Bugün Marx: Postmodern Eleştiriyi Ne Ölçüde Ciddiye Almalı?

Evrenin en büyük gizemi anlaşılabilir olmasıdır.
ALBERT EINSTEIN

I. Giriş

İki yüzüncü doğum yıldönümü itibarıyla baktığımızda Karl Marx’ın modern kapitalist topluma getirdiği eleştirinin hâlâ aşılamadığını söylemek mümkün. Günümüzün temel çelişkisinin hâlâ üretimin toplumsal karakteriyle üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki olduğu söylenebilir.

Dünya ölçeğinde eşitsiz ama bir arada gelişme, sağ kanat popülizm ve faşizmin giderek güçlenmesi, modern demokratik kazanımların ciddi bir şekilde erozyona uğraması, emperyalizm, yaygın işsizlik, ekonomik krizler, yirmi birinci yüzyılda hâlâ açlık sınırında yaşayan geniş kitlelerin varlığı, salgın hastalıklar, savaş, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, milliyetçilik ve dinin insanların kendilerini ve dünyayı kavraması bakımından hâlâ egemen ideolojiler olarak ortaya çıkması, kadınların ve azınlıkların maruz kaldığı baskı ve şiddet, global ısınma da dâhil tüm çevre sorunları, bütün bunlar ve benzeri durumlar temel çelişkisiyle dünya ölçeğinde karmaşık bir örgütlenmeye doğru evrilen kapitalizmden soyutlanarak ele alınabilir gibi durmuyor.

Bütün bu gelişmeler karşısında Marksist ya da Marx referanslı solun, hatta tüm sol hareketlerin ciddi bir dağılma, bocalama, gerileme içinde olduğunu da saptamak lazım. Bu gerilemenin nedenleri üzerinde ayrıca durulabilir. Ben burada başka bir sorunlu alana değinmek istiyorum: Entelektüel yaşam ve Marksizm.

Politik alandaki mücadelenin bütün olumsuz gidişatına rağmen, son yirmi-otuz yıla gelene kadar Marksist eğilimli entelektüellerin düşünsel mücadele arenasında uzun süre koruyabildikleri hegemonik bir konumu vardı. Şimdi bu üstünlüğün de giderek yitirilmekte olduğunu, hatta açıkça söylemek gerekirse geniş ölçüde yitirildiğini görüyoruz. Bu ciddi gerileme devrinin bilhassa sonlarına doğru Marksist eğilimli entelektüellerin önemli bir tek düşünsel eser bile ortaya koyamamış olmaları kısmen de olsa politik hatalar silsilesinin bir sonucu olarak yorumlanabilir. Ama Marksist eğilimli entellektüeller de yeni gelişen düşünsel tartışmalara girmek ve böylece kısmen bile olsa Marksizmi de tartışılabilir bir tez olarak kabul ettirmek, tartışmaya açmak, yani risk almak yerine kendi pozisyonlarının doğruluğunu iddia etmekten başka bir şey yapmadılar. Bu gözü kapalı defansif tutum, sadece kendi camiasına konuşma kolaycılığı entelektüel Marksizmin düşünsel arenadan kısmen de olsa soyutlanmasından, daha doğrusu kendini soyutlamasından başka bir işe yaramadı.

Nedenleri ayrıca araştırılması gereken bu gerileme döneminde Marksist eğilimli entelektüellerin önünde biriken pek çok dosya var. Bu vesileyle biraz vazife edinelim. Ben bu yazı çerçevesinde bu dosyalardan birini, postmodernizmi açmak istiyorum.

Marksizmin post-modern eleştirisine yaklaşırken onu liberal bir burjuva ideolojisi olarak konumlandırma kolaycılığına düşmeden elimden geldiğince ciddiye alarak tartışmak istiyorum. Elbette bu kısa yazı çerçevesinde postmodern eleştiri bütün yönleriyle değerlendirilemez. Bu nedenle genel bir değerlendirmeden sonra bilhassa postmodernizmin merkezî ve tartışmaya değer tek argümanı olduğunu düşündüğüm epistemik relativizm konusuna yoğunlaşacağım.

II. Genel Olarak Postmodern Düşünce Hakkında

Postmodernizmi, Aydınlanma’da en çarpıcı ifadesini bulan modernist projenin evrensel insan anlayışı, evrensel rasyonalizm, bilgi ve değerlere dayanan tezleri karşısında düşünsel alanda politik, etik ve bilhassa epistemik relativizmi temel alan bir eleştiri olarak ifade etmek mümkün. Bu düşünsel eleştiri, politik alanda çeşitli sosyal grupların (eşcinsellerin, kadınların, azınlıkların vs.) kendi hak ve çıkarları çerçevesinde ve hiçbir evrensel-mutlak doğruluk ya da etik iddiaya dayanmayan “politik olarak doğru”, yani kökten eşitlikçi aktivist mücadeleleri olarak da özetlenebilir görünüyor. Bu özgürlükçü politik tutumun önemli ve değerli olduğunu ayrıca kabul etmek lâzım, buna hiç şüphe yok. Ama konumuz bu değil.

Pek çok örnekte özgün bir tarihselci çerçeveye dayanan postmodern entelektüeller, modernizmin evrensel olarak kabul edilebilir insan hak ve özgürlükleri, rasyonalite ve bilim anlayışlarını reddettikleri gibi bilgiyle, bilhassa bilimsel bilgiyle iktidar arasında yakın bir ilişki hatta özdeşlik görürler. Bu çerçevede modernist düşünce içinde değerlendirilen Marksizmin de ciddi bir eleştirisi söz konusudur.

Postmodernizm, kendi soykütüğünü haklı olarak Nietzsche’den hareketle ele almak eğilimindedir. Ama bu bağlamda on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıl romantizm akımından, bilhassa Alman Romantizminden de bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. İnsan aklının evrenselliği tezine, sekülarizme, bilime, teknolojiye, ilerlemeci tarih anlayışına dayanan, şehirleşme, sanayileşme, rasyonel bürokrasi, bireycilik ve liberalizmle karakterize olan geç modernite karşısında romantizm duyguları, coşkuları, insan irrasyonalitesini, kırsal yaşamı ön plâna çıkarıyordu. Bu çerçevede epistemik relativizmin babası Johann Gottfried Herder’in tezlerini de hatırlamak lâzım. Herder kültürün, özellikle dilin insanı, insan aklını belirlediği konusunda ciddi argümanlar geliştirip tezler ileri sürdü. Buna göre sadece değerler değil, epistemik anlamda “doğru” da kültüre görelidir. Evrensel bir insan aklından, rasyonaliteden, epistemik anlamda evrensel doğrudan ve dolayısıyla etikten de söz edilemez. Postmodernizmi iyice anlamak için Aydınlanma karşısında romantik eleştiriyi çok daha iyi değerlendirmek gerekitiğini düşünmeme rağmen yazıyı uzatmamak için bu konuya daha fazla girmiyorum.

Tekrar postmodernizme dönersek; etik, politik ve özellikle epistemik relativizme dayanan bu yeni modernizm eleştirisinin en sakıncalı taraflarından birinin aynı relativizmin “politik olarak doğru” postmodern tutumların dışında ırkçılık, milliyetçilik, din, sağ popülizm gibi eğilimlerle ideolojik mücadeleyi zorlaştırması olduğunu görüyoruz. “Politik olarak doğru” olanın herhangi bir şekilde evrensel olanda temellendirilememesi durumunda hak ve özgürlük mücadelesi rasyonel bir tartışma ve açıklamaya imkân vermeyen açık bir güç savaşına dönüşür ve üstelik savaşı da güçlü olanın kazanacağı açık. Günümüzde tüm dünyada giderek etkinliği artan sağ kanat popülizmin kısmen de olsa bu “postmodern durum”un bir göstergesi olduğu bile düşünülebilir.

Öte yandan tarihselci etik, politik ve epistemik relativizmin, tabii ahlâkî değerler ve bilginin toplumsal sınıflara göreli olması şartıyla, bazı Marksist akımların yakından tanıdığı bir tutum olduğunu da unutmamak gerek. Tarihselci-relativist Marksizm yorumunun en güzel örneklerinden biri Lukács’ın Tarih ve Sınıf Bilinci olsa gerek. Buna karşılık Karl Marx’ın, kapitalist ideolojinin mutlak, tarih aşırı kavramlarıyla tanımlanan kapitalist üretim ilişkilerinin “tarihi ve geçici” olduğunu göstermesinin aşırı zorlanmasına dayanan tarihselci-relativist Marksizm yorumlarının en kötü örneklerinden birininse “Lysenco olayı” olduğu düşünülür genellikle. Durum ne olursa olsun, postmodernizm ele alınırken etik, politik ve epistemik relativizmin en azından kimi tarihselci Marx yorumlarına yabancı olmadığını da unutmamak gerek sanırım.

Epistemik relativizm konusunu daha etraflıca ele almadan önce bazı postmodern düşünürlerle ilgili kimi değerlendirmelerimden kısaca söz etmek istiyorum.

Jean-François Lyotard’ın çalışmasında[1] postmodern felsefenin bütün temel özelliklerini görmek mümkün. Özellikle üst-anlatı (metanarrative) konusu önemli. Üst-anlatılar tarih hakkında, insanlığın nerden gelip nereye gittiğine dair geniş kapsamlı anlatılar. Oysa Lyotard’a göre dünya tekil olaylardan oluşur. Dolayısıyla bunların değişik yorumları mümkündür ve üstelik bu yorumlar da eşit ölçüde doğrudur. Fakat modernite çerçevesinde ortaya çıkan üst-anlatılar olaylarla ilgili belli bazı anlatıları, yorumları meşrulaştırma, hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu belirleme fonksiyonuna sahiptir. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu belirleyen bir otorite kaçınılmaz olarak otoritaryanizme açılır. Eskiden, modernist Aydınlanma’ya göre yıkılması gereken tekelci epistemik otorite geniş ölçüde dindi. Bu nedenle Aydınlanma bir epistemolojiler çağıdır bir bakıma: Doğru bilgi nedir? Bilgiye nasıl ulaşırım? Almanya’da idealizm, İngiltere’de empirizm, Fransa’da materyalizm ve pozitivizm bu bağlamda ortaya çıkmıştı.

Postmodern durumsa, her şeyden önce tüm üst-anlatılardan şüphe etmeye dayanır. Öte yandan kapsama alanı geniş, bütünleştirici üst-anlatılar sadece otoriteryanizme değil, totalitarizme de açıktır; çünkü tek bir doğru belirlerler, diğer doğruları reddederler. Marksizm de bir üst-anlatıdır. Dolayısıyla totaliter yönde evrimleşmesi zaten anlaşılabilir bir durumdur. Üstelik modern bir iktidar biçimi (otorite) olan bilimi de birer üst-anlatı olan Aydınlanma ve Marksizm meşrulaştırır.

Bu aşamada bazı erken fikirler:

  • Fakat o zaman postmodernizm de bir üst-anlatı olmalı: Modernizmi, postmodernizmi, tarihi, Marksizmi, totalitarizmi vs. açıklıyor.
  • Her şeye rağmen üst-anlatıların totalitarizme fırsat verme riski üzerinde düşünmek lâzım.

Kısaca söylemek gerekirse, postmodern durum modernizmin evrensel tekçilik arayışı karşısında çoğulcu bir görünüm alıyor. Tek bir doğru yok, doğrular var. Her grup, her anlatı kendi doğrusuna sahip. Hiçbiri diğerinden daha doğru değil, bilim bile. Hatta bilhassa bilim. Nasıl? Görelim.

Lyotard’ın felsefesinde Wittgenstein’ın “dil oyunları” (yani oyunun dille kurulan gerçekliği gibi saymaca ve uzlaşımsal rollere ve kurallara dayanan, dil içinde ve dil sayesinde gerçekleşen tüm sosyal praksisler, tüm “yaşam tarzları”) önemli yer tutar.[2] Kabaca söylemek gerekirse, Wittgensteincı dil yorumuna göre, kelimelerin anlamı “dil oyunu” içinde kabul edilen, üzerinde anlaşılan kullanımlarıdır: Kelimelerin anlamı, kelimelerin dil oyununda hangi koşullarda nasıl kullanıldıklarıdır. Kelimeler âdeta doğru yerde kullanılması gereken âletler gibidir. Başka bir deyişle, kelimelerin anlamı insanların kafasındaki kavramlar değil, kelimelerle nasıl davrandıklarıdır: Davranışçı eğilim. O hâlde bir kelimenin, mesela köpek kelimesinin anlamını bulmak için bu kelimenin dil oyunundaki bütün mümkün kullanımlarını tek tek incelemek lâzım.

Yazının anlaşılması açısından şu saptama önemli: Çok basitçe ifade edersek, modern dilbilimsel semantiğe göre bir kelimenin anlamı (kavram) dış dünyaya gönderimi (referansı) belirler.[3] Mesela genel bir kavram (eski adıyla “evrensel”, dilbilimsel adıyla “jenerik terim”) olarak köpek kavramı (köpek kelimesinin anlamı) konuşanın dış dünyada hangi tekil duruma referansla köpek kelimesini kullanabileceğini belirler. Modern semantikte çeşitli anlam teorileri vardır. Bunların bir kısmından, özellikle nöro-biyoloji tarafından da desteklenen “prototip” teorisinden ileride söz edeceğim. Şimdi Wittgenteincı dil yorumunun doğru olduğunu düşünelim. Bu durumda kelimenin anlamının (kavramın) belirlenmesinde dış dünyanın gerçekten nasıl olduğuna dair geriye başka hiçbir etkinlik kalmıyor: Kelimelerin anlamı toplumsal oyundaki (yaşam tarzındaki) kullanımlarıdır. Bu “sosyal konstrüktivist” olarak da niteleyebileceğimiz dil yorumunda ciddi bir nominalist eğilim de görüyoruz. Öyleyse bu durumda her bir “yaşam tarzı”nın, “dil oyunu”nun dilin kullanımıyla belirlenen kendi referans dünyası, gerçeklik dünyası olmalı ve üstelik bunlar eş ölçümlü olmamalı. Hangi dil doğru? Neye göre ölçeceğiz? O hâlde her bir  “dil oyunu”nun kendi amaçlarına göreli* doğruları vardır: Epistemik relativizm. Lyotard’a göre postmodern durum parçalanmış, birbirinden farklı dil oyunlarından ibaret olduğu için meşrulaştırıcı üst-anlatıların tek hakikat arayışından vazgeçilmelidir.

Modern bilim teknolojiyle iç içe gelişti. Üstelik günümüzde teknoloji olağanüstü başarılar elde ediyor; bilgisayarlar vs. Ama performansı da doğruluk kriteri olarak ele alamayız. Bilimsel ve teknolojik performans muhtemelen bilimin (“bilimsel dil oyunu”nun ya da bilim insanlarının dille kurulan akademik oyununun, diyelim isterseniz) doğruluk ölçütüdür. Ama performans evrensel bir doğruluk ölçütü oluşturmaz. Burada bilgi-iktidar ilişkisi de önemli. Lyotard bilgiyle (yani epistemik otoriteyle) iktidarın yakın ilişkisine, hatta yerine göre aynı şey olmasına dikkat çekmiştir. Yeni bir Aydınlanma mı? Ama bu konuya Foucault’dan söz ederken değinelim.

Jacques Derrida[4] anlamakta zorlandığım bir filozof. “Yapı-sökümü” stratejisini bütünüyle ele alıp değerlendirmek ilgi ve bilgi alanımı epey aştığı gibi bu yazı çerçevesindeki amacım açısından da pek önem taşımıyor. Bu yazıda daha çok postyapısalcı dil anlayışına dayanan epistemik relativizmi tartışmak istiyorum. Bu nedenle de, anlayabildiğim kadarıyla Derrida’nın “la différance” kavramından hareket eden dil anlayışına değinmekle yetineceğim.

Basitçe söylemek gerekirse, esasta Saussurecü dil teorisinden hareket eden Derrida’ya göre bir metindeki kelimelerin anlamları daima başka kelimelere gönderimde bulunur. Bir metindeki her bir kelime kendi anlamını tüm diğer kelimelerin yokluğu zemininde, bunlardan farkı sayesinde kazanırken anlam da sürekli olarak ertelenmiş olacaktır. Bu asimptotik süreç nedeniyle net ve kesin anlama da ulaşılamaz. Öyleyse, yazım yoluyla iletilmek istenenle iletilen arasında daima bir uyumsuzluk olacaktır. Demek ki, bir metnin anlamı asla tam olarak yakalanamaz. Bu noktada Derrida’yı şöyle yorumlamak eğilimindeyim: Kelimeler sonsuza kadar birbirine gönderimde bulunduğuna gore, nihaî ya da dil-dışı bir temel, bir Arşimet noktası da olmamalı. Bu durumda, sanırım Derrida’ya göre Platon’dan beri Batı metafiziği dil-dışı, tarih-dışı, “aşkın” bir temel arayışı üzerine kurulu: İdealar, özler, Tanrı, evrensel insan aklı, rasyonalite vs. Oysa dilsel olanın, yorumların, söylemlerin doğruluğunu ölçebileceğimiz dil-dışı bir dayanağı, temeli yoktur. Bu durumda gerçekliğin, ondan söz ettiğimiz gibi olup olmadığına karar vermek için gene dile başvurmaktan başka bir çaremiz olmadığına göre, gerçekliğin dilin yapısından bağımsız olarak nasıl olduğunu da asla bilemeyiz. Dilin dışı yoktur. Eğer bu yorum doğruysa, ki Derrida’ya göre her yorum eşit olarak doğru olduğuna göre bu yorum da bir şekilde doğru olmalı, dilimizin semantik (kavramsal) yapısı gerçekliğimizi (referans dünyamızı) şekillendiriyor olmalı.

Bir tespit: Bir an için elementlerin periyodik tablosunu düşünelim. Burada evrendeki tüm atomlar, atom numaralarına (esasta atom ağırlıklarına) göre sınıflandırılmıştır. Şimdi altın, oksijen, hidrojen, nitrojen gibi farklı atomların sınıflandırılması bizim dilimizin semantik yapısının doğaya empoze ettiği bir yapı mı? Yoksa bizzat doğada gerçekten elementlerin periyodik tablosuna denk düşen bir yapı var mı? Başka bir deyişle, farklı enerji düzeylerine denk düşen farklı atomlar var mı, yok mu?

Michel Foucault[5] Amerikalı yazar ve düşünürler tarafından genellikle postmodernizm içinde değerlendirilir. Kanımca yanlış bir tespit bu. Foucault’nun modernizm, klasik anlamda Aydınlanma ve hatta Marksizmle gerilimli bir ilişkisi olmasına rağmen son tahlilde modernism, hatta Aydınlanma geleneği içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum; çünkü Foucault’ya göre de, Aydınlanma bir dönemin değil, otorite karşısında genel bir eleştirel tutumun adıdır. Geçmişte din otoriteydi. Günümüzdeyse en azından psikiyatri ve genel olarak tıp gibi bazı formlarında bilim otoriter bir kurum hâlini aldı. Foucault’nun Marksizmle ilişkisine gelince, en azından bazı kavramlarının pekâlâ Marksist ideoloji teorisine devşirilebilir olduğunu düşünüyorum. Bununla beraber Foucault’da da postmodernizme yaklaşan bir dil anlayışı ve tarihselci bir epistemik relativizm var tabii: “Epistem”ler, “tarihî a priori”ler. Burada Foucault’yu olumlu yönleri açısından ele almayı tercih ettim, yoksa ciddi bir kritik de mümkün tabii.

Foucault’nun eserinde “yönetimselliği” (la gouvernementalité) yani bir insanın başka insanların davranışlarını kontrol etmeye, şekillendirmeye, yönetmeye varan gizli mikro-iktidar ilişkilerini açığa çıkarmak merkezî bir rol oynar. Psikiyatri de bunun örneklerinden biri.

Foucault’nun özellikle öznenin ya da öznelliğin kuruluşuyla ilgili tezleri[6] Marksizm çerçevesinde yeniden değerlendirilmeli diye düşünenler arasındayım. Foucault, insanın kendi deneyimini ve dünyayı düşünmesinde, algılamasında egemen söylemlerin, hatta bilhassa bilimsel söylemlerin nasıl belirleyici olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Bu bakımdan hocası Althusser’in ideoloji teorisinin sofistike bir versiyonunu geliştirdiğini düşünmek için sebeplerimiz olduğunu sanıyorum. Bu tezi biraz daha açmak lâzım. Eğer Deliliğin TarihiKelimeler ve Şeyler’in ışığında okunursa Focault’nun öznelliğin kuruluşunda sadece söylemlerin belirleyici olduğunu değil, bizzat dilsel faktörlerin (söylemlerin) de içinde oluştuğu karmaşık sosyal pratikler ağının belirleyici olduğunu ileri sürdüğü görülür.

Bu anlayışı daha iyi açıklamak için piyasanın ya da kapitalist üretim ilşkilerinin oluşmasıyla ilgili Foucaultcu bir kurgu geliştirmeye çalışalım. Eğer Foucault ekonomik düzeyle ilgili olarak konuşsaydı, kapitalist üretim ilişkilerinin, yani kapitalist “oyun”un birbirine göreli rol ve kurallarını tanımlayan kavramların, mesela para, ücretli emek, sermaye, kapitalist, kâr gibi kavramların a priori bir tarzda, somut ekonomik insan ilişkilerini, insanların kendileriyle ve dünyayayla ilgili bilinçlerini belirlediğinden değil, tarihî bir süreç içinde, içinde bizzat bu ilişkileri, bu “oyun”u tanımlayan kavramların da (dilin de) oluştuğu sosyal pratiklerin belirleyiciliğinden söz edecekti sanırım. Foucault’nun idealist olduğu söylenemez.

Peki Foucault köktenci bir tarihselci ve nominalist mi? Eğer köktenci bir tarihselci ve nominalist olsaydı, kendisiyle çelişkiye düşerdi sanırım. Foucault, “delilik” diye isimlendirdiği tarih aşırı, tüm tarihte tanıyabileceğimiz, inceleyebileceğimiz bir durumdan söz ettiğine ve tarih boyunca bu durumu izleyebildiğine göre en azından bu kategorisinin tarih aşırı ve gerçekçi olması lâzım. Öte yandan, deliliği sadece Batı toplumlarında değil bütün kültürlerde görüyoruz. Öyleyse, modernite ve Aydınlanma’yla birlikte “deliliğin” bir hastalık olarak düşünülmeye başlanması köktenci tarihselcilikten ve nominalizmden farklı bir durum ortaya koyuyor olmalı.

Foucault’nun çok daha eleştirel bir okumasının da mümkün olduğunu kabul ediyorum.

Sonuç: Postmodernizmin en temel tezlerinden birinin, muhtemelen merkezî tezinin epistemik relativizm olduğunu söyleyebiliriz. Bu tezse, kavramların (kelimelerin anlamlarının) sosyal ilişkiler içinde, dil içinde belirlendiği, dolayısıyla dil-dışı gerçekliğe gönderimin de (referansın da) sosyal olarak belirlendiği tezine dayanıyor. Dilin dil-dışı, ya da içinde oluştuğu sosyal oyun-dışı, tarih-dışı, metafizik (İdealar, özler, Tanrı, evrensel insan aklı, duyu verileri, beyin vs. gibi dil-dışı) bir temeli yoktur.  Bu temelsiztemelcilik karşıtı (anti-fundamentalist) dil anlayışına gore, dilin içinde oluştuğu sosyal oyunun da, bizzat içinde yer aldığı doğanın (evrenin) nasıl olduğunun da hiçbir rolü yok dilimiz üzerinde. Dilimiz nasıl kuruyorsa, dünya öyle görünür bize. Marksist terimlerle söylemek gerekirse, her şey ideolojiktir: İktidar söylemidir. Bu pan-ideolojizme gore, her türlü evrensel doğruluk iddiasına şüpheyle bakmak lâzım. Her sosyal pratiğin kendine göre bir dili ve bu dille kurulmuş gerçekliği (referans dünyası) var. Dolayısıyla, doğruluk dile göreli olduğundan hiçbir “doğru”yu diğerinden üstün sayamayız; çünkü bu farklı doğrular “eş ölçümlü” değil, yani kavramlar (kelimelerinin anlamları) birbirine tercüme edilebilir değil. Postmodern politik ve etik çoğulculuk da bu epistemik teze dayanıyor.

Eleştiri: Aşağıda postmodernizmi reddetmek için birbirine paralel ve iç içe gelişen iki tez ileri süreceğim.

  1. Dilin, özellikle bilimsel dilin oluşmasında dil-dışı gerçekliğin, yani bizim de parçası olduğumuz evrenin (doğanın) gerçekten nasıl olduğunun önemli bir rol oynadığını göstermeye çalışacağım.
  2. Bilim, ya da bilim insanlarının bilimsel sosyal pratiği evrensel (yani kültürel zeminlerden bağımsız) ve güvenilir (doğru olması ihtimali yüksek ve işe yarar) bilgi verebilir. Şimdi bu ikinci tezi biraz açıklamak lâzım.

a) Bilgi kelimesinde bir karışıklık var. Postmodernizm bilimsel bilginin doğruluğunu sorguluyor, görelileştiriyor. Ama hiçbir bilim insanı zaten hiçbir bilimsel tezin mutlak doğru olduğunu iddia edemez. Bilim, elimizdeki verilere göre belli bir tezi doğru olarak kabul etmemizin evrensel olarak “rasyonel” olduğunu ileri sürer.

b) Bilimsel bilgi, bilime inanıp inanmamamızdan bağımsız olarak işe yarar bilgi verir. Diğer bir deyişle, hepsine değil ama pek çok amacımıza ulaşmak için bilimin verdiği bilgiye güvenmemiz “rasyonel”dir.

Demek ki bu ikinci tez belli bir “evrensel rasyonalite” anlayışını da gündeme taşıyor. Bu durumda rasyonalite kavramına da açıklık getirmek lâzım. Bu kavramı aşağıda daha etraflıca ele alacağım. Şimdilik şu tanımla yetinelim: Rasyonalite derken, daha doğrusu araçsal rasyonalite darken, bir davranışın maksadına uygun olup olmamasına ilişkin normatif bir durumdan söz ediyorum, yani bu kavram hiçbir metafizik yük taşımıyor. Mesela acı çekmeden intihar etmek isteyen bir insanın diyelim (a) zehrini değil de (b) zehrini içmesi daha doğrudur, rasyoneldir. Eğer kişi acı çekmek istememesine rağmen daha çok acı çekmesine neden olacak (a) zehrini içerse rasyonel davranmamış olur, yani maksadına uygun davranmamış olur.

Demek ki, araçsal rasyonaliteyi bir davranışın maksadına uygun olmasıyla âlâkalı normatif bir kavram olarak ele alıyorum şimdilik. İntihar etmeyi şahsî olarak nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, acı çekmeden intihar etmek isteyen kişinin (b) zehrini içmesinin daha rasyonel olduğunda evrensel olarak mutabık kalabiliriz. Aşağıda bilim insanlarının tutumlarının evrensel olarak rasyonel olduğunu söylediğimde işte bu araçsal rasyonaliteden söz ediyorum. Bilim insanlarının çoğunun tutumu, güvenilir bilgi üretmek maksadına uygundur; bu anlamda rasyoneldir. Başka bir deyişle, bilim karşısındaki tutumumuz ne olursa olsun, bilimsel pratiği kendi içinde maksadına (güvenilir bilgi üretme maksadına) uygun olup olmaması bakımından evrensel olarak rasyonel ya da yeterince rasyonel değil şeklinde değerlendirmemiz gerekir. Dediğim gibi, ileriki bölümlerde bu rasyonalite meselesini daha etraflıca ele alacağım.

III. Epistemik Relativizm             

Son birkaç yüzyılda on binlerce bilim kökenli kavramın dilimizin semantik yapısını önemli ölçüde ve hızla değiştirdiğini düşünebiliriz: Atom, güneş sistemi, galaksi, kara delik, DNA molekülü, biyolojik evrim, virüs, büyük patlama, enformasyon, elektromanyetik dalga, Higgs bozonu vs. Artık semantik dünyamız bu kavramları da içerecek şekilde dönüşmüştür. Şimdi bu kavramlar, dünyanın gerçekten nasıl olduğundan bağımsız olarak mı üretildi? Her bir hücremizde DNA molekülü yok mu? Bilgisayarımız enformasyon işleyen bir makine değil mi? Virüs kavramı, virüslerin hastalığa neden olmadığı bir dünyada mesela Noel Baba gibi söylemsel olarak yaratılmış bir kavram olabilir mi?

Eğer bu kavramların oluşumunda doğanın (evrenin) gerçekten nasıl olduğunun bir etkisi varsa, tüm dilimizin semantik yapısının oluşumunda da doğanın gerçekten nasıl olduğu önemli bir rol oynuyor demektir. Mesela, artık kimse yunusa “yunus balığı” demiyor. Hâlbukî, hatırladığım kadarıyla elli yıl önce böyle derdik. Demek ki, dilin referans boyutunu belirleyen kavramlar sosyal bir kurgudan ibaret değildir. Dilin referans boyutu da dilin semantik dünyasını etkiler. O hâlde, bilimsel kavramların oluşumunda doğanın gerçekten nasıl olduğunun önemli bir rol oynadığını açıkça göstermeye girişelim.

Avrupalı postmodern yazarların kapalı ve korunaklı üslûpları, eleştirilmelerini güçleştiriyor. Bunun yerine postmodern dil anlayışına pek yakın Amerikalı bir filozoftan söz edeceğim: Richard Rorty. Rorty tarihselci, epistemik relativizmi savunan liberal bir pragmatist. Onu postmodernizmin tipik bir örneği olarak değerlendiren de yalnızca ben değilim tabii.

Pragmatist Liberal Bir “Postmodern”: Richard Rorty

Burada sadece Rorty’nin epistemik relativizimini ele almak istiyorum[7]; liberalizminden, pragmatizminden vs. pek fazla söz etmeyeceğim. Rorty’nin en temelde karşı çıktığı tez epistemolojik “temsiliyetçilik”tir (representationalism).  Rorty’e göre bu tez, dilin (dilsel ifadelerin) dış dünyayı bir ayna gibi yansıttığını, temsil ettiğini ileri sürer. Oysa ona göre diller dünyayı yansıtan, temsil eden bilgi araçları değildir.  Daha çok referans dünyamızı şekillendirir diller. Rorty, bütün dilleri ya da bütün dillerin sözlüklerini belli bir sosyal veya bireysel amacı (diyelim gemiciliği) gerçekleştirmeye yarayan araçlar, âletler olarak görür: Sözlükler belli bir amaca göre keyfî olarak değiştirilebilir araçlardır, yeter ki işe yarasınlar. Dilsel bir durumun doğruluğu da sağladığı yararla (mesela, gemicilikte kıyıya varmamızı sağlaması açısından) ölçülür. Eğer bir bilgi amacımızı gerçekleştirmemize hizmet ediyorsa “doğru”dur. Fakat insanların farklı amaçları var. O hâlde farklı doğruları var. Rorty genel postmodern anlayıştan farklı olarak sadece sosyal grupları değil, bireyleri de temel alır: Liberalizm. Şimdi Rorty’nin neden böyle düşündüğünü anlamaya çalışalım.

Rorty, bilgiden önce bizzat epistemolojiye şüpheyle yaklaşır. Kant’tan beri gelişen epistemolojiye göre bilginin iki bileşeni olduğunu düşünür Rorty: Duyumlar ve anlama yetisinin kavramları, kategorileri. Bir başka deyişle bilgi, duyu verileriyle aklın bunlara kattıklarından, bunlara verdiği biçimden oluşur. Bu epistemolojiye gore, doğrudan veriler olumsaldır, yani doğrudan verilerin (kabaca duyumların diyelim) şu ya da bu şekilde olmasında aklın hiçbir etkisi yoktur. Bunlar akıldan bağımsız olarak dünyanın öyle ya da böyle olmasına bağlı olarak değişir. Oysa aklın katkısı zorunludur: Akıl a priori ve zorunlu gereklerini duyusal “ham madde”ye empoze eder.

Günümüz epistemolojisindeyse aklın kategorilerinin yerini dil almıştır Rorty’e göre. Şimdi Rorty bilgide dilden bağımsız olan olumsal öğenin, kabaca duyu verilerinin diyelim, rolünün olmadığını, yani bilgide dilden bağımsız, “saf”, dil-dışı bir öğenin rolünün olmadığını gösterecek. Bu durumda, insan için dilden bağımsız, dil ötesi bir dünyayla, saf dünyayla temas olanaksız. Dil de belli bir zorunluluk içermez, yani dili dünyanın nasıl olduğuna göre değil, sosyal amaçlarımıza göre manipüle edebiliriz, semantik yapısını (kavramsal yapısını) değiştirebiliriz. Bakalım.

Carnap, Quine, Sellars[8]

Rorty günümüz epistemolojisine karşı özellikle Orman Quine ve Wilfrid Sellars’ın tezlerinden hareket eder. Rorty’ye göre bu iki filozof da bilginin dilsel ve dil-dışı (mesela duyu verileri) gibi iki bileşeni olduğu tezine karşı olarak yorumlanmaya elverişli argümanlar geliştirmiştir. Nasıl? Quine empirizmin klasik analitik-sentetik önermeler anlayışına karşı “bütüncülük”ten/“holism”den kaynaklanan bir eleştiri geliştirmişti. Hume’dan Carnap’a uzanan empirist geleneğe göre bir dilin bütün mümkün önermeleri iki gruba ayrılıyordu: Sentetik ve analitik önermeler. Bunlardan yalnızca sentetik olanlar deneysel olarak yanlışlanıp doğrulanabilir, düzeltilebilir, dolayısıyla “olumsal”dır. Doğru olup olmamaları dünyanın durumuna bağlıdır: “Odanın sıcaklığı 20ºC.” Analitik önermelerse, içerdikleri kelimelerin dildeki anlamları gereği a priori olarak “zorunlu” doğrudur. Bunların doğruluğunu sınamak için deney yapmaya gerek olmadığı gibi, bunlar zaten deneysel olarak yanlışlanamazlar da: “Hiçbir bekâr evli değildir.”

Quine bu empirist anlayışın karşısına “bütüncülüğü” koyar. Duhem-Quine “bütüncülüğü”ne göre belli bir teorik hipotez deneyde tek başına sınanamaz. Teorik önermeleri deneysel olarak sınamak (deneye uygulamak) için deney koşullarını tanımlayan ilâve (auxiliary) önermelere de ihtiyaç var. Diyelim bir bakteriyi mikroskopta inceliyoruz. Burada pek çok şeyi, mesela optik kurallarının doğru olduğunu varsayarız. Şimdi bir deneyin teorik hipotezimizi yanlışladığını düşünelim. Ama bu durumda deneyde yanlışlanan teorik hipotezimiz mi, yoksa deney koşullarını tanımladığımız ilâve önermelerden biri mi? Ayırt edemeyiz. Belki hipotezimiz doğru ama deney koşullarını yanlış tanımladık, belki de optik yasalar yanlış. Öte yandan, eğer bütün örtük ilâve önermeleri tek tek ele alırsak, bunların muhtemelen sonsuz sayıda olduğunu görürüz. Demek ki, teorilerin yanlışlanmaya karşı bağışıklığı var.

Quine “bütüncülüğü” daha da öteye gider. Teoriler, teorik dil içinde birbirleriyle mantıken bağlantılı çok sayıda analitik ve sentetik önermeden oluşan bir “ağ” (web), bir bütündür. Avrupalıların yapı kavramına benzer bu “holizm” anlayışı. Dolayısıyla, deneyde sadece bir tek teorik önerme sınanamaz. Söz konusu teorik önerme, dolayısıyla mantıken bağlantılı olduğu bütün teorik önermeler, yani teorinin bütünü sınanır. Diyelim teoriden elde ettiğimiz deneysel önerme (öndeyi, deneysel hipotez) yanlışlandı, bu durumda teorinin bütün önermelerinden herhangi birinin, mesela bu teorinin dili içinde anlamı gereği doğru olan analitik önermelerden birinin de yanlış olma ihtimali var. Demek ki sadece teorinin dilinin sentetik önermeleri değil, ilkece analitik önermeleri de sınanıyor deneyde. Deneysel yanlışlanma durumunda teorik dili (sözlüğü) değiştirmek gerekecektir. O hâlde tüm teorik dil değiştirilebilir. Demek ki analitik-sentetik önerme ayrımı muğlak, hatta geçersizdir Quine göre: Analitik önermeler de sentetik önermeler gibi deneyde sınanabilir. Dil uygun şekilde değiştirildiğinde, analitik önermeler de değişecektir.

Rorty’e göre bu durum bilgide neyin deneysel kökenli (olumsal, veri) neyin dilsel kökenli (kavramsal, zorunlu, analitik) olduğunu ayırt edemeyeceğimiz anlamına gelir: Saf deneysel (duyusal) veriler aynı kalmak fakat dili değiştirmek suretiyle farklı teoriler üretilebilir.

Rorty’ye göre Sellars da tam ters istikametten giderek aynı sonuca ulaşmıştır. Özetleyecek olursak: Sellars, bilginin duyu-verileri gibi dil-dışı bir öğeye dayandığı tezini eleştirmişti. Bu gibi “saf” verilerden diğer (teorik) öğelerin çıkarsanabilmesi için bizzat bu verilerin de önerme biçiminde olması gerekir. Ama bu durumda teori içinde duyu verilerinin dil-dışı bir özellikte, saf hammadde olduğu söylenemez.

Bu durumda bilginin dil-dışı bir temeli yok. Elbette bilginin dil-dışı bir içeriği var. Ama bu içerik bilgiyi temellendirmiyor. Rorty’e göre doğrunun ne olduğu karşılıklı konuşmaya (conversation) dayanan sosyal bir pratiğin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu durumda rasyonaliteyi ve epistemik otoriteyi (neyin doğru, neyin yanlış olduğuna kimin nasıl karar verceğini) belirleyen de toplumdur. Rorty bu teze Wittgenstein’dan ilhamla epistemolojik davranışçılık adını verir; çünkü burada artık neyin sahiden doğru ya da yanlış olduğuna bakmaksızın (ki bu ayrımı yapmak zaten mümkün değildir Rorty’e göre) insanların doğru bilgiyi ayırt etmek konusunda nasıl davrandığı söz konusudur. Bazı toplumlar doğruyu şuna göre (mesela Kuran-ı Kerim’e göre) diğerleri buna göre (mesela deney ve gözleme göre) değerlendirir. Birileri ona, birileri buna “doğru” der. Aslında bir bilginin doğru olup olmadığı sosyal pratik içindeki yararları bakımından belirlenir: Epistemik relativizm.

Rorty’e göre bilimin esası pragmatiktir. Bilim doğanın (evrenin) nasıl olduğunu betimle(ye)mez. Daha doğrusu, bilimin doğa hakkında evrensel olarak doğru bilgi verdiği söylenemez. Teoriler, hangi deney durumunda nasıl bir sonuç alınacağını önceden bildiren pragmatik araçlardır (“araçsalcılık”). Buradaki doğru bilgi de, diğer sosyal pratiklerde olduğu gibi, bilim insanlarının karşılıklı konuşması içinde sosyal olarak belirlenir. Sonuç itibarıyla bilim, teknoloji ve doğa olayları hakkında öndeyide bulunmaya yarar, doğru bilgi vermeye değil (“pragmatizm”). Bu da faydalı bir şeydir tabii.***

Oysa bilim insanları tam tersini düşünür: Higgs bozonu gerçekten vardır. Kozmik mikrodalga fon radyasyonu gerçekten vardır. Bazı hastalıkların nedeni gerçekten virüslerdir. Her bir hücremizde DNA molekülü gerçekten vardır. Bütün bunlar, mesela Noel Babanın var olduğu gibi var değildir, gerçekten vardır. Bilim “araçsalcı” değil, gerçekçidir; yani bilimsel kavramlar, deneysel öndeyide bulunmaya yarayan matematik ya da mantık kolaylıklardan ibaret değildir.[9]Peki ama, eğer bilim doğa hakkında güvenilir bir bilgi veriyorsa, Rorty nerede yanılıyor olabilir? Acaba dilimizin oluşmasında dünyanın gerçekten nasıl olduğunun hiçbir etkisi yok mu sahiden?

Kavramlar ve Beyin[10]

Wittgenstein’nın davranışçı eğilimleri olması anlaşılabilir bir durumdur. Döneminin psikolojisi en azından metodolojik olarak davranışçıydı o zamanlar: “Kutu”nun içinde ne olduğu bilinmiyordu. Bugün biliniyor. Üstelik anlaşılan Augustinus’un dil “resmi”ni de fazlaca hafife almış Wittgenstein. Çocuk, dili dil oyununun içinde öğrenir, şüphe yok. Ama bu süreçte dünyanın nasıl olduğunun da, yani algıların da önemi var. Çocuk dil oyunu içinde öncebaşlangıçta bazıdoğal algı kümelerini (şeyleri) nasıl adlandıracağını öğrenir. Bu temel somut-empirik dil olmaksızın soyut dil de gelişemez. Neden?

Büyük Rus fizyolog İvan Pavlov davranışçı okulun kurucuları arasında anılmakla beraber, “kutu”nun içinde neler geçtiğini anlamamıza yardım eden bir teorinin kurucusudur: Şartlı refleksler. Şartlı refleksler doğal bir refleksin, mesela yemek sırasında sindirim enzimlerinin salgılanmasının keyfî bir uyaranla, mesela zil sesiyle eşlenmesine dayanır. Bu sırada doğal refleksin sinir sistemindeki nöral mekanizmasıyla dış uyaranın beyinde meydana getirdiği nöral aktivite arasında nöral bir bağ oluşur. Böylece zil sesi, yemeğin yokluğunda da doğal refleksi uyarır, sindirim enzimleri salgılanır. Pavlov, “ikinci sinyal sistemi” olduğunu düşündüğü dilin de şartlı reflekslere benzer bir şekilde kazanıldığını ileri sürmüştü. Doğrusu pek yanılmamıştı.  Görelim.

Dilbilimsel semantikte bazı anlam teorileri olduğundan daha önce söz etmiştim. Modern semantiğe göre kelimenin anlamının (kavramın), konuşmacının hangi duruma gönderme (referans) yaparak o kelimeyi kullanacağını belirlediğini de söylemiştim. Peki, ama anlam nedir? Beyinde anlam (kavram) nasıl oluşur? Semantiğin klasik cevabı, anlamın (kavramın), bir kelimeyi kullanmak için gerekli ve yeterli koşulların tanımı olduğudur: “Köpek dört ayağı üstünde yürüyen”, “demokrasi  halkın…” vs. Diğer bir deyişle, bir kelimenin anlamı sözlükteki diğer kelimelere başvurularak tanımlanır, dolayısıyla bu süreç tamamlanamaz: Döngüsellik problemi (Bu noktada Derrida’yı hatırlamamak imkânsız!).

Problem bununla da kalmıyor. Bu klasik anlam teorisi, anlamın bulanıklığını (fuzziness) ve bazı uç örnekleri nasıl tanımlayacağımızı da ifade edememektedir. Mesela Wittgeinstein “oyun” kavramını ele alarak bütün oyunları (basketbol, bezik, körebe vs.) kapsayacak bir tanım verilemeyeceğini göstermişti: Ailevî benzerlik tezi. Bu örnek, klasik teorinin “bulanıklık” problemine işaret eder.

Klasik anlam teorisinin başka problemleri de var. Uç örnekleri düşünelim: Patlıcan meyve midir, sebze midir? Wittgenstein bu gibi zorlukları davranışçı bir dil yorumu geliştirerek çözmeye çalışmıştı. Bugünkü semantikte klasik anlam teorisi önemli ölçüde değer kaybetmiştir. Günümüzde “nedensel anlam teorisi” ve bilhassa “prototip” teorisi daha ön plânda. Prototip teorisine göre, “oyun” kavramını oluşturmak için belli bir “oyun”u (mesela saklambacı) prototip olarak alır, diğerlerini buna benzerliği ya da uzaklığı çerçevesinde “oyun olan” ya da “oyun olmayan” olarak sınıflandırırız. Bu durum ara örneklere de imkân verir. Günümüzde, klasik mantığın yerine “bulanık” mantığın geliştirilmekte olduğunu da hatırlamak lâzım.

Semantiğin prototip teorisi dil nöro-biyolojisiyle çok uyumlu bir teoridir. Nöro-biyolojik açıdan kavramalar beyindeki bazı somut fiziksel (nöral) oluşumlardır. Bildiğimiz kadarıyla kavramlar şöyle gelişiyor: Fiziksel bir nesne, diyelim muz, duyu organları aracılığıyla beynin değişik algı modalitelerine göre değişik bölgelerini nöral (fiziksel) olarak uyarır. Şu önemli: Beyindeki bu nöral (fiziksel) uyarılmalarla birlikte fenomenal algı yaşantılarının da ortaya çıktığını biliyoruz: Koku, tat, ses, renk vs. yani bütünsel muz fenomenel algısı beyindeki belli nöral aktivasyonla birlikte ortaya çıkar.[11] Beynin farklı bölgelerini kapsayan bu geniş nöral ağ, fiziksel muz tarafından fiziksel olarak aktive olan bütünsel bir yapı oluşturur. Diyelim çocuk muzu gördüğünde sadece görsel korteksindeki yapılar değil, daha önceki muz uyarılarıyla aktive olan diğer nöral alanlar da (ve bu aktivasyonlarla birlikte ortaya çıkan koku, tat vs. fenomenal algı yaşantıları da) bütünsel olarak aktive olur. Başka bir deyişle, tekil fiziksel muz örnekleri giderek bütünsel muz nöral ağını aktive eder. Dil oyunu içindeki çocuğun beyninde giderek fiziksel muz tarafından uyarılan nöral alanlar ve bunlarla birlikte ortaya çıkan fenomenal algı yaşantıları ile bu algılara eşlik eden “muz” sesinin beyinde uyardığı nöral aktivite arasında sinaptik bağlantılar oluşur. Böylece giderek muz sesi fiziksel muzun uyardığı beyin bölgelerini fenomenal yaşantıya neden olmayacak eşik altı bir seviyede uyarır. O hâlde muz kelimesinin beyindeki anlamı (kavram), bu kelimenin beyinde neden olduğu nöral uyarılma ve bu uyarılmayla birlikte ortaya çıkan eşik altı fenomenal algı yaşantısıdır. Limon dediğimizde ağzımızın sulanması bu nedenle meydana gelir: Bir şartlı refleks.

Diğer bir deyişle, dil nöro-biyolojisinin bulgularına göre fiziksel muzların beyinde neden olduğu nöral aktivasyonlar giderek bir tür “nöral prototip” (nöral uyarılmalar ve bunlarla birlikte ortaya çıkan eşik altı fenomenal algılar) oluşturur. Bu prototipler soyut ve muğlâk birer modeldir âdeta, yani bu prototipler evrenseller ya da jenerik terimlerin “muğlak” anlamıdır: Ev prototipi, meyve prototipi, insan prototipi vs. Tanıma fonksiyonu da bu nöral ağlarla âlâkalı: Herhangi bir fiziksel muz, genel muz nöral ağını uyardığı için muz olarak tanınır. Böylece, dış dünyadaki hangi duruma referansla “muz” kelimesinin kullanılacağı da geniş ölçüde (tamamen değil) belirlenmiş olur.*

Ya soyut kavramlar? Nöro-biyolojide bugün kabul edilen “bedenleşme hipotezi”ne (embodiment hypothesis) göre daha soyut kavramlar bu somut prototipik kavramlardan hareketle “metaforik” olarak kodlanır beyinde. Bir başka deyişle, soyut ve kompleks kavramaların beyindeki nöral kodları temel prototipik dilin kavramlarından (nöro-fenomenal prototipik yapılardan) hareketle kazanılır ve bunlarla nöral (sinaptik) bağlantı içindedir.[12] Sözgelimi “cumhurbaşkanı” kavramı (nöral aktivitesi) baba kavramından (nöral aktivasyonundan) hareketle oluşan yeni bir nöral ağdır. Bir başka deyişle, cumhurbaşkanı kavramı daha somut bir kavram olan baba kavramıyla bağlantılı olarak kodlanır beyinde. Makine öğrenmesi ve “deep lerning” de benzeri mekanizmalara dayanır zaten.[13]

Demek ki dilin kavramlarının kazanılmasında duyu verileri (dünyanın nasıl olduğu) önemli bir işlev görüyor. Şüphesiz, diller duyu verilerini (dünyayı) farklı kavramlar altında görmemizi sağlayacak farklı dil oyunlarına imkân verirler. Ama dünyanın nasıl olduğundan büsbütün bağımsız bir şekilde yapamazlar bunu. Diğer bir deyişle dil, muz adında ama muz gibi tatmasına rağmen portakal gibi kokan bir nesne üretemez. Demek ki en temel prototipik dilimizi oluşturan kavramalar, şu ya da bu şekilde fiziksel dünyanın gerçekten nasıl olduğuyla fiziksel olarak bağlantılıdır.

Anlamayı kolaylaştırmak için şu örneği de vereyim: Hayvanların da beyninde dilden bağımsız olarak gelişmiş kavramlar vardır. “Sahip”, “ev”, “yabancı”, “köpek”, “kedi”, “dost”, “yemek” vs. Bu kavramlar insandaki gibi “ikinci bir sinyal sistemiyle” (sesle, kelimelerle) eşleşmediği için hayvanlar dilsel olarak bilişsel işlem yapamazlar (“düşünemezler”). Ama bu durumun onların hiçbir bilişsel işlem yapamadığı anlamına gelmediğini açıkça biliyoruz. Biz de diğer hayvanlar gibi çoğu kez dilsiz (kelimeler olmadan sadece kavramlarla) bilişsel işlem yaparız. Zaten yaptığımız her şeyi dil içinde düşünerek yapsak hayat yaşanamaz hâle gelirdi. Mesela, daha önce de söz ettiğim gibi, tanıma fonksiyonu kavramlara dayanır: Bir meyveyi tanıyıp ağzımıza attığımızda meyve kavramı (nöral ağ) dilden (ses imgesinden) bağımsız olarak devreye girmiştir. Ama bunun farkında değiliz elbette.

Peki ama, jenerik (evrensel) kavramlarımıza tekabül eden entiteler sahiden var mı? Eş deyişle, bütün tekil muz örneklerinden bağımsız genel, evrensel bir muz var mı? Platoncu değilsek, elbette yok. Ama bu durum nominalizmi haklı çıkarmaz. Bütün tekil muzlar beynimizdeki aynı muz kavramını (aynı prototipi, aynı nöral ağ ve bağlantılı fenomenal yaşantıyı) fiziksel olarak uyaran, harekete geçiren örneklerdir. Demek ki beynimiz dilimizden önce, dilimizin sonradan adını vereceği bazı jenerik kavramları (nöral ağ ve bağlantılı fenomenal yaşantıyı) oluşturacak şekilde yapılaşmıştır. Bu en temel düzeydeki dilimiz, doğanın fiziksel olarak nasıl olduğuna uygun şekilde yapılanabilir ancak; çünkü dilin kavramları da beyindeki fiziksel bir şeydir (nöral ağdır), fiziksel uyarılarla oluşurlar. Eğer kavramlarımız fiziksel dünyaya uygun olmasaydı yaşayamazdık zaten, bu dünyaya uyum gösteremezdik; türümüz yok olurdu.

Dilimize ilişkin natüralist tezimizi şöyle özetleyelim o zaman: Dünyanın fiziksel olarak gerçekten nasıl olduğu en temel “prototip” dilimizi fiziksel olarak geniş ölçüde belirler.

Bilimsel Dil Problemi

Bilimsel pratiğin diğer sosyal pratiklerden farkı, bu pratiğin dilinin oluşmasında dünyanın nasıl olduğunun çok büyük bir önem taşımasıdır; çünkü bilim, dünyanın (doğanın, evrenin) gerçekten nasıl olduğuna dair güvenilir bilgi vermeye yönelik bir araştırma programı olarak tanımlanabilir. Bununla beraber, bilimin dili bu en temel prototip dilden oldukça farklılaşmıştır elbette, hatta çok farklılaşmıştır. Bilimin temel teorik kavramları mesela yerçekimi kuvveti, kütle, atom, Higgs bozonu vs. duyu verilerimize doğrudan verili değildir. Bunlar bazı doğal durumları açıklamak için bizim ürettiğimiz (tanımladığımız) teorik kavramlar. Diğer bir deyişle bunlar, doğanın doğrudan gözlemlenemeyen derin yapısını tanımlayan kavramlar, prototipik kavramlar değil. Bu kavramlarla deneye uygulanabilir kavramlar arasında nasıl bir ilişki olduğu oldukça zor bir problemdir. Bu probleme ileride değineceğim. Şimdi tekrar Rorty’e dönmek istiyorum.

Hatırlarsanız, Rorty Quine’a dayanarak, dilin algılardan bağımsız bir şekilde istendiği gibi manipüle edilebilmesinin objektif bilginin imkânsızlığının delîli olduğunu düşünmüştü. Oysa tam tersine, teorik dilin (en temel prototip dilinin dışındaki dilin) duyu verilerinden kısmen bağımsız şekilde manipüle edilebilmesi bilimi mümkün kılan en önemli dilsel özelliktir; bilimde dilimizi doğanın (evrenin) nasıl olduğunu tanımlayacak şekilde manipüle ederiz. Mesela, Max Planck’ın kara cisim ışımasının ortaya koyduğu problemi çözmek için geliştirdiği ve dilimize soktuğu kuatumkavramı büyük bir epistemolojik kopuştur; bilimin dilinde meydana gelen ciddi bir değişikliktir. Elbette Rorty (veya Quine) bir tek deney prosedürü içinde dili manipüle ederek güvenilir bilgilere ulaşamayacağımız konusunda haklı. Ama çok iyi eğitimli on binlerce insanın uzun yıllara, on yıllara, yüz yıllara yayılan on binlerce deneyi, titiz araştırmaları dili rasyonel ve sistematik (hatta algoritmik) olarak manipüle ederek daha güvenilir bilgilere ulaşmamızı sağlayan en önemli faktördür. Bir örnekte görelim.

Neptün gezegeni, Uranüs’ün yörüngesinde gözlemlenen bazı düzensizlikleri, Newton teorisi açısından beklenmeyen “anomali”leri açıklamak için önce teorik olarak “keşfedilmiş”tir. Nasıl? Uranüs’ün yörüngesinde gözlemlenen düzensizlikler Newton yasalarının doğru olmadığını gösteriyor olabilirdi. Ya da ikinci seçenek, güneş sisteminde henüz gözlemlenemeyen bir gezegen daha vardı ve bu gezegenin çekim kuvveti Uranüs’ün yörüngesindeki düzensizliklere neden oluyordu (birinci adım). Nitekim on dokuzuncu yüzyılın başlarında Neptün hesaplanan konumlarda gözlemlendi, fiilen keşfedildi yani. Bu durumda Newton yasalarını değiştirmeye gerek kalmadı; tıpkı Higgs bozonunun deneysel olarak tespit edilmeden atmış yıl önce teorik olarak keşfedilmesi gibi. Higgs bozonunun gerçekten var olması, eldeki teorinin yani “standart model”in güvenilirliğini artırmıştır.

Benzeri fakat farklı bir durum, Merkür’ün yörüngesinde gözlemlenen ve Newton yasalarıyla açıklanamayan düzensizlikler için de söz konusudur. Bu düzensizlikler Güneş ile Merkür arasında kendisi gözlemlenemeyen ve Volkan adı verilen bir gezegenin varlığıyla açıklanmak istenmişti (algoritmanın birinci adımı). Eğer Volkan gezegeni gerçekten varsa, Newton yasaları yanlışlanmamış olacaktı. Fakat bu sefer olaylar farklı gelişti. Einstein’ın genel relativite teorisi daha pek çok olgu yanında Merkür’ün yörüngesindeki düzensizlikleri de açıklayınca, Volkan teorisinden de Newton teorisinden de vazgeçilmiştir (algoritmanın ikinci adımı). Genel relativite teorisi, Merkür’ün yörüngesini açıklamak için evreni tanımlayan teorik dilde köklü bir değişiklik yapılması gerektiği anlamına gelir.* Bilimde, elimizdeki teoriyi yanlışlayan olguları, “anomaliler”i açıklamak (teoriyi korumak) için önce ilâve varsayımlar ileri sürülür: Lakatos’un[14]tespit ettiği üzere, bilim Neptün, Volkan vs. gibi “anomaliler”i açıklayacak yeni bir teori gelişene kadar eldeki teoriden vazgeçmez. Problemi erteler. Rasyonel bir tutumdur bu. Mesela Uranüs’ün yörüngesinde gözlemlenen ve Newton teorisiyle çelişen “anomali”nin teorik bir kaosa yol açmadan çözülmesinde başarılı olmuştur. Fakat bazı problemler ancak doğayı daha iyi tanımlayan teorik diller (yeni teoriler) üreterek çözülebilir; çünkü pek çok problemi çözülemez kılan, o problemi problem hâline getiren dildir. Başka bir deyişle, bilim insanlarının problemleri düşündükleri dil, Gaston Bachelard’ın deyimiyle, önemli bir “epistemolojik engel”dir. Bu dilsel bariyer aşıldığında da bilimsel devrim meydana gelir. Merkür’ün yörüngesindeki “anomali” konusunda Einstein’ın genel relativite teorisiyle yaptığı budur (Algoritmanın ikinci adımı).

Genel relativite sayesinde büyük bir teorik (dilsel) dönüşüm oldu fizikte. Bu dilsel dönüşüm sayesinde Volkan diye bir gezegenin olmadığını, yerçekimi alanında ışığın eğri bir yol izlediğini, statik evren modelinin doğru olmadığını (evrenin genişliyor ya da daralıyor olması gerektiğini), kütlesi Dünya’dan büyük olan Satürn’deki saatlerin Dünya’dakilere göre geri kalacağını, yani Satürn’de zamanın Dünya’dakinden “daha yavaş aktığı”nı ve birçok başka şeyi öğrendik. İsteyen Satürn’e gidip zamanı ölçebilir. Henüz hiç kimse gitmemiş olsa da orada zamanın daha yavaş aktığından eminiz. Şimdi Rorty’e sormak lâzım; bunlar evren hakkında güvenilir bilgiler mi, değil mi? Bütün bunları antikçağda bilmediğimize göre, bilimsel bilgi ilerliyor mu, ilerlemiyor mu? Dünya dönüyor mu dönmüyor mu? Neptün var mı, yok mu?

Aslında fizikte bugün de Neptün ya da Volkan örneklerine benzer bir durumla karşı karşıyayız. Evren elimizdeki yasalarla açıklayamadığımız bir şekilde giderek hızlanarak genişliyor. Üstelik galaksiler beklenenden daha hızlı dönüyor kendi eksenleri etrafında. Evrende gözlemlenen bu “anomaliler”i açıklamak için, kara madde ve kara enerji gibi kendisi gözlemlenemeyen ama mevcut düzensizlikleri elimizdeki teoriyi ciddi şekilde değiştirmeden açıklayacak doğa olaylarının varlığı üzerinde duruluyor. Şimdilik resmî görüş bu (birinci adım). Bir zamanlar Neptün ve Volkan da aynı mantıkla ileri sürülmüştü. Ama aynı zamanda pek çok bilim insanı mevcut düzensizlikleri açıklayacak yeni bir teori de geliştirmeye çalışıyor (ikinci adım). Eğer böyle bir teorik değişiklik, yani “bilimsel devrim” veya “epistemolojik kopuş” meydana gelirse, doğayı tanımladığımız teorik dil de köklü bir biçimde değişmiş olacak. Ve böylece doğa hakkında daha çok şey öğreneceğiz. Demek ki Kuhn’un eleştirerek söylediği şey, yani olağan bilim yapma dönemlerinde bilim insanlarının “anomaliler”i görmezden gelmesi, geçici varsayımlarla geçiştirmeye çalışması gayet rasyonel (yani güvenilir bilgi üretme maksadına uygun) bir algoritmanın ilk adımıdır.

Peki ama, Newton ve Einstein örneğindeki gibi rakip teoriler farklı dillerle doğayı tanımlıyorsa, hangisinin doğru olduğuna hangi dili kullanarak karar veriyoruz? Rorty’nin hesabına göre hangi dilin doğru dil olduğuna (hangi teorik dilin dünyaya dair daha güvenilir bilgiler üretmeye elverişli olduğuna) rasyonel nedenlerle karar veremememiz lâzım, yani pragmatik nedenlerle karar veriyor olmamız lâzım. Gerçekten ciddi bir problemdir bu. Görelim.

Kuhn ve “Eş Ölçümlü Olmama” (Incommensurability) Problemi[15]

Genellikle postmodernizmin en önemli dayanaklarından biri olduğu düşünülen “eş ölçümlü olmama” tezine değineceğiz şimdi. Aslında bu tezin tam olarak postmodernizmi desteklediği söylenemez. Bununla beraber, Kuhn’un da postmodernler gibi dilin semantik (kavram) boyutunu abartıp, referans boyutunu buna tâbî kılmaya çalıştığı doğru. Ama bilimle yakın bir ilişki içinde olan Kuhn’un, bilimin doğa (evren) hakkında bilgi vermediğini ileri sürmesi de zor. Onun iddiası daha mütevazı görünen şu iki tezle özetlenebilir sanırım:

  • Birbirini izleyen (ya da andaş) rakip iki bilimsel teoriden hangisinin doğru olduğuna rasyonel olarak nasıl karar verdiğimiz sorunlu Diğer bir deyişle, Kuhn’a göre bilim insanlarının rakip iki teori arasında seçim yapmak için her zaman rasyonel davrandığını söylemek zordur.
  • Bilimsel bilginin ilerlediği tezi sorunlu

Şimdi Kuhn’nun bu sonuçlara nasıl ulaştığına bakalım.

Kuhn’un bilimsel devrimlerin yapısıyla ilgili tezi iyi bilinir. Buna göre normal bilim yapma dönemlerinde bilim insanları paradigmatik bir örnek teoriyi temel alarak olgusal problemleri tek tek çözümlerler ve teoriyle açıklanamayan “anomaliler”i görmezden gelirler. Ancak anomaliler çoğaldıkça bilim krize girer ve bunu yeni bir paradigmatik teorinin kurulması izler. Bu yeni teori eski teorinin çözemediği problemleri çözmekten başka bir işe yaramaz (“araçsalcılık”). Hatta bazen eski teorinin açıkladığı olguların yeni teori tarafından açıklanamadığı da olur [Kuhn-kaybı (Kuhn-loss)].

Kuhn’un, Georges Canguilhem ve Gaston Bachelard gibi Fransız filozofların “epistemolojik süreksizlik” anlayışından yola çıkan “bilimsel devrimler” tezini ele almayacağım; itirazlarım olmasına rağmen bu tezin doğru olduğunu varsayıyorum. Esas problem Kuhn’nun “eş ölçümlü olmama tezi.” Bu tez kabaca birbirini izleyen (ya da andaş) rakip bilimsel teoriler arasında bunları rasyonel olarak karşılaştırmamıza imkân verecek ortak bir zemin (ortak nötral bir dil) olmadığını ileri sürer. İlgili literatürde “eş ölçümlü olmama” tezi genelikle üç değişik bağlamda ele alınır.

  1. Kuhn rakip bilimsel teorileri değerlendirecek ortak bir metodolojik standandart olmadığı görüşündedir. Mesela, bir iktisat teorinin mi yoksa fizik teorisinin mi daha doğru olduğunu sormanın saçma olması gibi, Newton’ın genel çekim kanunuyla Descartes’ın kozmoloji teorisini karşılaştırmanın da imkânı yoktur; çünkü bunlar aynı olayı (güneş sistemini) farklı sorular ve farklı metodolojilerle değerlendiriler. Newton teorisi uzaktan etki eden “çekim kuvveti”ne dayandığı için başlangıçta pek kabul görmemişti (O dönemde “çekim kuvveti” kavramı, gözlerinin önünde mıknatıs örneği olmasına rağmen anlaşılmaz geliyordu pek çok insana). Ama olayı anlamamızı (gözümüzde canlandırmamızı) sağlayan Descartes teorisi zaman içinde değer kaybetti ve Newton teorisinin “çekim kuvveti” açıklaması kabul gördü. Bilimin girdiği yolun doğru olmasına rağmen, belli bir rasyonaliteye dayanmadığı görüşündedir Kuhn; çünkü o zamanlar Descartes’ı reddetmemizin ve Newton’ı kabul etmemizin hiçbir rasyonel açıklaması yoktu.

Cevap: Eğer bilimin amacının güvenilir bilgi vermek olduğu düşünülürse, o zamanlar yapılan seçim rasyoneldir. Newton teorisi yer mekaniği (Galileo) ile gök mekaniğini (Kepler) birleştirdiği gibi, daha pek çok bakımdan yeni olgusal bilgi vermeye elverişlidir. Oysa Descartes’ın kozmolojisi yeni bilgilere ulaşmaya elverişli değildir; tek bir tezden ibarettir, gerisi yok. Kaldı ki Descartes kozmolojisi reddedilmemiş, zaman içinde unutulmuştur sadece. Eğer verimsiz bir tez olsaydı Newton da unutulurdu.

Üstelik Kuhn’un metodolojik eş ölçümlü olmama tezinin hilafına farklı amaçlarla ve farklı metodolojilere dayanarak yapılan çalışmalarda ulaşılan bilgilerin birbiriyle çelişmesi bilimde çok verimli sonuçlara ulaşmamıza yol açmıştır. Eş deyişle, farklı sorulara cevap arayan farklı metodolojiler kendi içinde tutarlıysa, bilim insanları bunlara dayanılarak ulaşılan sonuçların çelişik olması durumunu değerlendirir. Üstelik söz konusu çelişkiler bilimin ilerlemesini sağlar. Mesela yirminci yüzyıl başı itibarıyla Maxwell’in elektromanyetizmayla ilgili denklemleri Newton mekaniğiyle çelişiyordu, yani farklı sorulara cevap arayan ve farklı metodolojilere dayanan bu iki temel fizik dalı arasında bir çelişki vardı. Maxwell denklemleri ışığın boşlukta sabit bir hızla yayıldığını ima ediyordu. Oysa “Galileo göreliliği”ne dayanan Newton mekaniğine göre ışık, ışık kaynağının hızına bağlı olarak hızlandırılıp yavaşlatılabilmeliydi. Çelişki. Fakat bilim farklı metodolojilere dayan bu iki sonuçtan birini tercih edip diğerini unutmamıştır. Bu çelişki “Einstein göreliliği”ne (özel relativite teorisine) yol açmış, “Galileo göreliliği” terk edilmiştir. Keza, farklı metodolojilere dayanan ışığın (ve maddenin) parçacık teorisiyle dalga teorisi arasındaki çelişki Shrödinger denklemlerine, yani kuantum mekaniği teorisinin tamamlanmasına yol açmıştır.

Diğer bir deyişle, Kuhn’un tezinin tersine bilim farklı metodojilere dayanarak elde edilen çelişkili bilgileri bir araya getirerek çok önemli sorunları çözmüştür. Bilim ilerlerken önceden tahmin edilemeyen bazı olgular metodolojik olarak farklı yönlerde gelişen, çatallanan disiplinlere yol açsa da, bilim bunları zaman içinde bir tek teoride ifade etmeyi başarır çoğu zaman.

  1. Kuhn “eş ölçümlü olmama” tezini savunmak için ikinci bir argümana daha başvurur: Olguların teori bağımlı olması. Genel olarak epey zayıf bulunan bu argümana göre, bilim insanları teorileri nedeniyle doğayı farklı şekilde algılarlar; bildiğimiz “tavşan”/“ördek” optik illüzyonunda olduğu gibi. Burada Gestalt psikolojisi bağlamında birkaç deneye dayanır Kuhn. Bu deneyler gerçekten de bazı bilişsel beklentilerin kimi yanlış algılara neden olduğunu gösterir. Ama bunlar çok kısa süreli illüzyonlardır. Yüzyıllarca, kuşaklar boyu devam etmezler. Kaldı ki günümüzde deneyler komplike aygıtlarla yapılıyor vs. Üstelik kendisiyle çelişiyor Kuhn. Eğer bilim insanları teorileri nedeniyle illüzyon içindelerse teorilerini yanlışlayan “anomaliler”i nasıl tespit edebiliyorlar?
  2. Şimdi Kuhn’nun rakip bilimsel teorilerin “eş ölçümlü olmadığı” tezinin esas önemsememiz gereken bölümüne geliyoruz: Semantik eş ölçümlü olmama tezi.

Rakip teorilerin kavramları farklıdır. Mesela Newton’ın “uzay”, “zaman”, “kütle” gibi temel kavramları Einstein’ınkilerden tamamen farklı tanımlara sahiptir. O hâlde teorik “bütüncülük” gereği bu teorilerin semantik yapıları birbirinden tamamen farklıdır; bunları birbirine çevirmek olanaksızdır. Bu görüşün Kıta Avrupa’sındaki yapısalcılığa yakın olduğu söylenebilir. O hâlde bu farklı iki teori, hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu sapmamıza hizmet eden deney durumunu da farklı tanımlayacaklardır. Dolayısıyla, âdil bir “hakem dil”, teorilerden bağımsız nötral bir dil yoktur. O zaman iki problem çıkıyor ortaya:

  • Evet, rakip teorileri bir şekilde deneysel olarak karşılaştırıyoruz. Fakat bu karşılaştırmayı nasıl yaptığımızı rasyonel bir şekilde açıklayabilir miyiz?
  • Karşılaştırılan iki rakip teori semantik olarak “eş ölçümlü olmadığı”na göre (yani teorilerin dillerini birbirine çevirmek mümkün olmadığına göre) birinin diğerinden daha doğru olduğunu, yani bir dilin gerçekliği diğerinden daha iyi tasvir ettiğini hangi dile dayanarak ölçüyoruz? Bir başka deyişle, bir teorinin “doğru”ya diğerinden daha yakın olduğunu hangi dile dayanarak nasıl söyleyebiliyoruz? O hâlde bilimsel ilerlemeden nasıl söz ediyoruz?

Şimdi bu tezleri anlamaya çalışalım. Kuhn sürekli olarak farklı paradigmatik (normal bilim yapma) dönemlerindeki bilim insanlarının “farklı dünyalarda” yaşadığını anlatmaya çalışır. Mesela Newton paradigmasındaki bilim insanıyla Einstein pardigmasındaki bilim insanı “farklı dünyalarda” yaşar. Söylemek istediği şu: Farklı paradigmalardaki bilim insanları farklı semantik dünyalarda yaşarlar (Peki ama, bizzat Kuhn bu ikisinin farklı semantik dünyalarda yaşadığını görebileceği nasıl bir semantik dünyada yaşıyor? Kuhn’un gördüğünü bilim insanları görmüyor mu?). Referans da semantikle (anlamla, kavramla) belirlendiğine göre, bu farklı dünyalar deneysel olarak da farklı ele alınıyor olmalı. Başka bir deyişle Kuhn, postmodernler gibi dünyanın gerçekten nasıl olduğunun bilimsel teorilerin semantik yapısıyla belirlendiğini ileri sürmek ve böylece teorik dilin oluşmasında gerçekliğin nasıl olduğunun etkisini görmezden gelme eğilimindedir. “Eğilimindedir” diyorum, çünkü Kuhn bir yandan da dünyanın nasıl olduğunun bilimdeki etkisini görüyor elbette. Eş deyişle, postmodernler gibi açıkça teorik dilde dünyanın nasıl olduğunun öneminin olmadığını söyleyemiyor Kuhn. Paradoksal bir durumdan söz etmekle yetiniyor. Nasıl?

Öncelikle Kuhn’un dilbilimsel semantiğin klasik anlam teorisini benimsediğini düşünebiliriz, yani Kuhn’a göre teorik kelimelerin anlamları (kavramlar) referansın gerekli ve yeterli koşullarını tanımlıyor diye düşünebiliriz. Fakat anlamı ne belirliyor? Kuhn’un cevabı şu: Bilimsel teorinin dilsel bütünü, yapısı bilimsel terimlerin anlamını belirler (yaklaşık olarak postmodern dil anlayışı). Eğer teorik dil böyle bir yapıysa, bir A teorisi elektronu “a, a” şeklinde, B teorisiyse “b, b” diye tanımlasın. Bu durumda bu iki teori, onları karşılaştıracağımız “âdil” deney koşulunu tanımlamakta da anlaşamayacaklardır. Birine göre deney koşulu “a, a” elektron tanımına, diğeriyse “b, b” tanımına uygun şekilde düzenlenmeli. O hâlde bunları karşılaştırabileceğimiz ortak ve nötral bir dille tanımlanan bir deney koşulu düzenlenemez. Dolayısıyla,

– bu gibi teorileri rasyonel olarak nasıl karşılaştırabiliyoruz?

– Aynı şekilde bir teorinin (yeni teorinin) “doğru”ya diğerinden (eski teoriden) daha yakın olduğunu rasyonel olarak nasıl söyleyebiliyoruz? Diğer bir deyişle, bilimsel ilerlemeden nasıl söz edebiliyoruz? Çünkü bu gibi rakip teoriler aynı gerçek evrene bakıp semantik olarak eş ölçümlü olmayan evren tanımları veriyor. Hangisi ileri? Nereden belli? İşte Kuhn’nun esas ileri sürmek istediği idealindeki problem bu sanırım.

Teorik dilin semantiğinin ilk bakışta klasik anlam teorisine uyduğunu düşünmek anlaşılabilir bir durum; çünkü bu dil, doğal dillerden farklı olarak bulanık değildir: Kesin (gereklilik ve yeterlilik koşullarını veren) tanımlara dayanır. Üstelik teorik dil genellikle doğrudan gözlemlere elverişli de değildir; çünkü teorinin bazı terimleri teoriden bağımsız olarak doğrudan gözlemlenip ölçülemez. Mesela, zamanı Newton teorisinden bağımsız olarak ölçebiliriz. Ama Newton teorisinin çekim kuvveti kavramıyla tanımlanan büyüklüğü ancak yeryüzündeki bir cismin ağırlığını ölçmek suretiyle bulabiliriz. Ama bu ağırlığın çekim kuvveti olduğunu söylemek için teoriyi doğru kabul etmeliyiz: Totolojik. Daha iyi bir örnek, aynı teorinin kütle kavramı olabilir. Bu büyüklüğü doğrudan ölçmek mümkün değildir: Cismin ağırlığını yerin çekim ivmesine bölmelisiniz (G=mg). Teori doğrudan ölçemediğimiz, gözleyemediğimiz ancak teoriden yola çıkarak hesaplayabildiğimiz bu büyüklüğün cismin kütlesinin büyüklüğü olduğunu kabul eder. Diğer bir deyişle, en azından bazı teorik kavramların teoriden bağımsız olarak gözlemlenmesi mümkün değildir. Fakat hepsinin değil.

Gerçekten de Newton mekaniğinde, “bir cismin ağırlığı o cisimle dünya arasındaki çekim kuvvetidir” önermesi teori bağımlıdır. Dolayısıyla bu önerme, teorinin bütününün doğru olduğunu kabul edersek doğrudur; deneyde tek başına sınanamaz. Ama mesela Einstein’ın “ışık, kaynağının hızından bağımsız olarak boşlukta sabit bir hızla yayılır” önermesi teorinin bütününden ayrılarak deneysel olarak sınanabilir, yani bazı teorik önermeler deneysel olarak sınanabilir. Bu gibi deneylenebilir teorik önermelerin yanlışlanması bütüncülük ilkesi gereği tüm teoriyi yanlışlar.

Peki ama, bazı teorik önermelerden deneysel önermeleri nasıl elde ediyoruz? Bu güçlüğü aşmak için, bilimsel dilin “prototip” teorisine ve “bedenleşme hipotezi”ne uygun olduğunu düşünebiliriz; çünkü sonuç itibarıyla Newton teorisiyle Einstein’nınki tamamen farklı soyut uzay ve zaman (Einstein’da uzay-zaman süreklisi) kavramlarına dayanmakla birlikte, sonunda işte şu bildiğimiz somut uzay ve şu saatle ölçtüğümüz zamandan söz ediyorlar; bu soyut teorik kavramları da işte bu somut durumlardan hareketle kavrıyoruz zaten. Keza, Newton serbest düşme olayını çekim kuvvetiyle, Einstein ise uzay-zamanın eğrilmesiyle açıklamasına rağmen, bir cismin ağırlığını ölçme konusunda ikisi de anlaşacaklardır. Biri (Newton) ölçülen ağırlığı çekim kuvvetiyle, diğeri (Einstein) uzay-zaman eğriliğiyle açıklasalar da, ağırlık derken aynı şeyden, şu ölçtüğümüz somut durumdan söz ettiklerinde anlaşacaklardır. Demek ki iki farklı teorik kavramın bir ve aynı referansı var. Aynı şekilde yukardaki A ve B teorileri, deney setimizdeki şu kırmızı ışığın yanmasının elektronu ölçtüğünde anlaşırlar. Ama birine göre kırmızı ışığın yanmasının nedeni “a, a”, diğerine göre “b, b” dir. Zaten bilim insanlarının deneyde fiilen uyguladığı da böyle bir prosedürdür. Bilimin amacının dünya hakkında güvenilir bilgi üretmek olduğu da düşünülürse bu rasyonel bir tutumdur. Acaba?

Ama dikkat! İlgili literatürde Kuhn’u eleştirmek için, semantik yapıları farklı iki teorinin belli bir ortak referans zemininde karşılaştırılabileceği açıkça ortaya konmuştur zaten. Fakat bu ortak referans, semantik dünyaları farklı iki teorinin birbiriyle rakip olabilmesinin sedece gerek koşuludur. Zaten Kuhn da buna itiraz etmez. Kuhn’un ortaya koyduğu esas problem şu: Ortak referanslı iki teorinin “rakip” teoriler olması için bunlardan mantıken çelişik deneysel önermeler de elde edebilmemiz lâzım. Bir iktisat teorisiyle bir fizik teorisi aynı somut “masa” hakkında farklı önermeler ileri sürebilir. Ama bunların çelişik olduğu söylenemez. O hâlde farklı semantik yapıları olan teorilerin rakip teoriler olabilmesi için, bunların kendi aralarında mantıken çelişik de olması gerekir; yeter şart budur.

Fakat farklı semantik dünyaların önermelerinin çelişik olduğunu nasıl göstereceğiz? Farklı semantik dünyaların, mesela Eucleides geometrisiyle Lobaçevski geometrisinin (hiperbolik geometrinin) üçgenin iç açılarıyla ilgili teoremlerinin kendi aralarında çelişik olduğunu göstermek için, bu iki dilin önermelerini birlikte içeren bir üst dile ihtiyaç var gibi duruyor; çünkü bunların üçgen kavramları tamamen farklı, eş ölçümlü değil. Birinin üçgen kavramı diğer semantik dünyada hiçbir şeye denk düşmüyor. Yok. O hâlde karşılaştırılamaz bunlar; dolayısıyla çelişik oldukları da söylenemez. Ama şimdi bir de bu soyut semantik dünyaları, sözgelimi mimarların ya da astrofizikçilerin yaptığı gibi, gerçek somut dünyaya referansla ele alalım. Mesela belli bir somut üçgenin iç açıları hakkında öndeyide bulunsunlar. Tablo hızla değişecektir. Bunlar, üçgenin iç açılarıyla ilgili çelişik öndeyilerde bulunurlar. Dünya ölçeğinde Lobaçevski gider, Eucleides kalır. Evren ölçeğindeyse Eucleides de gider, Rienmann kalır.

Yukarıda şunu göstermeye çalıştım: Farklı teorik semantik dünyalar arasında mantıken çelişki olduğunu göstermek için, bilimde prototip diline daha yakın deneysel önermeleri temel alırız. Mesela, “Merkür’ün yörüngesi” kavramının doğada nasıl bir duruma gönderme yaptığı Newton ve Einstein teorileri için de nettir. Ve bunlar çelişkili öndeyilerde bulundukları konusunda da hemfikirdir. Belli bir t ânında Merkür’ü, şu şu uzay koordinatlarında gözlemlemeliyiz. Hayır, bu bu uzay koordinatlarında gözlemlemeliyiz. Geriye kalan, hangisinin yanlış olduğunu gösterecek gözlemi yapmak. Newton gider, Einstein kalır. Bu durum “formel” açıdan yeterli olmayabilir. Dünyadaki hiçbir somut üçgen, geometrinin ideal üçgeninin koşularını karşılamaz. Ama bilimsel pratikte yapılan budur ve bu tutum yeterince rasyonel gözüküyor. Demek ki, bir tür bulanık mantık sayesinde teorik önermelerden deneysel önermelere geçiyor olabiliriz.

Bilimin referans evreni günlük dilimizin referans evreni olduğu ölçüde, güvenilir bilginin ilerlediğini de söyleyebiliriz. Genel relativite sayesinde Satürn’deki saatin Dünya’daki benzerine göre geri kalacağını ya da evrende kara delikler olduğunu biliyoruz. Hâlbukî, daha yüzyıl önce böylesi bir durumu hayal bile edemezdik. Bilimsel bilgi ilerliyor.

Bununla beraber bilim, evrenin doğrudan gözlemlenemeyen özellikleri hakkında teorik bilgi de verir; “yerçekimi alanında uzay-zaman süreklisi eğrilir” gibi. Peki, evren hakkında bu gibi teorik bilgilerin ilerlediğinden nasıl emin olabiliriz? Tanımı gereği teorik bilginin ilerlediğine dair gözlemsel delilimiz olamaz. Bu noktada ancak gözlemlenebilir bilgimizdeki büyük ilerlemenin teorik bilgimizin ilerlemesiyle mümkün olabileceği tezini ileri sürebiliriz. Fakat bu tezi nasıl kanıtlayabiliriz? Bu hakikaten sorun.

Bilimsel Teorilerin Alt-belirlenimi (Underdetermination)[16]

Yaşlı bir adamın evinde öldürülmüş olarak bulunduğunu düşünelim. Kapı zorlanarak açılmış ve kasadaki para alınmış. Bu olgulara bakarak bir soygun teorisi geliştirebiliriz. Ama ikinci bir teori de mümkün: Bir başkası başka bir amaçla (mesela miras için) yaşlı adamı öldürmüş ama soygun süsü vermiş de olabilir. Bir üçüncü, dördüncü teori de mümkün.

Aynı olgu durumunu açıklamak için çok sayıda eşit olarak mümkün teori üretilebilir. Bu yorumlardan birini tercih etmemizi gerektiren bir olgu durumu yoktur, yani olgular hiçbir teoriyi zorunlu olarak gerektirmez (alt-belirlenim). Bilim felsefesinde bu tipteki güçlükleri aşmak için bazı normatif ölçütler belirlenmiştir.[17] Fakat teori seçimi açısından bunlar da yeterli olmayabilir. Mesela, bugün kuantum mekaniğinin çok sayıda gerçekçi yorumu var. Bu durumda ne yapmalı?

Bu durumda bilim insanları, eşit olarak mümkün teorilerden ilk üretilen gerçekçi teoriyi resmî görüş olarak kabul eder. Kuantum mekaniği örneğinde bu ilk teori, Kopenhag yorumu olarak bilinen teoridir. Ama bilim aynı zamanda “araçsalcı” bir noktaya çekilerek kuantum mekaniğinin gerçekçi teorisinin henüz netleşmediğini de ifade eder. Rasyonel bir tutumdur bu.

Fakat alt-belirlenim tezi bilimin de bir sosyal pratik olduğuna, o hâlde akademinin yozlaşmaması için mutlaka politik bir mücadele verilmesini gerektiğine işaret ediyor. Belki postmodernlerle en azından bu bakımdan uzlaşılabilir.

Sonuç: Postmodern epistemik relativizm, dilin semantik yapısının oluşmasında dış dünyanın önemli bir faktör olmadığı tezine dayanır.

Oysa bugün, hem semantikte hem de bilhassa nöro-biyolojide “prototip teorisi”, “nedensel anlam teorisi” ve “bedenleşme hipotezi” kabul görüyor. Bu durumda, dilin semantik yapısının belirlenmesinde dış dünyanın gerçekten nasıl olduğu önemli ölçüde etkilidir.

O hâlde postmodern dil anlayışı yanlıştır.
O hâlde postmodern epistemik relativizm yanlıştır.
O hâlde postmodernizm yanlıştır.
IV. Liberal Rasyonalite, Sosyalist Rasyonalite

Azraille satranç oynuyorsanız rasyonel olmak zorundasınız. Aslında bakarsak, bu dünyada hepimizin durumu budur.

Yukarıda araçsal rasyonalite adını verdiğim durumu temel almıştım. Eğer bir insan acı çekmeden intihar etmek istiyorsa, (a) değil, (b) zehrini içmelidir. Demek ki araçsal rasyonalitenin evrensel olduğunu düşünebiliriz. Ama bu tanım şu soruya cevap vermez: Peki ama intihar etmek rasyonel midir? Bu sorunun cevabı kişiden kişiye değişecektir. Demek ki mutlak anlamda evrensel bir rasyonalite tanımı veremiyoruz. Acaba?

Rasyonalite konusundaki önceki çalışmalarımda,[18] bu kavramı tarihe ve insanların değer yargılarına bağlamaktan çıkarıp natüralist bir kavram hâline getirmeye çalışmıştım. Başka bir deyişle, rasyonaliteyi sadece insan aklının değil, biyolojik doğanın bir özelliği olarak, yani nesnel bir kavram olarak tanımlamaya çalışmıştım. Mesela, beyin gibi zedelenebilir ama hayatî önemi olan bir organın kafatasının içinde olması rasyoneldir. Ama hangi maksada göre rasyoneldir? Doğada bir “telos” yok. Evet ama, canlılık olayları ancak belli bir yönde gelişebilir. Adaptasyonu olmayan canlıların soyu tükenir. Evrim teorisinin söylediği bu. Bu durumda, “adaptasyona dayalı özellikler rasyoneldir” diyebiliriz. Öyleyse artık rasyonalite kavramını alışıldığın dışında kullanıyoruz; dili manipüle ettik. Bu durumda intihar etmek, “her zaman değilse de pek çok durumda biyolojik olarak rasyonel (adaptasyona dayalı) değildir” diyebiliriz. İntihar eden canlıların soyu tükenir.

Postmodernler rasyonaliteyi pek sevmez. Oysa Karl Marx, kapitalizmi rasyonel olduğu için değil, yeterince rasyonel olmadığı için eleştirmişti. Endüstriyel toplumda ve liberal piyasa ekonomisinde rekabet, “kâr oranlarının düşme eğilimine girmesi”ne neden olur. Kapitalizm miyoptur. Sonuç, artan işsizlik oranları ve ekonomik krizlerdir. Bu durumun dünyadaki savaş, global ısınma gibi malûm kötülüklere ciddi şekilde katkısı olduğunu da düşünebiliriz. Demek ki, üretim araçları sahiplerinin kendileri açısından rasyonel seçimleri, geniş ölçüde insanlığın zarar görmesine yol açar. Oysa sosyalist rasyonalite, dünyayı tüm insanlar açısından daha yaşanılır hâle getirebilir.

Sonuç: Karl Marx’ın kapitalizm eleştirisi (bilimsel sosyalizm) aşılamamıştır. 


Kaynakça

Almeder, Robert, “Pragmatism and science”. The Routledge Companion to Philosophy of Science,  ed. Stathis Psilllos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2008.

Bertolet, Rod, “Philosophy of language”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, ed. Stathis Psillos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2008.

Bird, Alexander, “The historical turn in the philosophy of science”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, ed. Stathis Psillos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2008.

Derrida, Jacques, De la grammatologie, Les Éditions de Minuit, Paris, 1967.

Devitt, Michael, Realism/anti-realism, The Routledge Companion to Philosophy of Science, ed. Stathis Psillos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2008.

Doppelt, Gerald, “Values in science”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, ed. Stathis Psillos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2008.

Douven, Igor, “Underdetmination”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, ed. Stathis Psillos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2008.

Ellis, Brian, “Essentialism and natural kinds”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, ed. Stathis Psillos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2008.

Foucault, Michel, Histoire de la folie a l’âge classique, Gallimard, Paris, 1961.

Foucault, Michel, Les mots et les choses: Une archéologie des Sciences humaines, Gallimard, Paris, 1966.

French, Steven, “The Structure of theories”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, ed. Stathis Psillos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2008.

Kearns, Kate, Semantics, Palgrave Macmillan, Hampshire ve New York, 2000.

Kemmerer, David, Cognitive Neuroscience of Language, Psychology Press, 2015.

Keskin, Ferda, Problematization and Games of Truth: Michel Foucault’s Analysis of Constitution of the Subject in Political Modernity, Yayımlanmamış doktora tezi, Colombia University, New York, 2002.

Kuhn, Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yay., İstanbul, 2017.

Lakatos, Imre, Bilimsel Araştırma Programlarının Metodolojisi, çev. Duygu Uygun, Alfa Yay., İstanbul, 2014.

Lakoff, George, “Mapping The Brain’s Metaphor Circuitry: Metaphorical Thought in Everday Reason,  Frontiers in Human Neuroscience, Sayı 8, Makale 958.

Lyotard, J.-F., La Condition postmoderne, Les Éditions de Minuit, Paris, 1979.

Martin, Alex, “The Representation of Object Concepts in the Brain”, Annual Reviev of Psychology, Cilt 58, 2007.

Miller, Alexander, Philosophy of Language, Routledge, Londra ve New York, 2007.

Nasrabadi, Nasser M. “Pattern Recognition and Machine Leaning”, Journal of Electronic Imaging, Cilt 16, Sayı 4, 2007.

Rorty, Richard, Philosophy and Mirror of Nature, Princeton University Press, New Jersey, 2009.

Rosenberg, Alex, Philosophy of Science: A Contemporary Introduction, Routledge, Londra ve New York, 2000.

Stemmer, Brigitte ve Whitaker, Harry A., Handbook of the Neuroscience of Language, Elsevier Academic Press, Londra, Amsterdam, Burlington ve San Diego, 2008.

Tura, Saffet Murat, Beynin Gölgeleri: Bir Psikiyatri Felsefesi, Metis Yay., İstanbul, 2016.

Tura, Saffet Murat, Madde ve Mana: Rasyonalitenin Kökeni, Metis Yay., İstanbul, 2010.

Tura, Saffet Murat, Zor Problem: Bilinç: Bilinç Nörobiyolojisinin Fenomenal Dünya Yorumu, Metis Yay., İstanbul, 2018.

Viereck, Peter, Metapoltics: From Wagner and German Romantics to Hitler, ed. Stathis Psillos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2003.

Wittgenstein, Ludwig, Felsefi Soruşturmalar, çev. Haluk Barışcan, Metis Yay., İstanbul, 2007.

Worrall, John, “Theory-change in science”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, ed. Stathis Psillos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2008.

[1] J.-F. Lyotard, La Condition postmoderne, Les Éditions de Minuit, Paris, 1979.

[2] Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, çev. Haluk Barışcan, Metis Yay., İstanbul, 2007.

[3] Kate Kearns, Semantics, Palgrave Macmillan, Hampshire ve New York, 2000.

* Nominalizm (Adcılık): İnsan, hayvan, yıldız, devlet gibi jenerik terimlerin (eski adıyla evrensellerin), mesela “kırmızı” kavramının gerçeklikte bir karşılığı olmadığını savunur. Dünyada çeşitli kırmızılar vardır ama doğada evrensel bir kırmızı kavramına tekabül eden bir özellik yoktur. Kırmızı bizim tekil örneklerden yola çıkarak geliştirdiğimiz soyutlamaya verdiğimiz isimdir.

Bazı Amerikalı yazarlar Wittgeintein’ı pragmatist çerçevenin içinde değerlendirir.

[4] Jacques Derrida, De la grammatologie, Les Éditions de Minuit, Paris, 1967.

[5] Michel Foucault, Histoire de la folie a l’âge classique, Gallimard, Paris, 1961; Les mots et les choses. Une archéologie des Sciences humaines, Gallimard, Paris, 1966.

[6] Ferda Keskin, Problematization and Games of Truth: Michel Foucault’s Analysis of Constitution of the Subject in Political Modernity, Yayımlanmamış doktora tezi, Colombia University, New York, 2002.

[7] Richard Rorty, Philosophy and Mirror of Nature, Princeton University Press, New Jersey, 2009; Robert Almeder, “Pragmatism and science”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, ed. Stathis Psilllos ve Martin Curd, Routledge, Londra ve New York, 2008.

[8] Alexander Miller, Philosophy of Language, Routledge, Londra ve New York, 2007; Alex Rosenberg, Philosophy of Science: A Contemporary Introduction, Routledge, Londra ve New York, 2000; Rod Bertolet, “Philosophy of language”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, Londra ve New York, 2008; Steven French, “The Structure of theories”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, Londra ve New York, 2008.

*** Rorty postmodernizmini diğerlerinden ayırt eden politik liberalizmidir. O, epistemik relativizmi politik bir mücadele aracı değil, bir barış, bir arada yaşama aracı olarak görür. Aslında Derrida’nın ya da Lyotard’ın da başka bir şey kastettiğini düşünmüyorum. Ama bilhassa Rorty “kavgacı” değildir. Eşitlikçi, özgürlükçü ve barışçıdır. Bilimin iktidarla ilişkisi olsa bile, onun iktidardan ibaret olduğunu da söylemez.

[9] Michael Devitt, “Realism/anti-realism”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, Londra ve New York, 2008.

[10] David Kemmerer, Cognitive Neuroscience of Language, Psychology Press, New York ve East Sussex, 2015; Brigitte Stemmer ve Harry A. Whitaker, Handbook of the Neuroscience of Language, Elsevier Academic Press, Londra, Amsterdam, Burlington ve San Diego, 2008; Alex Martin, “The Representation of Object Concepts in the Brain”, Annual Review of Psychology, Cilt 58, 2007, ss. 25-45.

[11] Saffet Murat Tura, Beynin Gölgeleri: Bir Psikiyatri Felsefesi, Metis Yay., İstanbul, 2016; Zor Problem: Bilinç: Bilinç Nörobiyolojisinin Fenomenal Dünya Yorumu, Metis Yay., İstanbul, 2018.

* Dilin algılarımızı değiştirdiği, farklı kültürlerde farklı nöral ağlar ve bağlantılı fenomenal yaşantıların oluşacağı da unutulmamalı. Bir Müslüman elbette dünyayı bir Hıristiyandan farklı değerlendirir. Bir degüstatör, konuya özel dili sayesinde bizim tadamayacağımız tatları algılar. Dikkat mekanizmasıyla bağlantılı olan bu durum prototip teorisini etkilemez. Keza bir Eskimonun “ev” prototipi de bizimkinden farklı olacaktır. Ama bunlar, soyut kavramların (prototiplerin) gerek-şartının algılar olduğu tezini sarsmaz; tam tersine, dil degüstatörün aldığı özel tada dikkat çeker sadece, onu yaratamaz.

Bu tezin güçlü versiyonunda tüm kavramlar (kavramların nöral haritaları) beyinde bedenin temsil edildiği nöral haritalarla sinaptik bağlantı içinde “metaforik” olarak kurulabilir.

[12] George Lakoff, “Mapping The Brain’s Metaphor Circuitry: Metaphorical Thought in Everday Reason”, Frontiers in Human Neuroscience, Sayı 8, Makale 958.

[13] Nasser M. Nasrabadi, “Pattern Recognition and Machine Leaning”, Journal of Electronic Imaging, Cilt 16, Sayı 4, 2007.

* Einstein’ın genel relativite teorisi Merkür’ün yörüngesindeki düzensizlikleri açıklamak için ileri sürülmemiştir. Bu teori, başka pek çok şeyin yanında Merkür’ün yörüngesini de açıklar.

[14] Imre Lakatos, Bilimsel Araştırma Programlarının Metodolojisi, çev. Duygu Uygun, Alfa Yay., İstanbul, 2014.

[15] Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yay., İstanbul, 2017; Alex Rosenberg, Philosophy of Science: A Contemporary Introduction, Routledge, Londra ve New York, 2000; John Worrall, “Theory-change in science”, The Routledge Companion to Philosophy of Science, Routledge, Londra ve New York, 2008; Alexander Bird, “The historical turn in the philosophy of science”, The Routledge Companion to Philosophy of Science.

[16] Igor Douven, “Underdetermination”, The Routledge Companion to Philosophy of Science.

[17] Gerald Doppelt, “Values in science”, The Routledge Companion to Philosophy of Science.

[18] Saffet Murat Tura, Madde ve Mana: Rasyonalitenin Kökeni, Metis Yay., İstanbul, 2010; Beynin Gölgeleri: Bir Psikiyatri Felsefesi, Metis Yay., İstanbul, 2016.