Her insan teki kendi bireysel varoluşunu aydınlatmak ister. Felsefe tarihi de insanın kendini ve dünyayı şu ya da bu biçimde kavramaya çalıştığı ve bunun mücadelesini verdiği uzunca bir serüvendir. Bu serüven içinde yaygın bir eğilim olan rasyonalizme göre gerçekliğin akla uygun bir açıklaması vardır. İnsan aklı dünyayı olduğu gibi kavrayabilir. Buna karşın Camus’nün de içinde yer aldığı varoluşçu gelenek aklın bu dünyayı kavrama noktasında yetersiz kaldığı görüşündedir. Gerçekliğin bilinebilirliği konusunda şüpheci bir yaklaşımı benimseyen Camus için kendi deyimiyle; “yalnızca görünüşlerin dökümü yapılabilir, yalnızca iklim duyurulabilir”.
Camus’nün eserleri başta Sartre olmak üzere diğer varoluşçularla aynı temalara değinir: birey, absürd, özgürlük ve sorumluluk. Camus, felsefi denemerinin yanında Yabancı, Veba, Düşüş gibi çok güçlü edebi eserler yazmıştır. Denilebilir ki, edebi eserlerinde insanlık durumu hakkında ortaya koyduğu saptamalar, aslında onun felsefi bakış açısının ete kemiğe bürünmüş halidir.
Bu bağlamda, yakın bir tarihte Öteki Yayınevinden çıkan Ali Osman Gündoğan’ın Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi kitabı bize Camus’yü yaşamı, sanatı, felsefesi ve eserleriyle bütünlüklü bir şekilde anlama fırsatı sunan oldukça titiz bir çalışma. Kitabın giriş bölümü özellikle Camus’nün kişisel yaşamına, bununla birlikte, çağının olumsuz etkiler bırakan birçok olayı karşısında takındığı zaman zaman tartışmalı politik tutuma ve tüm bunların eserlerine nasıl yansıdığına odaklanıyor. Kitabın ikinci ve üçüncü bölümü ise onun iki büyük felsefi denemesinde ortaya koyduğu absurd ve başkaldırı temalarına değiniyor. İlk bölüm bu bağlamda Sisifos Söyleni’ni merkeze alırken, ikinci bölüm Başkaldıran İnsan kitabına odaklanıyor.
Camus, Sisifos Söyleni’nde, insanın dünyayı anlama isteğine karşılık bulamaması ve sonuç olarak ortaya çıkan absürt duygusunu sorgulamış, felsefe açısından cevaplanması gereken en önemli sorunun “yaşamın yaşanmaya değip değmediği” sorunu yani intihar olduğunu belirtmiştir.
Camus‟nün felsefesinde intihar, hayatın anlamı sorununu aydınlatmada kilit bir kavram rolündedir. Camus‟ye göre intihara neden olan şey absürt duygusudur. Bu duygu, Gündoğan’ın deyimiyle “insanın dünyadan kopuşunun, onunla anlamlı ve özlemlerine uygun düşen bir ilişkiyi kuramayışının bir ifadesidir.” Camus‟nün “basit kaygı” olarak adlandırdığı bu duygu, insan ile dünya arasında açılan ve gittikçe büyüyen bir uçurumun yarattığı sarsıcı baş dönmesidir. Birdenbire hayatın tekdüze akışını sekteye uğratan ve insanı dünyaya yabancılaştıran bu duygu absürdün uyanışını ifade eder. Onun deyimiyle, “kişi günlük devinimler zincirinin koptuğu, yüreğin kendisini yeniden düğümleyecek halkayı bir türlü bulamadığı garip bir tinsel durum içindedir” (Camus, Sisifos Söyleni, s. 24). Başka bir deyişle, insan, anlamını kavrayamadığı dünyanın bu akıldışı yoğunluğunu sezinleyerek, kendisine de dünyaya da yabancı olduğunu fark eder. Dolayısıyla absürt olan, bu akıl dışı olan ile çağrısı kendisini derin bir şekilde insana duyuran açıklık isteğinin karşı karşıya gelmesidir (Camus, Sisifos Söyleni, s. 31). Asıl soru şudur: bununla yaşanabilir mi, yoksa bundan dolayı ölmek mi gerekir?
Camus’ye göre ölümü seçmek, yaşamın bizi aştığını ya da onu anlamadığımızı söylemektir. Eğer insan ölmeye yanaşmıyorsa o halde yaşamı seçiyor demektir. Bu da yaşama, göreli de olsa bir değer vermektir. Camus’ye göre absürtten kaçış olanaksızdır, ancak onunla birlikte ona karşı yaşamak söz konusu olabilir. Bu da başkaldırı ile mümkündür. Camus için başkaldırı yaşama değerini veren şeydir. Onun bakış açısından insanın yaşamı seçmesi demek, R. M. Albérès’in deyimiyle “yaşamın saçma, dünyanın haksız, Tanrının sağır olabileceğini düşünmüş olması” ve buna rağmen tıpkı Sisifos gibi kendi yaşamının ağırlığını taşımaya gönüllü olması demektir. Dolayısıyla bir aşık, bir oyuncu ya da bir serüvenci gibi bu dünyaya bağlı kalarak ve hiçbir şeyi maskelemeden yaşamak yeterlidir. Başkaldırı, işte bu temelde ortaya çıkan, absürd bir varoluşu anlamla kuşatan ve bireye sahici bir özgürlüğü yaşama imkanı veren direnme gücüdür.
Camus’ye göre başkaldıran insan öncelikle, ‘Hayır’ diyen biri”dir. Ona göre bu “hayır”, bir sınırın varlığını ortaya koyar. Bununla birlikte, başkaldıran insan aynı zamanda” evet” diyendir. “Evet” ise bu sınırla birlikte, bu sınırın berisinde korumak istediğimiz değerlere vurgu yapar (Camus, Başkaldıran İnsan, s. 21). Korumak istediğimiz sınırlara müdahale edildiği an buna tepki göstermek ve “hayır” demek bir şekilde haklılığımızı ortaya koymaktır. Çünkü “her başkaldırma, bir haksızlığa karşı başkaldırmadır. Bundan dolayı da, başkaldırmanın temelinde yatan şey adalet duygusudur.” Başkaldıran insan, kendisine haksızlık yapana karşı “Ben varım ve benim
varoluşumun saygı gösterilmesini istediğim sınırları var” demektedir. Kişinin kendisini bu şekilde olumlaması kendisiyle ilgili bir değer yargısını oluşturmaya yöneliktir. Bu durumda başkaldırma ilkin, insanın kendini onaylamasının da bir aracı olmaktadır. (Gündoğan, s. 136).
Her başkaldırı başkaldıran kişide aynı zamanda bir bilinç yaratır. Başkaldıran kişi, birdenbire bilincine vardığı ve kendi varlığında kabul edilmesini, saygı gösterilmesini istediği bu değerle ya tümden özdeşleşmeyi ister ya da bir hiç olmayı yani egemen olan gücün kendisini ezmesini kabul eder. “Ya hep ya hiç” şeklinde ortaya çıkan bu tavır, başkaldırının bireyi aştığının ve buradan ortak bir değere, bir çeşit hakka geçişe yöneldiğinin ifadesidir. Bu yönelim, kendisinde ve tüm insanlarda saygı duyulmasını istediği bir sınırı açığa vurduğundan, başkaldıran kişinin eylemi asla bencil bir eylem değildir. İstediği, tüm insanlar için geçerli olacak ortak bir değerin benimsenmesidir. Camus Descartes’ın cogitosuna gönderme yaparak şöyle der; “Başkaldırıyorum, öyleyse varız”. Dolayısıyla insan, varolmak için başkaldırmak zorundaysa bu cogitoda o yalnızca kendi varlığını değil, bu eylemi aracılığıyla başkalarının varlığını da kesinlemiş olur.
Camus’nün Başkaldıran İnsan kitabında üzerinde durduğu bir diğer konu başkaldırı ve cinayet ilişkisidir. O, bilhassa devrim gibi tarihsel başkaldırıları, cinayeti ve insan öldürmeyi meşrulaştırdığı için eleştirir. Camus’ye göre başkaldırı insani değerlere duyulan güven üstüne kurulur, bir başka deyişle “hayır”dan önceki bir “evet”i varsayar; devrimler ise günün birinde gerçekleşecek bir “evet”i üretmek için her türlü şiddet ve cinayeti meşrulaştırabilirler. Kişisel yaşamında da şiddete karşı tavır almış bir düşünür olan Camus’nün başkaldırı ahlakı, Simone Weil‟in şu sözünü anımsatmaktadır: “Ahlaki olarak amaçlanan şey, insani değerlere kendi içinde ya da başka açıdan gölge düşüren hiçbir şeyi yapmamaktır”. Yaşam hakkına saygı duymayan ve bu hakkı korumayan bir başkaldırı eyleminin tüm insanlar için insancıl bir gelecek yaratma şansı olamaz. Doğrular adlı oyunda Dora karakterinin söylediği gibi; “Tek çıkar yol ölümse, biz doğru yolda değiliz. Doğru yol insanları yaşama, güneşe götürendir” (Camus, Doğrular, s. 86)
Camus’nün başkaldırı anlayışı ısrarla sınır düşüncesinin altını çizer. Bu bakımdan, başkaldırı, sınır bilincini ne ölçüde korursa o denli sarsılmaz olur. Çünkü sınırlarını unutan ve kinle dolan bir başkaldırı, Camus’ya göre yalnızca hınç ve zorbalıktır. Burada asıl önemli olan kendimiz için istediğimiz özgürlüğü diğer insanlar için de istemektir. Bu bağlamda Camus’nün eserlerinin dayanışmaya, hümanizme ve uzlaşmaya yaptığı vurgunun ve O’nun araçlarla amaçlar arasındaki bağlantının önemine ilişkin eleştirilerinin, ulusal ve uluslararası düzeyde demokrasi kültürünün gelişimi açısından son derece önemli çıkarımlara sahip olduğunu söyleyebiliriz.
Gündoğan’ın Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi adlı kitabı kendi deyimiyle bir sanatçıfilozof olan Camus’yü, dünyanın akıldışılığı ve kötülüğü karşısında yine de direngen ve iyimser kalan bu düşünürü, tüm çelişkileriyle anlamak ve eserlerinin ardındaki motivasyonu ve felsefi spekülasyonlarının dayanaklarını, aynı zamanda yaratttığı tartışmaları değerlendirmek açısından dili ve içeriğiyle oldukça titiz ve özenli bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkıyor.