Erdal Eren’in 45 Yıl Sonra Hâlâ Bitmeyen Davası

Takvimler 13 Aralık 1980’i gösterdiğinde, devlet bir çocuğu astı. Bunu bir “hukuk işlemi” olarak kayda geçti, bir “cezanın infazı” diye mühürledi. Oysa geriye kalan, tarihin soğuk sayfalarına kazınmış yalın bir hakikatti: Erdal Eren 17 yaşındaydı ve yaşı büyütülerek idam edildi. Devlet, kendi kurduğu mahkemede, kendi yarattığı düşmana karşı aceleyle, hoyratça ve ibret olsun diye bir hayatı söndürdü.

Erdal Eren’in idamına giden yol, tek bir duruşma salonuna, tek bir karara indirgenemez. O yol, 12 Eylül askeri darbesinin kurduğu ölüm mimarisinden geçer. Tankların gölgesinde yazılan anayasalardan, sıkıyönetim mahkemelerinin karanlık koridorlarından, “devleti kurtarma” gerekçesiyle askıya alınan yaşam hakkından geçer. O yol, hukukun bir sınıf aygıtı olarak nasıl çalıştığını gösteren berrak bir laboratuvardır.

Bir başka yerden bakıldığında, Erdal Eren’in idamı bireysel bir “adalet hatası” değil, sınıfsal bir tercihtir. Darbe rejimi, yalnızca örgütleri dağıtmak, sokakları susturmak istemiyordu; geleceği de teslim almak istiyordu. Gençliği, itirazı, eşitlik fikrini, yani yarının ihtimalini boğmak gerekiyordu. Erdal Eren bu nedenle seçildi. O, yalnızca sanık kürsüsündeki bir isim değil, “ibret” için işaretlenmiş bir simgeydi.

Mahkeme tutanakları soğuktur ama gerçeği ele verir. Deliller çelişkilidir, tanık ifadeleri bulanıktır, balistik raporlar tartışmalıdır. Ama bütün bu belirsizliklerin üstünü örten tek bir kesinlik vardır: Karar çoktan verilmiştir. Yaş meselesi de bu yüzden teknik bir ayrıntı değil, siyasal bir zorunluluktur. Çünkü darbe hukuku, çocuğu koruyamaz; darbe hukuku, ancak düşman üretir. Çocuğun yaşı büyütülür, çünkü rejimin yaşı küçülmüştür; çünkü meşruiyeti yoktur ve korkusu büyüktür.

Erdal Eren’in idam sehpasındaki son sözleri, bireysel bir cesaret gösterisinden çok daha fazlasıdır. O sözler, ölüm karşısında bile eğilmeyen bir politik bilincin ifadesidir. Devletin bütün aygıtlarıyla kuşattığı bir bedenden yükselen o sakinlik, iktidarın gürültüsünü anlamsızlaştırır. Egemenlik, tam da burada çatlar: Silahlı, üniformalı, yargıç cübbeli bir düzen; karşısında elleri bağlı bir çocuk ve onun susmayan hakikati.

Erdal Eren’in idamı, Türkiye’de cezanın nasıl sınıfsallaştığını da gösterir. Yoksullar, işçiler, devrimciler için ölüm cezası hızla işletilirken; devlet adına suç işleyenler için zamana yayılan bir cezasızlık rejimi kurulmuştur. Bu, tesadüf değil, yapısaldır. Marx’ın dediği gibi, devlet “egemen sınıfın ortak işlerini yöneten bir komitedir.” 12 Eylül’de bu komite, işini darağacıyla yapmıştır.

45 yıl geçti. Darağaçları söküldü belki, ama mantığı hâlâ dolaşımda. Bugün idam yok; yerine uzun tutukluluklar, siyasi davalar, gençliğin geleceğini karartan cezalar var. Yöntemler değişiyor, ama hedef aynı kalıyor: İtaat etmeyen bedeni terbiye etmek, itiraz eden sesi kısmak, tarihi tek sesli yazmak.

Erdal Eren’i anmak, yalnızca geçmişteki bir haksızlığı hatırlamak değildir. Bu anma, bugüne yöneltilmiş bir sorudur: Devlet kimin hayatını koruyor, kimin ölümünü göze alıyor? Hukuk kimin için esniyor, kimin için sertleşiyor? Ve en önemlisi: Bir çocuğun yaşı büyütülerek öldürülebildiği bir düzenle gerçekten hesaplaşıldı mı?

Erdal Eren 45 yıl önce öldürüldü. Ama onun davası kapanmadı. Çünkü bazı ölümler toprağa gömülmez; tarihin vicdanında yaşamaya devam eder. Ve bazı isimler, egemenlerin unutturma çabasına inat, her kuşakta yeniden söylenir: Bir utancı hatırlatmak ve bir ihtimali canlı tutmak için.