya çalışılan bir gazetecilik ortamını kurtarmaya yetmiyor. Ali Barış Kurt’un “pişman olmadığı” gerekçesiyle tahliyesinin 6 ay ertelenmesi, gazeteciye uygulanan ideolojik terbiye çarkının en açık örneklerinden biri.

Sonuç: Baskının Kayıt Defteri Aynı Zamanda Umudun Direnişidir

DFG’nin Kasım ayı raporu, bir ülkenin demokrasi bilançosudur. Gazetecilerin yargılandığı, gözaltına alındığı, işten çıkarıldığı, tehdit edildiği ve haber takibinin engellendiği bir ülke, esasen kendi geleceğinin ferahlığını da ipotek altına almış demektir.

Ancak rapor aynı zamanda bir direniş kayıt defteridir. Çünkü gazeteciler tüm soruşturmalara, davalara, kayyımlara ve işsizliğe rağmen mesleklerini savunmayı sürdürüyor. Barış gazeteciliğinin altını çizen raporun sonunda yer alan çağrı —“demokratik bir Türkiye için barış gazeteciliğinden yana tavır alma”— yalnızca mesleki bir çağrı değil; aynı zamanda toplumsal bir önerme.

Gazetecilik, hakikatin zor zamanlarda bile yazılabileceğine dair bir inançtır. Ve Türkiye’de bugün bu inancı diri tutanlar, gözaltı araçlarının gölgesine rağmen kamerasını kaldıran, not defterini kapatmayan, sesini kısmayan gazetecilerdir.

Kasım ayının karanlığı onların direnci kadar güçlü değildir.