Oxford ve Cambridge’de önce öğrencim olan, sonra da yerimi alan Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein ile çok daha önemli bir felsefi temasım vardı.* Wittgenstein, mühendis olmaya karar vermişti ve bu amaçla Manchester’ın yolunu tuttu. Mühendislik eğitimi matematik bilmeyi gerektiriyordu; bu nedenle matematiğin temellerine ilgi duymaya başlamıştı. Manchester’da böyle bir araştırma konusu ve onunla bunu çalışacak birileri olup olmadığını soruşturdu. Manchester’dakiler ona benden bahsetmişlerdi; Cambridge’e bu nedenle gelmişti. Wittgenstein tuhaf biriydi ve kullandığı kavramlar da bana tuhaf görünüyordu. Dolayısıyla koskoca dönem boyunca bir dahi mi, yoksa eksantrik biri mi olduğunu bir türlü çözemedim. Cambridge’de dönem sona erince yanıma gelip şöyle demişti: “Bana bir ahmak olup olmadığımı söyleyebilir misiniz lütfen?” Ona şöyle yanıt vermiştim: “Genç adam, bilmiyorum. Bunu neden bana soruyorsunuz?” “Çünkü,” demişti, “tamamıyla bir ahmaksam pilot olacağım; şayet değilsem filozof.” Tatil sonuna kadar bana felsefi bir sorun üzerine bir metin yazıp getirmesini; eğer bunu yaparsa tamamen ahmak olup olmadığını ona söyleyeceğimi dile getirdim. Sonraki dönemin başında metni getirmişti. Sadece tek bir cümle okuduktan sonra ona şöyle dedim: “Hayır, pilot olmamalısın.” O da olmadı.
Her şeye rağmen, uğraşması kolay biri değildi. Gece yarısı odama gelmeyi ve saatler boyunca kafese tıkılmış bir kaplan gibi bir ileri bir geri yürümeyi alışkanlık haline getirmişti. Bir gün yürüyüşü nihayete erdiğinde, tam odadan çıkacakken bir anda intihar edeceğini söyledi. Haliyle, uykum olmasına rağmen, gitmesine müsaade etmedim. Yine böylesi bir akşamda, iki üç saatlik ölümcül sessizlikten sonra ona şöyle dedim: “Wittgenstein, mantığı mı düşünüyorsun, yoksa günahlarını mı?” “İkisini de,” diye yanıtladı ve sessizliğe geri döndü. Yalnızca geceleri bir araya gelmiyorduk. Onu Cambridge’in etrafındaki arazide uzun yürüyüşlere çıkarıyordum. Böylesi bir yürüyüş esnasında onu birlikte Madingley Ormanı’na izinsiz girmeye teşvik ettim; burada beni şaşkınlığa sürükleyerek bir ağaca tırmandı. Wittgenstein epeyce yukarı tırmandıktan sonra elinde tüfekle bir bekçi beliriverdi ve ormana izinsiz girdiğim için beni uyardı. Wittgenstein’a seslendim ve adamın eğer bir dakika içinde aşağı inerse onu vurmayacağına dair söz verdiğini söyledim. Bana inanıp indi.
Birinci Dünya Savaşı’nda Avusturya ordusu cephesinde savaşmıştı ve ateşkesten iki gün sonra İtalyanlar tarafından esir alındı. Tutulduğu Monte Cassino damgalı bir mektup aldım ondan. Esir alınmışken elyazması yanında olduğu için kendini şanslı gördüğünü söylüyordu. Elyazmasıyla cephedeyken kaleme aldığı ve daha sonra yayınlayıp ünlü olacak kitabını kast ediyordu. Babasından epey yüklü bir miras kalmış olmasına rağmen paranın bir filozof için sadece karın ağrısı manasına geldiğini düşündüğü için bu mirası dağıtmıştı. Yaşamını idame ettirmek maksadıyla Trattenbach denen küçücük bir yerde köy öğretmeni olmuştu. Buradan bana yazdığı epey mutsuz bir mektupta şöyle demişti: “Trattenbach’ın insanları habis.” Şöyle yanıt vermiştim: “Bütün insanlar habistir.” Bana katıldığını belirtiyordu: “Doğru, ama Trattenbach’takiler başka yerlerdekilerden çok daha fazla.” Böyle bir ifadeyi havsalamın almadığını söyleyerek yanıt verdim; başka bir yere taşınana kadar, günahın yaygınlığı konusundaki görüşünü orada geliştirdi. Ömrünün son yıllarında Cambridge’de felsefe profesörü olarak çalıştı; buradaki ve Oxford’daki çoğu felsefeci onun tilmiziydi. Kendi adıma erken dönemdeki düşüncelerinden epeyce etkilenmiştim; ancak son yıllarında görüşlerimiz arasındaki makas gitgide açıldı. Son dönemlerinde onu çok az gördüm; ancak o zamana kadar, sahip olduğu ateşin ve etkinin, sıra dışı boyutlara varan entelektüel saflığının ne kadar etkileyici olduğunu çoktan öğrenmiştim.
* Russell, bundan önce Wittgenstein ile tanışıklıklarına dair başka bir hikâye anlatıyor. Bu nedenle burada “çok daha” diye karşılaştırma yaparak bahsediyor. (çev.)
Bertrand Russell
Çeviren: Utku Özmakas
Kaynak: Baykuş: Felsefe Yazıları