Gerçekçilik/realizm, estetik alanda 19. yüzyılda ortaya çıkmış bir sanat ve düşünce akımıydı. Sanatçının amacı, toplumsalı en iyi yansıtacak şekilde ortaya koymaktı. Oxford Sözlüğü, realizmi, gerçek olana en yakın olan; temsilin uygunluğu, gerçek olayların belirli detaylarının sunulması olarak verir. Sanat gerçekliği en “doğru” şekilde yansıtmalıydı ki toplumsal sorunlar daha iyi kavranabilsin ve daha yaşanabilir bir dünya kurma yolunda ona göre adımlar atılabilsin. Bir anlayış olarak realizmin ortaya çıkışı muhalif bir felsefeye dayanır; idealizme karşı duyumsal algıyı bilgiyle destekleme iddiasındadır. Muhalif bir akım olarak ortaya çıkmışsa da iyimserdir çünkü daha iyi bir dünya yolunda en iyisi mevcut halin “gerçekçi” şekilde tanınmasıdır ve tanıtılmasıdır. Böyle olunca da realist roman ve hikayeler, olay ve kişileri doğal neden sonuç ilişkileri içinde göstermeye çalışır.
İlk gerçekçi yazarlar olarak her ne kadar Stendal, Balzac gibi isimler anılsa da gerçekçiliğin yaygın olarak benimsenmesinde kadın yazarların ve okuyucuların önemi su götürmez. Jane Austin gibi kadın yazarlar ve onların kadın okuyucuları tarafından benimsenen ve yaygınlaşan realizmin amacı da günlük hayatın gerçekliğini yansıtmak değildi. Doğrusu, realist romanların gerçekliğin kendisini yansıtmaya çalıştığı da söylenemez çünkü edebi gerçekçilik, temsili bir formdur. Yazar, gerçekliğin tam olarak esere yansıtılamayacağını bilir; detayları seçer ve olguları sıralar. Böyle olunca da yazarın seçimleri ve sıralaması, onun değerlerine, dünya görüşüne ve ideolojisine bağlı olarak sınırlanacaktır. Eser ne kadar realist olursa olsun, yazarın tecrübesine özgü bir sıralama sunacaktır.[1]
Gerçekçi sanatın temel dayanağı ise yansıma teorisidir; yansıma yani antik Yunandaki mimesis anlayışına kadar dayanır. Mimesis tiyatroda aktörün kişileri ve sesleri orijinaline sadık şekilde taklit etmeye çabalamasıydı. Bu yüzden mimesis taklidi hedefleyen ve gayesi “gerçeğe benzeme” olan bir sanat biçimidir. Temsil eden ile temsil edilen arasında aslına uygunluk esası söz konusudur. Yazar, toplumsal gerçekliğin sanatsal taklidini ifade eder şekilde yazmayı hedefleyecektir. Sanatın eleştirisi de yine “gerçeğe benzeme” üzerinden yapılacak; kurgunun, kişilerin, olayların gerçekliği “doğru” yansıtıp yansıtmadığına bakılacaktır. Bu nasıl mümkün olacaktır? Yazarın akılcı tercihleriyle. En önemli mimesis kuramcısı sayılacak kişi herhalde Aristotales’tir. Ona göre, sanat eserini olağan deneyimden ayıran şey, gerçekliğin eksik değil rasyonelliğin fazla oluşudur. Genelden değil de özelden söz ettiği için tarihtense (bilim diyebiliriz) şiiri (sanat diyelim) tercih eden Aristotales şöyle diyor: “ozanın işi, gerçekten olmuş şeyleri değil olabilecek şeyleri, olabilirlik ya da zorunluluk gereği meydana gelebilecek şeyleri söylemektir.” (Poetika, IX. Bölüm)[2]. Yoksulluğu ve sömürüyü en iyi şekilde gösterebileceği düşüncesiyle toplumcu sanatçılar da yansıtma anlayışını benimsemiştir. Yine de birkaç bin yıllık yöntem olarak benimsenen bu temsilci tavır, 20. yüzyılda farklı çevrelerden avangard sanatçılarca eleştiriye tabi tutuldu. Sovyetler Birliği’nde Kino-Glas (Sine-Göz) anlayışı, konstrüktivistler, Almanya’da Brecht, dram geleneği olarak adlandırdıkları bu anlayıştan farklı yöntemler denediler.
Devrimciliği benimsemiş de olsa yeni avangard sanatın ürünlerinin toplumu eğitme ve başka bir dünyanın mümkünlüğünü benimsetme konusunda işlevsiz olduğu düşüncesi, sanat anlayışlarına bir müdahaleyi doğurdu. Bir kongre yapıldı ve 1930’larda Sovyetler Birliği’nde sosyalist gerçekçilik kavramı ortaya çıkmış oldu. Sonrasındaysa bürokratik bir hükümranlığın etkisiyle tepeden inmeci bir “sosyalist gerçekçilik” anlayışı, farklı tarzlarda yapılan sanatı boğdu.
Gerçekçilik anlayışının günümüz sanatında fazla rağbet gördüğünü söylemek zor. Sosyalist gerçekçi eserlerin de amaçladığı şekilde herhangi bir izleyicisi ve etkisi olduğu söylenemez. Günümüz sanat düşüncesinde kapanmış bir dönemi işaret eder şekilde kullanılıyor adeta. Günümüzde kitleleri peşinden sürükleyen yapımların içeriği ise aşağı yukarı birbirine benziyor. Şiddet dolu, yıkımcı, vahşi, alternatifsiz, kaçınılmaz, ucubeleşmiş bir dünya. Bu görüntü, kapitalizmin sözde “özgürleştirici” dinamiğinin de tükendiğini gösterebilir. Şimdi bu tarz sosyolojik okumalara girmeden, günümüzde gerçekçiliğin aldığı boyuta, sosyalist gerçekçilikten esinli “kapitalist gerçekçilik” adını vermiş Mark Fisher; kitabının adını Kapitalist Gerçekçilik (2009) koymuş. Kapitalist gerçekçilik, kapitalist toplumun mevcut gerçekliğinin asla değiştirilemeyeceğine dair bir onaylamayı yansıtmak amaçlı olarak kullanılır.
20.Yüzyılın başında kökeni ABD’ye dayanan pragmatizm, kapitalizmin en yararlıyı üretecek şekilde bir dinamizme sahip olduğunu, dünyanın bu şekilde sürekli ilerleyeceğini vaaz eden bir felsefeydi. Kapitalist gerçekçilik, pragmatist ideolojinin dünyanın daha iyiye doğru sürekli gelişeceği iddiasının ortadan kalktığını ifade eder.[3] Kapitalist gerçekçilik, size mevcut durumun değiştirilemeyeceğini söylemekle kalmaz, sizi baştan çıkarıp kendisine yönelik umutsuz başkaldırı girişimlerine de sürükler[4] ama bu nafile bir başkaldırı olacaktır. Bu anlayışın sanattaki en büyük furyası ise distopik roman ve filmlerdir. Sonu hiçliğe varan bir yığın ürün. Kapitalist gerçekçilik, kapitalizmin tek geçerli siyasal ve ekonomik sistem olduğunu, artık ona tutarlı bir alternatif hayal etmenin bile imkansız olduğunu iddia eder[5]: “Dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolaydır.” (F.Jameson). Sermaye önüne geçilmez şekilde güç kazanmış, devletleri bile şirketler yönetir olmuş, otoriterlik her yerde hayatı belirler olmuş, kontrol ve denetim teknolojik imkanlar eşliğinde hayal edilmeyecek derecede direniş olanaklarını söndürmüştür bu dünyada.
Kapitalist gerçekçiliğin alt metni sosyal Darwinizmdir.
Mark Fisher, kapitalist gerçekçiliğin gücünün kısmen kapitalizmin tüm önceki tarihi kapsama ve tüketme tarzından kaynaklandığı düşüncesindeydi. İster dinsel, ister cinsel, tüm kültürel varlıkları hatta Das Kapital’i bile[6], parasal değere çevirme gücüdür bu. Bu anlayışın ürünleri, geleneksel ya tarihi birçok varlık ve olayı, kimi zaman ironik bir tutumla popülerleştirir, bağlamlarını kırarak dönüştürür; bu yüzden kapitalist gerçekçiliğin özgül bir gerçekçilik olduğu söylenemez.[7] Bu mantığın yeni bir mantık olduğunu söylemek zor elbette çünkü Marx, Kapital’de sermayenin “dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, şövalyece yüksek heyecanları da dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buzlu suyunda boğmuş” olduğunu söylemişti. Kapitalizmin kutsalı paradır; insanlar onun çok da anlamlı olmayan bir simge olduğunu düşünse de bütün yaşamlarını onu elde etmek üzere planlamaktadırlar; bunun makul gerekçesi olarak da “kaçınılmazlık” dile getirilir.
Kapitalist gerçekçiliğin alt metni sosyal Darwinizmdir; güçlü olanın hayatta kalacağı bu anlayış sağlıktan eğitime kadar bütün toplumsal alanın “başarı” güdüsüyle yönetilmesi gerektiğine dairdir. “Başarı” atak, saldırgan, savaşçı bir ruha sahip olmakla elde edilebilecek, hayatta kalmak için kaçınılmaz bir hedef olarak gösterilmektedir. Üstelik kapitalist gerçekçiliğin salt kurmaca yapıtlarda işlendiğini söyleyemeyiz; doğanın da bu “kaçınılmazlık”tan başka bir şey olmadığı hayvanların vahşi dünyası çekilerek gösterilmekte belgesellerde.
Çalışma ve yaşamın iç içe geçtiği ve ayrılmaz hale geldiği yaşamda, sermaye artık rüyalarda bile peşimizi bırakmıyor. Her saatimiz, dakikamız, başarı, hız, tökezlememe, bir şeyleri “yetiştirme” üzerinden hızla akıyor. Yaşamın ne olduğunu anlayana kadar yaşam bitiyor. Boş zamanlı, örgütlü ve özgürlüklü yaşamayı yaratmamız gerekiyor, öğrenmemiz gerekiyor.
[1] Morris, Pam (2010). Ralizm, Çev: Emir Bozkırlı, Sitare Yayınları, s.12.
[2] Aristotales, Poetika, Çev: Samih Rıfat, K Kitaplığı, s.36.
[3] Parker, Ian (2018). Yeni Bir Sol İçin Devrimci Anahtar Kelimeler, Çev: Göksu Göçhan, İthaki Yayınları, s.114
[4] Parker, s.115.
[5] Fishar, Mark (2011). Kapitalist Gerçekçilik: Başka Bir Alternatif Yok mu?, Çev: Gül Çağılı Güven, Habitus Yayınları, s. 8.
[6] Türkiye’de İş Bankası, 2010 yılında Marx’ın Kapital’ini basmaya yeltenmiş ancak uygun çevirmen bulamamıştı. 2008 krizi sonrasında T. Pikety, 21. Yüzyıl İçin Kapital’i yazarak çoksatarlar arasına girmişti. Bu konuyu Yordam Yayınları editörü Hayri Erdoğan, “Bize rehber olan Kapital, Pikety’e sermaye oldu” ifadesiyle ironik şekilde dile getirmişti.
[7] Fisher, s.10.
- Yaklaşan Yeni Çağ Novasen - 13 Ekim 2021
- Genlerimizden İbaret Değiliz - 8 Temmuz 2021
- Geçmişi Susturmak: Tarihin Üretilmesi ve İktidar - 23 Mayıs 2021