Bellek son yıllarda yaşanan felaketlerle yüzleşmek ve bugünde geçmişten kalan acıyı sağaltmak acısından önemli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Bu anlamda adalet talebinin de bir parçası. Bir şekilde yaşatılanın orada kalıp gitmesine engel olan, felakete maruz kalanın hislerini de gözeten, onun adına konuşulmasındansa öznenin kendisini ortaya koyabilmesini sağlayan bir kavram. Ancak belleğin de suistimal edildiği, bazı devletlerin kendi sorumluluklarını örtmek için işlevselleştirdiği, başkasının acısını kendi yaşattığı felaketlere paravan ettiği pratiklere de rastlamak mümkün. Ayrıca, bellek ve tarih arasında çetrefilli bir ilişki var. Bellek öznel anlatılara yaslanırken, tarih çoğu zaman arşivlere, belgelere ve kronolojiye yüzünü dönüyor, genellikle yukarının tahayyülleriyle hareket edebiliyor, özellikle tarihi düz bir çizgide ilerleyen sayılar hattı şeklinde ele alan tarih anlayışı bellek ve tarih tartışmalarının bana kalırsa temel noktalarından birini oluşturuyor. Nedenlerin ve sonuçların arasına sıkıştırılan tarih anlatısı, yaşananın etkisini göz ardı ederek, geçmişi bir bakıma kahramanların, liderlerin, zaferlerin anlatısı olarak sunabiliyor. Bu durumun kırılması yani madunların tarihin öznesi hâline gelmesi ise çok da uzak olmadığımız tarihlere denk geliyor. Bir de bellek önceden daha çok tarihin boşluğunu kapayan bir kavram olarak ele alınırken son yıllarda belleğin kendi başına bir kavram olarak ele alındığını hâttâ tarihin bellekten çıktığını söyleyen düşünürlerin de olduğunu biliyoruz. Kişisel kanaatim belleğin işe koşulduğu bir tarih anlayışından yana olsa da tek başına belleğin de bahsettiğimiz gibi suistimal edilmeye açık olabileceğini akılda tutmak gerekiyor.
Enzo Traverso’nun daha önce Versus Yayınları tarafından basılan, Geçmişi Kullanma Kılavuzu ‘Tarih, Bellek, Politika’ adlı kitabı, İletişim Yayınları tarafından, Işık Ergüden çevirisi ile yeniden basıldı. Metin, yukarıda bahsettiğimiz gibi bellek ve tarih arasındaki ilişkiyi sorgularken iki kavramın da politika aracı olarak kullanıldığında nasıl sorunlar ortaya çıkabileceğini anımsatıyor. Bellek, tarihi sorgulayan bir kavram olarak karşımıza çıkıyor ancak özellikle Avrupa’nın soykırım belleği üzerine oluşturduğu anlatı “olayı” gerçekten bir yüzleşme vesilesi olarak değil, daha çok kendi sömürgeci tarihinin konuşulmasının önüne geçmek için ele aldığını gösteriyor. Bu durum kitapta somut örneklerle işleniyor. Bu nedenle bellek çalışmaları hakikat talebinde çok önemli bir yerde dursa da bu kavrama eleştirel bakmamız gereken pratiklerin olduğunu es geçmememiz gerektiğini hatırlıyoruz. Ayrıca bellek, bir yandan direnmeye, yüzleşmeye, hakkını aramaya vesile olurken diğer yandan yapılan anıtlarla, kurulan müzelerle yaşananın nesneleştirilmesinde, onun bir “turizm faaliyeti”ne dönüştürülmesinde işlevsel kılınıyor. Bana kalırsa Enzo Traverso’nun metnini önemli kılan tüm bunları sorun olarak ele alması, tarih ve bellek kavramlarını kesiştirmesi.
BELLEĞE ELEŞTİREL BAKINCA
Traverso’ya göre bellek, “genellikle tarihin eş anlamlısı olarak kullanılır, ama ‘tarih aşırı’ bir kategori hâlini alarak onu ele geçirme yönünde kendine özgü bir eğilim gösterir. Böylece geçmişi, geleneksel olarak tarih diye adlandıran disiplininkinden daha geniş ilmekli bir ağın içine alarak, bu geçmişe büyük ölçüde öznellik ve ‘yaşanmışlık’ dozu katar; kısacası daha az kısır ve daha ‘insani’ bir tarih olarak gözükür.” Bir bakıma bellek, tarihin çizgisini öznelerin deneyimleriyle saptırır, olayları sadece nedenler ve sonuçlar üzerinden değerlendirmek yerine o ara boşlukta neler yaşandığına odaklanır, tek tek kişileri tarihin öznesi olmaya çağırır, kronolojinin soğuk havasını dağıtır çünkü yaşama dair olan nicel olmaktan çok niteldir. Ancak yazarın ifade ettiği gibi: “Bellek günümüzde Batı toplumlarının kamusal uzamını istila etmiş hâlde: Geçmiş, şimdiki zamana eşlik ediyor ve medyanın fazlaca abarttığı, kamusal güçlerin genellikle keyiflerince yönettiği bir “bellek” olarak şimdiki zamanın kolektif imgelemine kök salıyor. Bellek, ‘anma takıntısı’na dönüşüyor ve ‘bellek mekânları’nın değer kazanması, hatta kutsallaştırılması gerçek bir “yer tapınması’ hâlini alıyor.” Evet, gerçekten de öyle ve bu durumu sadece Batı toplumlarında değil kendi coğrafyamızda da gözleyebiliriz. Özellikle yazarın “anma takıntısı” olarak vurguladığı pratiğe her gün rastlayabiliriz. Anmalar önemlidir, unutmanın önüne geçer, kurbanın sözünü sürdürür ancak özellikle sosyal medyanın her şeyi belirlediği bir çağda yaşananı “sıradanlaştırabilecek” bir işlevi de olabilir. Çünkü sosyal medya anlık bilgi akışının hâkim olduğu, bireyin enformasyona neredeyse maruz kaldığı bir iletişim biçimi sunuyor bizlere. Birey bir görev olarak algıladığı “anma”yı gerçekleştirip saniyeler içerisinde başka bir konunun muhatabı olurken, anmanın olması gereken etkisi siliniyor ve bir nesneymişçesine bir kenara itiliyor. Bu da bana kalırsa yine yazarın bahsettiği “geçmişin şeyleşmesi” durumunu ortaya çıkarıyor. Sadece bunlar değil elbette yine Traverso’nun ifadesiyle: “Geçmiş; kültürel duyarlılıklara, etik sorgulamalara ve şimdiki zamanın politik gereklerine göre ayıklanıp yeniden yorumlandıktan sonra kolektif belleğe dönüşüyor. Böylece tarihsel alanların, uygun kabul binalarıyla (oteller, restoranlar, hediyelik eşya dükkânları, vb.) donatılmış ve hedef odaklı reklam stratejileriyle kitlelerin beğenisine hitap eden, düzenlenmiş ziyaret yerlerine ve müzelere dönüştürülmesiyle birlikte ‘bellek turizmi’ şekilleniyor.” Geçmişin seçilmiş parçaları, özenle yeniden üretilerek, esas anlamı kaybettirilerek, kapitalist gösterinin bir parçası hâline getiriliyor da diyebiliriz bu durumda. Bu söylenenler aklıma Georges Didi-Huberman’ın Kabuklar adlı kitabını getirdi, yazar bu kitabında yakınlarını da kaybettiği yeri, Auschwitz-Birkenau’yu ziyaretini anlatırken düzenlemiş daha doğrusu müze hâline getirilmiş geçmişi sorguluyordu, biçimlenmiş sadece görülmesi istenen öne çıkarılmış, arıtılmış bir Auschwitz için şu soruyu soruyordu: “Aktarmak için basitleştirmek mi gerekir? Eğitmek için güzelleştirmek mi gerekir? Soruyu şöyle daha radikalleştirebiliriz: Hakikati söylemek için yalan söylemek mi gerekir?” (2017: 46). Didi-Huberman’ın haklı serzenişi Traverso’nun ifade etmeye çalıştığı ile kesişen bir yerde duruyor. Çünkü geçmiş bu mekânlarda bir anlamda tahakküm altına alınarak anlatıda yerini alıyor, tüketimin bir parçası hâline getiriliyor bu nedenle de yine Didi-Huberman’ın cümleleriyle “duvarlar yalan söylüyor” çünkü Auschwitz’in “basitleştirilmiş, “güzelleştirilmiş” hâli hakikate odaklanmıyor ki bu da Traverso’nun bahsetmeye çalıştığımız kitabının dert ettiği meselelerden biri.
TANIK KİMDİR?
Bellekten bahsedince aklımıza ilk gelen elbette tanık oluyor, Traverso tanığı bir figür olarak ele alıyor ve şöyle tanımlıyor: “O, Nazi kamplarından sağ kurtulandır. Tanığın taşıyıcı olduğu anı ve (onlarca yıllık ilgisizlikten sonra) onun sesine kulak verilmesi, tarihçiyi sarsarak çalışma alanında düzensizliğe yol açmış ve çalışma tarzını altüst etmiştir. Bir yandan, toplama kampı evreni ve Nazizmin imha makinesi gibi deneyimleri yeniden oluşturmak adına çalışırken, tarihe kaydetmekte kullanılan geleneksel yöntemlerin, kendi kaynaklarının sınırlarını ve tanıkların olmazsa olmaz katkısını göz önünde bulundurmak zorundadır.” Tanıklığa dayalı, anlatı geçmişe yaşam katmak gibi bir anlam ifade ediyor benim fikrimce. Konu ölüm bile olsa onun öznesi olana dönen bakış daha yatay bir geçmiş anlatısının önünü açıyor, tarih böylece “yaşanmış” olanı şimdide yeniden kurarken, sadece yukarıdakilerin anlatısı olmaktan çıkıyor, resmi olan aşınıyor. (Traverso konuyu Auschwitz üzerinden ele aldığı için tanık kelimesini buradan yola çıkarak tanımlıyor.) Ancak günümüzde şöyle bir durum var tanık gitgide kurban ile özdeşleştiriliyor. Yazara göre; “On yıllar boyunca görmezden gelinen, Nazi toplama kamplarından sağ kurtulanlar, günümüzde istemeye istemeye, yaşayan ikon hâlini aldılar. Kendilerinin seçmediği ve kendi yaşanmış deneyimlerini aktarma ihtiyaçlarına her zaman denk düşmeyen bir tutum içinde donup kaldılar.” Bu da bir sorun çünkü tanık olanın yaşamaya devam etmesi için yaranın sarılması gerekirken, ona devamlı aktarıcı bir nesne hatta bir kayıt cihazı muamelesi yapmak gibi bir hâl ortaya çıkarıyor. Tanık sadece geçmişiyle var olan bir kurban statüsüne indirgeniyor. Sadece bu da değil tarih sadece mağlupların tarihi olarak anlaşılmaya başlıyor. Traverso bunun sonucunu şöyle ifade ediyor: “Vaktiyle kahraman olarak gösterilen başka tanıklar, örneğin faşizme karşı savaşmak için eline silah almış direnişçiler ise auralarını yitirdiler ya da kesin bir şekilde unutuldular; mitleriyle birlikte tarihin gölgesinde kalarak kendi temsil ettiği ütopya ve umutları da peşi sıra çöküşe sürükleyen “komünizmin sonu” tarafından yutuldular. Artık mağlupların değil yalnızca kurbanların olduğu bir hümanitarizm döneminde bu tanıkların anısı pek kimseyi ilgilendirmiyor.” Bir dönemin unutulan tanıklarının ikonlaştırılarak kurban statüsünde ele alınması ve bunun biraz da bilinçli olarak desteklenmesi, başka tanıkların gözden çıkarıldığı bir anlatının oluşmasına sebep oluyor ve bu da bir mağluplar anlatısıyla birlikte yer alırken belki de yine egemenlerin politikasına hizmet ediyor ve bizi umudun olmadığı bir dünyanın özneleri olarak yeniden kuruyor.
ŞİMDİYE NE SÖYLÜYOR?
Ayrıca Traverso, şimdide ne yapabiliriz sorusunu da sorduruyor çünkü metin boyunca ele alınan Holokost geçmişte kalmış bir olay anlatısı değil, kitapta Bauman’dan alıntılandığı gibi: “Soykırımın sürmesine uygun koşullar özeldir ama istisna değildir. Enderdir ama biricik değildir. Modernite denen şey açısından soykırım ne bir anomalidir ne de bir işlev bozukluğu.” Auschwitz aynı zamanda moderniteyle ilişkilidir, çünkü toplu imha tekniği bilim ve teknik mantığı ile yakından ilişkilidir. Bu nedenle bu uygarlığın da sonucudur. Dünya, “hukukun işlemediği”, “istisnanın kural olduğu”, Arendt’in “parya”sını hatırlatan: “yasa dışı biri; ama yasayı ihlal ettiği için değil, varlığını kabul eden ama koruyan hiçbir yasa olmadığı için” olarak tanımlanan, kaçak durumundaki yabancıların “kamp”ı andıran yerlerde bekletildiği bir yerken, tarihten ve bellekten çıkarılacak olan asıl ders bu konuda bir şeyler yapma kudreti bulabilmek belki de en azından kitap benim kafamda şimdiye dair böyle bir soru bıraktı.
Enzo Traverso’nun Geçmişi Kullanma Kılavuzu ‘Tarih, Bellek, Politika’ adlı kitabı benim okumamda özellikle belleğin politik bir koza dönüşmesini, geçmişin bir turizm faaliyeti biçiminde ele alınmasını ve Avrupa’nın kendi sömürgeci tarihini göz önünden çekmek için özellikle Auschwitz’in belleğini işlevsel hâle getirmesini sorun etmesi, bugün üzerine düşündürmesi açısından önemli bulduğum bir metin oldu. Bunun yanı sıra yazar bellek ve tarih arasındaki ilişkiyi etkileşimsel bir bağlamda tartışıyor ki bu da belki yukarıda verdiğimiz örneklerde olduğu gibi belleğin bir politika malzemesi olmamasında önemli olabilir. Tüm bu açılardan düşününce çok az bir kısmını yazıya taşıyabildiğim bu metin, bana kalırsa sadece konuya ilgi duyanların değil, dünyayı dert edinenlerin de ilgisini çekecektir.
Emek Erez
emekerez@gmail.com
KAYNAKLAR
Didi-Huberman, G., “Kabuklar”, (Çev. Elif Karakaya), İstanbul: Lemis Yayın.