Dünya genelinde hızla düşen doğurganlık oranları, yalnızca ekonomik bir sorun değil; kapitalist üretim ilişkilerinin yarattığı gelir adaletsizliğinin, güvencesiz emeğin ve yükselen otoriter rejimlerin bir sonucu olarak yeni bir küresel kırılma yaratıyor. Bu kırılma, sosyal güvenlik sistemlerinden iş gücüne, demokrasiden toplumsal dayanışmaya kadar pek çok yapıyı tehdit ediyor. Türkiye de bu değişimin tam ortasında.
Doğurganlık Çöküşü: Dünyanın Yeni Demografik Kırılma Noktası
Son yıllarda yapılan uluslararası araştırmalar — Lancet Küresel Hastalık Yükü Çalışması (2020 ve 2023), Birleşmiş Milletler Nüfus Projeksiyonları, OECD demografik raporları — dünya çapında ortak bir eğilimi gösteriyor:
İnsanlık hızla yaşlanıyor, doğurganlık dramatik biçimde düşüyor ve birçok ülke nüfusunu koruma eşiğinin altına inmiş durumda.
Birleşmiş Milletler’e göre 1950’lerde bir kadının ortalama çocuk sayısı 5’in üzerindeydi; bugün dünya ortalaması 2,3.
Lancet’in 2040 raporu ise daha sert bir tablo çiziyor: Dünya nüfusunun üçte ikisi, nüfus yenilenme seviyesi olan 2,1’in altına düşmüş durumda.
Bu eğilim özellikle Avrupa, Kuzey Amerika ve Doğu Asya’da keskin:
- Japonya: 1,26
- Güney Kore: 0,72 (dünyanın en düşüğü)
- Çin: 1,09
- AB ortalaması: 1,53
- ABD: 1,62
Bu ülkelerde iş gücü daralıyor, sosyal güvenlik sistemleri sürdürülebilirliğini yitiriyor, emeklilik fonları boşalıyor ve devletler bütçeyi giderek daha fazla yaşlı nüfusun bakımına yönlendirmek zorunda kalıyor.
Demografik kriz artık ekonomik krizlerle doğrudan bağlantılı.
Çünkü çalışacak insan sayısı azalırken yaşlı nüfus hızla artıyor.
Kapitalist Üretim İlişkileri Neden Düşük Doğurganlığı Besliyor?
Küresel doğurganlık çöküşünü yalnızca modernleşme, kadınların eğitim düzeyinin yükselmesi veya kentleşme ile açıklamak artık yetersiz.
Uluslararası araştırmacılar özellikle son 10 yılda öne çıkan başka bir ilişkiyi vurguluyor:
Neoliberal kapitalist sistem, çocuk sahibi olmayı ekonomik bir lüks haline getirdi.
OECD ve Dünya Bankası verileri gösteriyor ki:
- Gelir adaletsizliği arttıkça,
- Kira ve konut fiyatları yükseldikçe,
- Sağlık ve bakım hizmetleri özelleştikçe,
- Ebeveyn izni ve kreş erişimi sınıfsal bir ayrıcalığa dönüştükçe
doğurganlık düşüyor.
Bu tablo, Güney Kore’den ABD’ye kadar geniş coğrafyalarda tekrar ediyor. ABD’de Pew Research verilerine göre genç yetişkinlerin %44’ü “çocuk sahibi olmama” gerekçesi olarak “ekonomik güvensizliği” gösteriyor.
Doğurmamak artık bireysel bir tercih değil; sistem tarafından üretilen kolektif bir çaresizlik.
Otoriterlik ve Demografik Çöküşün Kesiştiği Yer
Son yıllarda Harvard, MIT ve CEU gibi akademik kurumların yayınladığı çalışmalarda ortak bir tespit var:
Otoriterliğin arttığı ülkelerde doğurganlık daha hızlı düşüyor.
Neden?
Çünkü otoriterleşme;
- ekonomik kırılganlığı büyütüyor,
- gençler için gelecek belirsizliğini artırıyor,
- kadınların yaşam özgürlüğünü, beden özerkliğini ve çalışma koşullarını kötüleştiriyor,
- toplumsal dayanışmayı zayıflatıyor.
Rusya, Macaristan, Türkiye, Çin gibi otoriter eğilim gösteren ülkelerde devletlerin “doğurun” çağrıları karşılık bulmuyor.
Sadece ekonomik güvencesizlik değil; siyasal karanlık da çocuk sahibi olma kararını erteliyor.
Türkiye: Üçlü Kıskacın Ortasında, Ekonomik Kriz, Siyasi Baskı, Toplumsal Çatlak
Türkiye’de TÜİK verilerine göre doğurganlık 2001’de 2,38 iken, 2023’te 1,51’e düştü.
Bu, Cumhuriyet tarihinin en düşük doğurganlık oranı.
Türkiye artık nüfusunu yenileyemeyen ülkeler sınıfında.
Peki bunu ne tetikliyor?
- Derin ekonomik kriz ve ücret erozyonu
- Konut krizi
- Kadın istihdamındaki düşüş ve bakım yükünün kadınlara aktarılması
- Siyasi kutuplaşma ve otoriterleşme
- Gelecek belirsizliği ve yoksulluk riski
- Savaş, göç ve toplumsal huzursuzluk algısı
Kadınlar ekonomik nedenlerden doğurmuyor; gençler ülkeyi terk etmek istiyor; iş gücünün niteliği ve sayısı giderek eriyor.
Türkiye’nin Sosyal Güvenlik sistemi, tıpkı Avrupa ve ABD’de olduğu gibi, giderek daha az çalışanla daha çok emekliye bakmaya çalışıyor. Uzmanlar 2030’lardan itibaren SGK’nın sürdürülebilirliğinin ciddi tehdit altına gireceği konusunda uyarıyor.
Peki Çözüm Ne? Teknokratik Önlemler Yetersiz, Sistemik Dönüşüm Kaçınılmaz
Uluslararası uzmanlar aynı noktada birleşiyor:
Doğurganlık çöküşü sadece teşvik, kreş desteği veya aile politikasıyla çözülemez.
Çünkü mesele demografik değil; ekonomik, politik ve kültürel.
- Gelir adaletsizliğini azaltmadan doğurganlık yükselmez.
- Kadınların güvenli, eşit ve özgür olmadığı bir toplumda çocuk sahibi olmak cazip hale gelemez.
- Otoriter rejimlerde gelecek umudu olmadığı için aile kurma motivasyonu düşer.
- Ekonomik güvencesizlik ve yoksulluk tehdidi sürdükçe nüfus yenilenmesi imkânsızdır.
Demografik krizin çözümü, kapitalizmin ürettiği güvencesizliği ortadan kaldıran yapısal bir dönüşüm gerektiriyor.
Sonuç: Çöküşün Adı Demografi Değil, Düzenin Krizi
Düşen doğurganlık oranları “gençlerin isteksizliğinin” değil, küresel kapitalizmin yarattığı sınıfsal eşitsizliğin, siyasal baskının ve gelecek kaygısının bir sonucu.
Bu kriz, sosyal güvenlik sistemlerinden demokrasinin geleceğine kadar çok geniş alanlarda etkisini derinleştiriyor.
Dünya yeni bir döneme giriyor:
Çocuk sahibi olamayan değil, çocuk yetiştiremeyen bir sistemin çağına.
Ve bu krizi doğuran koşullar değişmedikçe, demografik çöküşün yavaşlaması bile mümkün görünmüyor.













