Ütopyalar, varolan siyasal ve toplumsal düzenden duyulan hoşnutsuzluk üzerine kaleme alınan, yazarının kurulu düzene bir başkaldırısı olarak okunabilecek ideal toplum tasarımlarıdır. Bilinen ilk ütopya örneklerinin ortaya çıktığı Antik Yunan toplumundan günümüze düşünürler daha iyi bir yaşam ve toplumsal düzen kurgusu yapmaya çalışmışlardır. Bu amaçla yazılan ütopyalar, insanların daha iyi olana, eşitliğe, adalete, mutluluğa duydukları özlemi yansıtırlar. Aynı zamanda mevcut düzene bir alternatif olma özelliğini taşıyan ütopyalar, bunu yaparken kendi çağlarının yönetim biçimlerinden, ekonomik uygulamalarından, düşünce akımlarından, toplumsal cinsiyet ilişkilerinden etkilenmiş, mevcut uygulamaları değiştirmeye, olumsuz gördüklerini ortadan kaldırmaya yönelik öneriler sunmuşlardır.
Bu makale, ütopyalardaki kadın imgesinin peşine düşerek, ütopyaların toplumsal cinsiyet çerçevesinde nasıl yapılandırıldıklarını ortaya koyma amacını taşıyor. Bu çerçevede, ütopyaların toplumsal cinsiyete bağlı yapılanmasındaki farklılıkları ve benzerlikleri ortaya koyarak özellikle feminist bir duruşla yazılmış ütopyaların bu konuya yaklaşımlarındaki farklılıkları, klasik ütopyacı düşünceden ayrıldıkları noktaları belirlemeye çalışıyor.
Ütopya Kavramı ve Ütopya Türleri
İlk kez Thomas More tarafından kullanılmış olan “utopia” sözcüğünün kökü Yunancadır. Utopia, yer anlamına gelen topos sözcüğünün önüne yok anlamını içeren ou olumsuz takısının ve aynı zamanda iyi anlamına gelen eu takısının getirilmesiyle oluşturulmuş, olmayan yer anlamıyla birlikte mutlu yer anlamını da taşıyan bir sözcüktür. More’un 1516’da yayınlanan mükemmel ada devleti Utopia’nın anlatıldığı eserinin adı bugün bu türün genel adı olarak kullanılmaktadır. Ütopya yazınının ilk örneklerine Eski Yunan ve Arap efsaneleri ile İbrani Paygamberlerinde rastlanmaktadır. Homeros’un eserlerindeki düşsel devletler ya da Atlantis gibi efsaneler ve Eski Ahid ilk ütopya örnekleri olarak görülmektedir. Ancak sistematik bir devlet tasarımı olarak ütopyanın ilk ve en önemli örneklerinden biri Platon’un Devlet diyaloğudur. Rönesans dönemine kadar Hristiyanlığın kendi cennet tasarımını ideal düzen olarak belirlemesinin de etkisiyle duraklama gösteren ütopya yazımı, tekrar ivme kazanmış, böylelikle bilimin ve hümanizmin ön planda olduğu akılcı düzenlemelere yer veren toplum tasarımları ortaya çıkmıştır. Thomas More’un “Utopia” sı ve Francis Bacon’ın “Yeni Atlantis” i bu dönemde yazılmış klasik ütopyalara en iyi örneklerdir.
19.ve 20. yüzyıl boyunca devam eden ütopya yazımı dönemin önemli düşünürleri ve yazarları tarafından bir eleştiri aracı olarak kullanıldı. Bu dönemde ütopyanın kendisine de eleştiriler getiren eleştirel ütopyalar kaleme alındı. Yine ütopya geleneği içinde değerlendirilen ve ütopyanın farklı bir türü sayılan karşı ütopyalar (distopya) en önemli örneklerini 20. yüzyılda verdi. I. ve II. Dünya Savaşı, Stalin ve Nazi Almanya’sı dönemini yaşamış olan yazarlar tarafından ortaya konan karşı ütopyalarda, mükemmel ve uyumlu bir toplumsal düzen yaratmak adına ezilip yok edilen bireyin acısı dile getirilir. Nail Bezel’in ifadesiyle, “ütopya bir yeryüzü cennetini ifade ederken, karşı ütopya, kafalarındaki cenneti kurmak isteyenlerin yol açtıkları cehennemi sergiler”.
18.ve 19. Yüzyıllarda gelişen kadın hareketi ile kadının statüsünün gündeme gelmesi ve aynı zamanda kadınların politika, felsefe ve sanat dünyasında etkin olarak yer almaya başlamalarıyla, hem ideal devlet örgütlenmesinin tasarlandığı hem de kadının bu düzen içindeki konumunun sorunsallaştırıldığı yapıtlar ortaya konmaya başlandı. Bu dönemde erkeklerin kaleme aldığı cinsiyet temelli ütopyalar bulunmakla birlikte bunlar feminist ütopyalar olarak değerlendirilemez. Kadın sorununu işleyen bu ütopyaların temel sorunu, erkeklerin cinsel fantazilerinin bir uzantısı olarak geliştirilmiş olmalarıdır. Bir çok eserde erkeklerin sorumluluk sahibi olmadan yaşayabilecekleri cinsel fantazilerinin ütopik dünyası resmedilmiştir. Oysa aynı yüzyılda kadınların hak ve eşitlik taleplerinden feyz alınarak Mary Griffith’in ekonomik temelli ütopyası “Üç Yüz Yıl Ötede”, Louisa May’in kadınların ekonomik olarak özerk olduğu bir dünyayı anlattığı “Emek” isimli ütopyası, Annie Danton Cridpe’nin ataerkilliğin aşırılaştırılmasıyla yazdığı karşı ütopyası “Erkek Hakları Ya Da Nasıl Olmasını İsterdiniz?”, Mary Howland’ın “Babasının Kızı” ve belki de daha sonraki dönem kadın ütopyalarını etkileyecek olan Charlotte Perkins Gilman’ın Herland’i yazılmıştır.
Ütopya ve Toplumsal Cinsiyet
Siyasal yapıların ve toplumsal ilişkilerin detaylı bir şekilde düzenlendiği ütopyalarda, kadının aile, toplum ve devlet içindeki yerine ilişkin de betimlemeler yapılmıştır. Döneminin değer yargılarına bağlı olarak kadının konumu, kadın erkek ilişkileri ve bugünkü toplumsal cinsiyet kavramıyla tanımlamış olduğumuz kadına ve erkeğe ilişkin roller belirlenmiştir.
Toplumsal cinsiyet kavramı, en genel ifade ile biyolojik anlamdaki cinsiyetten farklı olarak, doğumdan itibaren başlayan süreçte öğrenilmiş davranış kalıplarını ifade eder. Bu anlamda bedensel farklılıklardan ziyade kadın ve erkek arasındaki ruhsal, toplumsal ve kültürel farklılıklara vurgu yapar. Ataerkil söylemde kadının cinselliğinden kaynaklandığı öne sürülen ve kadının doğasına atfedilen “duyarlılık, sezgi gücü, irrasyonalite, annelik” gibi özellikler, toplum tarafından belirlenen ve kuşaktan kuşağa aktarılan öğrenilmiş toplumsal cinsiyet kalıplarıdır. Cinsiyete ait davranış kalıplarının öğrenilmesi kişinin toplumsallaşmasında önemli rol oynar. Cinsel davranış kalıpları ve değerler, biyolojik olarak verili değildir; aile, eğitim kurumları, devlet, medya ve diğer birçok kurum tarafından her gün yeniden üretilen ve sonradan öğrenilen kadın ya da erkek olma pratikleridir. Kurumların toplumsal cinsiyet çerçevesinde yapılanmış olması, ütopyalarda özellikle de klasik ütopyalar ve kadın ütopyalarında açık bir şekilde görülmektedir. Kadının siyasal yaşam, devlet, din, eğitim kurumları, çalışma yaşamı ve aile içindeki konumu klasik ütopyalarda önemli bir yere sahiptir. Bu düzenlemelerde ütopyacının her ne kadar onları aşmaya çalışmışsa da kendi döneminin değer yargılarının etkisi altında kaldığı görülmektedir. 20. Yüzyılda görülen karşı ütopyaların ana sorunu totalitarizm olduğundan, bunlarda devletin toplumun tüm bireylerine karşı baskıcı bir tutumu söz konusudur. Dolayısıyla bu tutum kadınlar üzerinde de etkilidir. Feminist ütopyalarda ise, kadının gerek özel gerekse kamusal alandaki konumu temel sorunlardan biridir. Fakat varolanı verili ve değişmez olarak kabul etmeyip, geçerli toplumsal cinsiyet özelliklerini aşma yönünde bilinçli bir çaba söz konusudur.
Klasik Ütopyalarda Toplumsal Cinsiyet
Klasik ütopyaların toplumsal cinsiyet çerçevesinde incelenmesi türün üç önemli örneği olan Platon’un Devlet, Thomas More’un Utopia ve Tommaso Campanella’nın Güneş Ülkesi adlı ütopyaları üzerinden gerçekleştirilecektir.
1-Platon ve Devlet
Klasik ütopyanın ilk örneklerinden olan Devlet diyaloğu, Platon’un hem ideal devlet örgütlenmesini ortaya koyduğu hem de başta idealar kuramı olmak üzere birçok önemli düşüncesine yer verdiği önemli bir eserdir. Sokrates’in doğruluğunve adaletin ne olduğu sorusuyla başlayan Devlet diyaloğu, doğruluk varsa bunun tek bir insanda olduğu kadar bütün bir insan toplumunda da olacağı düşüncesiyle, insan toplumunun nasıl oluştuğu ve doğru devletin nasıl olması gerektiğinin araştırılmasıyla devam eder. Platon’un ideal devleti işbölümü ilkesinden hareket eder. Bir devletin ihtiyacı olan üç temel meslekten hareketle toplum üç sınıfa ayrılmış bir yapı gösterir. Devlette, üretim faaliyetlerini işçi, zanaatkar ve çiftçilerden oluşan sınıf, koruma ve kollama işini bekçiler ve savaşçılardan oluşan sınıf, yönetim işini ise filozof üstlenir. Her sınıf kendi görevini yerine getirir ve birbirinin alanına müdahale etmezse devlette doğruluk (adalet) gerçekleşir.
Platon ve klasik dönem ütopyacı düşüncede siyaset felsefesinin temel argümanı uyum/uyumsuzluk ikilemidir. İdealist düşüncenin etkisi altındaki bu ütopyalar genel olarak herkesin ortak akılla buluştuğu yer olarak tanımlanır. Rasyonel olan ortak iyi etrafında bir araya gelmektir. Böylelikle toplumda uyum gerçekleşir. Uyumla ifade edilen çatışmanın engellendiği, ortak iyiyi önceleyen, toplumcu ve ahlaki bir varoluştur.
Platon Devlet’te, aile kurumunun ortadan kaldırılması, cinselliğin ve üremenin denetlenmesi, kadının kamusal yaşam ve devlet yönetimindeki konumunun ayrıntılı olarak düzenlenmesi gibi toplumsal cinsiyet kavramıyla ilişkili bir çok konuya yer vermektedir. Platon, ideal devletinde kadınlara yalnızca çocuk büyütmek türünden işlerin bırakılmasını doğru bulmamakta onların da erkekler gibi eğitim görmeleri ve savaşçı olmaları gerektiğini kabul etmektedir. Kadın ve erkek arasındaki farkın yalnızca biyolojik olduğu , “yaradılışları bir olduğuna göre eş eğitim görebilecekleri” sonucuna varır. Dolayısıyla kadınlar da erkeklerle benzer eğitimi alıp devleti koruyabilecek, aile kurumunun kaldırılmasıyla çocuk bakımı da kadının tekelinden çıkarak toplumsal kuruluşlara bırakılacaktır. Tüm bunlar, kadının toplumsal yaşamın dışında tutulduğu ve yurttaş sayılmadığı Atina demokrasisi için oldukça ilerici düşüncelerdir.
Platon’un aile kurumunu ortadan kaldırarak kadını özgürleştirdiği ve her bakımdan kadınla erkeği eşit kıldığı söylenebilse de burada altı çizilmesi gereken önemli nokta şudur; Platon’da amaç “ortak faydanın maksimize edilmesi” olduğundan toplumun yarısını oluşturan kadınlardan da devlet içerisinde görevlerini yerine getirmeleri ve devletin işlevselliğine katkıda bulunmaları beklenmektedir. Dolayısıyla Platon’un aileyi ortadan kaldırma nedeni, aile fertlerine duyulan sevgi ve bağlılıkların kişileri diğer insanlardan uzaklaştırdığı dolayısıyla çıkar çatışmalarını körükleyerek devlete olan bağlılığı azalttığı yönündedir. Platon herkesin tek bir büyük ailenin fertleri gibi davranmaları ve devlet ideolojisine bağlı yetişmelerini istemektedir. Dolayısıyla Devlet’te kadının haklarından çok kadının devlete karşı görevleri tanımlanmıştır. Erkekle eşitliği ise daha çok görev yapma eşitliği olarak ortaya çıkar.
Platon çok eşli cinsel yaşamı benimsese de üreme konusundaki kararları bireylere bırakmaz. Amaç her iki cinsin de en iyilerinin çiftleşmesinden doğacak sağlıklı bireyler yetiştirmektir. Böylece devlet yaşayan, sağlıklı bir organizma olarak varlık gösterecektir.
Devlet’te toplumun bireylerinden söz edilirken insanlar şeklinde genel bir ifade kullanılmasına rağmen bu bireyin eril bir kimlik taşıdığı, aksi özellikle belirtilmedikçe cinsiyetinin erkek olduğu görülmektedir. Kadın ve erkek arasındaki ortak cinsel yaşamın ortaklığının, “kadın ortaklığı” olarak tanımlanması da erkeğin özne olarak kabul edildiği ataerkil bakış açısını göstermektedir. Platon kadın ve erkek arasındaki farkın her ne kadar biyolojik olduğunu söylese de “ne var ki kadın hiçbir işte erkek kadar olamaz” diyerek kendi düşünceleriyle çelişmektedir. Bu anlamda erkeğe daha yüksek bir statü vererek kendi döneminin varolan toplumsal cinsiyet eşitsizliklerinden ister istemez etkilendiğini ortaya koymaktadır.
2-Thomas More ve Utopia
1516 yılında yayınlanan Utopia’da Thomas More, özel mülkiyetin ortadan kalktığı ve bireyler arasında tam bir ekonomik eşitliğin sağlandığı sosyalist nitelikte bir toplumsal düzen tasarlar. More, eserin ilk bölümünde döneminin çeşitli kurum ve yapılarını, kralın politikalarını eleştirmekte, ikinci bölümde ise eşitlikçi ve adil bir toplumsal tasarım ortaya koymaya çalışmaktadır.
Utopia’daki devlet sistemi ve toplumsal kurumların toplumsal cinsiyet ilişkileri çerçevesinde yapılandığı görülmektedir. Kadın ve erkek, çalışmada, savaşta ve eğitimde benzer görev ve sorumluluklara sahiptir. Bütün yurttaşlar boş vakitlerinde düşüncelerini geliştirmeye çalışırlar. Toplumsal cinsiyet örüntüleri çerçevesinde bakıldığında, Utopia’da kadının konumuna dair olumlu yaklaşımlarda bulunulduğu düşünebilirse de, devlet yönetiminde, hukuk sisteminde, dini görevlerde erkeklerin yer aldığı, tüm bu görevlerde ve aile içinde erkeğe öncelik tanındığı açık bir şekilde ifade edilmektedir. Utopia’da herkes yöneticilere ve yargıçlara, aynen tek Tanrı’yı adlandırdıkları gibi “baba” demektedir. Burada bireyler üzerinde birinci derece öneme sahip tüm kurumlarda –devlet, din-hukuk sistemi ve aile- ataerkil bir yapılanmanın varolduğu açıkça görülür. Kadınların da devlet başkanlığı yapabilecekleri gibi bir ifadeye rastlanmazken; ancak dul ya da yaşlı olmaları halinde rahip olabilecekleri kabul edilmektedir. Aile yapısı, cinsellik ve üremeye Utopia’da çok önem verilmekte ve bunlar ayrıntılı olarak, aynı zamanda cinsiyete dayalı hiyerarşik bir bölünme doğrultusunda düzenlenmektedir: “..aileyi en yaşlı adam yönetir. Karılar kocalarına, çocuklar ana babalarına, gençler yaşlılara hizmet ederler.” Aile içinde erkek, aile değerlerini koruyan ve tüm aileyi yönlendiren, otoritenin onun elinde toplandığı kişi konumundadır. Yemek, çocuk bakımı gibi günümüzde de kadının sorumluluğunda olan işler yine kadın tarafından yerine getirilmektedir. Kadında fiziksel güzellikten çok bugün de kadın cinsinden beklenen dürüstlük, alçakgönüllülük ve uysallık gibi erdemler aranır.
Thomas More her ne kadar ekonomik refah ve toplumsal eşitliği sağlayacak bir düzen geliştirmeye çalıştıysa da bu eşitliğin tüm bireyler için geçerli olmadığı görülmektedir. Kadın ve erkek arasında erkeğin baskın olduğu hiyerarşik bir ilişki yer almaktadir. Kadının kamusal alandan bütünüyle uzak tutulduğu, özellikle kadınları hedef alan cadı avlarının şiddetle sürdüğü, ekonomik zorluklar nedeniyle kadınların yaşamak için fuhuş yapmak zorunda kaldığı bir dönemde, More, bireylerin birbirine destek olduğu ve saygı gösterdiği, ekonomik sıkıntı, hırsızlık ya da fuhuşun olmadığı bir toplum içerisinde, kadına daha sağlıklı bir yaşam sunabilmektedir. Ancak Utopia’da cinsler arasında tam anlamıyla bir eşitlikten söz edilemez.
3- Tommaso Campanella ve Güneş Ülkesi
Campanella’nın 1643 yılında “filozofça bir devlet tasarısı” olarak ortaya koyduğu Güneş Ülkesi adlı ütopyası, ortaklaşa yaşam ilkesine dayanan ve yine dönemin geleneğine uygun olarak tasarlanan bir ada devletidir. Güneş Ülkesi, ülke yönetiminde tek başına söz sahibi olan, üç yardımcısı olmasına rağmen verdiği kararlara herkesin boyun eğdiği ve aynı zamanda din başkanı olan tek bir yönetici tarafından yönetilmektedir.Yönetici ülke yönetiminde mutlak bir yetkiye sahip olsa da ülkeyi adil bir şekilde yönetecek bilgi ve erdeme sahip kişiler arasından seçimle iş başına getirilir.
Campanella’nın Güneş Ülkesi’nde en çok önem verdiği konuların başında eğitim ve üreme gelir. Adil bir toplumun ancak özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve ortaklaşacılığın hakim kılınmasıyla sağlanacağı düşüncesinden hareketle Campanella, bu ortaklaşa yaşama cinsel ilişkileri de dahil eder. Toplumda her şeyin ortak olmasıyla bencilliğin ortadan kalkması, halkın bütünleşmesi ve bir örnek insan tipinin yaratılması sağlanmaya çalışılmakta ve böylece organizmacı bir devlet anlayışı ortaya konmaktadır.
Güneş Ülkesi’nde devlet kurumları, eğitim, çalışma ve cinsel yaşam gibi pek çok alanın, erkeğe öncelikli bir statü tanıyan toplumsal cinsiyet ilişkilerine göre yapılandığı gözlemlenir. Kadınlar devlet yönetiminde yer almamaktadır. Suç kapsamına giren davranışların kadınlar ve erkekler için farklılıklar gösterdiği, kadına daha katı cezalar uygulandığı görülür.Her ne kadar kadın savaş sanatı ve mesleklerle ilgili olarak erkekle eşit bir eğitim alma hakkına sahip olsa da bu durum daha ziyade toplum içinde bazı işlevleri yerine getirebilmeleri içindir. Güneş Ülkesi’nde görevler konusunda eşitlikçi bir yaklaşım sergileyen Campanella, aynı yaklaşımı “haklar” söz konusu olduğunda göstermemektedir. Özellikle cinsel yaşam ve üremenin detaylı olarak düzenlendiği Güneş Ülkesi’nde uygulanan katı cinsel kurallarda erkeğe sağlanan istisnalar kadın söz konusu olduğunda geçerli olmamakta, kadın erkek tüm bireyler kurallara uymamaları halinde cezalandırılırken, kadınların erkeklere kıyasla daha fazla snırlandırıldıkları görülmektedir. Campanella cinsel ilişkilerin düzenlenmesini ve üremenin denetlenmesini tek tek insanların değil toplumun ortak yararı bakımından gerekli görmekte ve burada önemli olan bireylerin değil insan soyunun korunması olduğundan, devletin bu işlere doğrudan müdahalede bulunmasını meşru kabul etmektedir.”Devletin malı ve mutluluğunun temeli” olarak görülen çocukların eğitimi de ailelerine bırakılmaz, devlet tarafından verilir.
Güneş Ülkesi, toplumsal cinsiyet kavramının izinde sorgulandığında insan kavramının erkek cinsi ile temsil edilmekte olduğu gözden kaçmamaktadır. Güneş Kentliler ya da Güneşliler ifadeleriyle ülkenin yurttaşları için yapılan düzenlemelerin anlatıldığı birçok bölümde belirtilen uygulamalardan çıkarılan sonuç Güneş Kentlilerin eril cinsle temsil edilmekte olduğudur. Ortak yaşamın gerekliliği açıklanırken, “insanın bir evi, bir karısı, kendi çocukları oldu mu, mal mülk derdine düşer” ifadesi ya da “aynı yaştaki Güneşliler birbirlerine kardeş derler. Yirmiikisini aşanlara baba, bu yaştan aşağı olanlara oğul denir” şeklindeki açıklamalar ile ülkenin ceza yasaları anlatılırken, bu cezaların arasında “kadınsız bırakılmak” ya da “kadınla yatma yasağı” gibi, sadece erkek için getirilen bir uygulama olduğu belirtilmeksizin ortaya konan cezalarda, bu kavrayışın izleri görülmektedir.
Sonuç olarak, klasik ütopyalara getirilen, mekanik bir toplum oldukları ve bireysel özgürlüklere olanak tanımadıkları yönündeki eleştiriler Güneş Ülkesi için de geçerlidir. Mutluluğun ancak tüm toplum için sağlanmasını gerekli gören ve bunun uğruna bireyselliği yok etmekte sakınca görmeyen Campanella bu düşüncesini “parçalar bütün içindir, yoksa bütün parçalar için değil” şeklinde ifade etmektedir. Güneş Ülkesi’ndeki kadın erkek tüm bireyler üzerindeki denetleme mekanizmasının özellikle kadın söz konusu olduğunda şiddetlenmesi bu ütopyanın da ataerkil düşüncenin cinsiyetçi paradigmaları çerçevesinde yapılandığının göstergesidir.
Modern Ütopyalarda Toplumsal Cinsiyet
Sanayi devrimi ile yaşanan ekonomik gelişmeler, Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkan yeni düşünce akımları ve toplumsal hareketler, kadın hareketinin gelişmesi, bilim ve teknolojinin insan yaşamı üzerinde etkili olmaya başlaması gibi gelişmeler 19. yüzyıldan itibaren yeni bir ütopya anlayışının gelişmesini sağlamıştır.
Özellikle 19. Yüzyılın sonlarında ütopyalarda büyük bir artış görülmektedir. Bunda kapitalizmin aşırı serbest ekonomik uygulamaları sonucu oluşan ekonomik dengesizlik, korku, güvensizlik ve kargaşa ortamının önemli etkisi olduğu görülmektedir. Aynı dönemde bilimin evrensel boyutlara ulaşarak bütün dünyayı birleştirecek bir unsur gibi görülmesi de ütopyacı temanın gelişmesini ve değişmesini sağlamıştır. Bu anlamda ütopik tema, sanayi ve kapitalist üretim tarzı ve bilimsel gelişmelerin etkisi altındaki yetkin bir devlet düşü ile yazılmış sanayi ütopyaları ve ortak yaşam tarzına ilişkin uygulamaları içeren sosyalist ütopyalar olmak üzere iki farklı koldan gelişme göstermiştir. Birinci türün en önemli temsilcisi Edward Bellamy’nin 1887’de yazdığı Looking Backward (Geçmişe Bakış) isimli ütopyasıdır. Bir ulusun tüm ekonomisinin tek elde toplandığı, bir endüstri ordusu tarafından yönetilen, bununla birlikte tekelleşme ve teknolojinin olumlu yanı olan verimliliğin sürdürülmesi, olumsuz yanı olan eşitsizlikler ve haksızlıkların ortadan kalkmasının hedeflendiği bir ütopyadır. 19. Yüzyılda yazılmış ütopyaların büyük bir çoğunluğu Bellamy’ye karşı yazılmıştır. Bunlardan en ünlüsü sosyalist ve pastoral bir yaşam tarzının benimsendiği William Moris’in News From Nowhere (Hiçbir Yerden Haberler/Gelecekten Anılar) isimli ütopyasıdır. Daha iyi bir toplumun sadece hayal edilmesinin değil fakat bunun için mücadele edilmesinin de gerekliliğini ortaya koyan bu tarz ütopyalar, ileride feminist ütopyaların da temel karakterini oluşturmuştur.
20.yüzyılın diğer bir önemli ütopya örneği B.F. Skinner’in Walden Two (1904) adlı ütopyasıdır. Kendisinin olumlu pekiştirme adını verdiği yöntemle, insan davranışlarının ceza ile değil ödüllendirme ile istenildiği gibi yönlendirilebileceği düşüncesi üzerine kurulmuştur. Samuel Butler’in Erehwon (1872) adlı ütopyası da 19. yüzyılın makineleşmeye tepkiden doğan ve insani değerleri vurgulayan ütopyalarından biridir.
19.yüzyılda yine ütopya geleneği içinde değerlendirilen ve klasik ütopyalar ile döneminin tüm dünyanın merkezi bir sistemle yönetildiği, yetkin devlet düşü ile yazılmış ütopyalarına karşı yazılmış olan, karşı ütopyalar (distopya) ortaya çıkmıştır. Karşı ütopyalar, ütopyanın kendi içindeki seçeneksizliğini, eşitlik ve toplumun mutluluğu adına bireysel değerlerin ve özgürlüklerin bastırılmasını ve mekanik mükemmelliğini eleştirir. Bunu yaparken, ütopyanın bu özelliklerini aşırılaştırarak, bürokrasi ve teknolojinin yardımıyla baskıyı çok daha arttırarak kurduğu totaliter, zorba rejimleri kullanır. H.G. Wells’in A Story Of The Days To Come (1897), When The Sleeper Wakes (1899) adlı uzun öyküleri, Owen Gregory’nin merkezi örgütlenme ve yedi sınıftan oluşmuş, yaşamın tümüyle denetim altında tutulduğu toplumu Meccania (1918) ve E. M. Forster’ın insanların doğa ve birbirleriyle ilişkilerinin kesildiği, yeraltında her türlü gereksinimin makine aracılığıyla sağlandığı küçük hücrelerde yaşadıkları bir toplumu anlattığı When The Machine Stops (Makinenin Sonu) (1928), ilk karşı ütopya örnekleridir. İzleyen dönemde Yevgeni Zamyatin’in totaliter devlet tasarımı Miy (Biz) (1920), Aldous Huxley’in Brave New World (Cesur Yeni Dünya) (1932), George Orwell’in tüm yaşamın devlet tarafından denetlendiği totaliter sosyalist devleti 1984 ve Ray Bradbury’nin kitaplarını ezberleyerek yaşatmaya çalışan insanlarını anlattığı Fahrenheit 451 (1953) karşı ütopya yazınının en önemli örnekleri olarak ortaya çıkmıştır.
19.ve 20. yüzyılın ideolojik çeşitliliği içinde birbirinden tamamen farklı ütopya tasarımlarının görüldüğü modern dönem ütopyaları, toplumsal cinsiyet açısından incelendiğinde, bu konuda da büyük farklılıklar içerdikleri gözlenir. Ataerkil yapının ve yüzyıllardır kuşaktan kuşağa aktarılmakta olan toplumsal cinsiyet ilişkilerinin 20. yüzyıl ütopyalarında da ortaya çıktığı görülür. Kadının kamusal yaşama katılımı, aile içerisindeki konumu gibi pek çok konuda, zamanın toplumsal cinsiyet ilişkilerinin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ütopyalar kadar bunların aynen korunduğu ve doğal görüldüğü ütopyalar da modern ütopya yazını içerisinde yer almaktadır. İster klasik ister modern dönem ütopyalarında olsun erkek yazarlar, kadına kendi toplumlarındaki durumdan daha iyi, refah içinde, şiddetten, açlıktan, kargaşadan uzak bir yaşam sunmuş olmalarına rağmen hiçbir zaman verili toplumsal cinsiyet kalıplarının dışına çıkmayı hedeflememişlerdir. Hiçbir ütopyacı bir mutlu düzen tasarımı yaptığını iddia ederek dünyanın yarısını köleliğe, yoksulluğa, şiddete terk edemez. Dolayısıyla ütopyalarda kadınlar da toplumun asgari mutluluğundan paylarını almaktadırlar. Kurgulanan toplumda kadının yeri belirlenirken özel bir kavrayış geliştirilmemiş, erkek model alınarak, kadının kamusal yaşamda, daha önce erkeğe tanınan bazı imkanlardan yararlanabiliyor olması bu “mutlu” toplumda kadınların da mutlu olabilmeleri için yeterli görülmüştür. Bir kadın, ütopyanın yazılmış olduğu dönemde sadece erkek tarafından yerine getirilmekte olan devlet görevlerine gelebilir ya da orduda yer alabilir. Ancak bir erkeğin de çocuk yetiştirme ve ev işlerinden sorumlu tutulabileceği gibi bir yaklaşıma hiçbir zaman rastlanmamaktadır. Örneğin Gelecekten Anılar’da bir kadın duvarcı ustasına rastlanmaktadır ancak çocuk yetiştirme sorumluluğu asla bir erkeğe verilmemiştir. Modern ütopyalarda da klasik ütopyalarda olduğu gibi bireyle temsil edilen eril cinstir. Böylelikle modern ütopyalarda da kadının ikincil statüsü her zaman korunmuş, benzer cinsiyet rollerinin devamı sağlanmıştır.
Tüm bunlar erkekler tarafından yazılmış ütopyalarda toplumsal cinsiyete dair kavrayışın eksikliğini ortaya koymakta, siyasal örgütlenme, toplumsal kurum ve ilişkiler ya da ekonomik sistemler söz konusu olduğunda büyük bir çeşitlilik gösteren ütopyaların, toplumsal cinsiyet alanında büyük bir farklılık içermediği görülmektedir. Ütopya yazını içinde feminist ütopyalar bu anlamda farklı bir yere sahiptir.
Feminist Ütopyalar
18.ve 19. Yüzyılda gelişen kadın hareketi bir çok alanı etkilemiş, kadının özel ve kamusal alandaki konumunu sorgulamış ve dönüştürmüştür.Özellikle toplumsal cinsiyet meselesine kafa yoran feministler, kadın olmanın ilk günden itibaren öğrenilen ve yapay bir olgu olduğuna dikkat çekmişlerdir. Kadınların seçme ve seçilme, çeşitli mesleklere girme ve eğitim hakkı için mücadele eden ilk dönem feminist hareket, devlet yönetimi başta olmak üzere toplumun her alanının tümüyle cinsiyetçi bir temelde oluştuğunu göstermeye çalıştılar. Özellikle 19. yüzyıldan itibaren kadınların politika, felsefe, edebiyat gibi alanlarda etkin şekilde varlık göstermeleri, ütopyacı geleneğin değişmesine ve kadınlar tarafından şekillendirilmesine olanak sağlamıştır. Mary Griffith’in, kadınların mal sahibi olmak ve onları kullanmakta özgür olduğu, ekonomik temelli ütopyası Three Hundred Years Hence (Üç Yüzyıl Ötede) (1836), Louisa May Alcott’un kadınların ekonomik olarak özerk oldukları bir dünyayı anlattığı Work (Emek) (1870) adlı ütopyası, Annie Danton Cridge’nin, Man’s Right, or How Would You Like It? (Erkek Hakları ya da Nasıl Olmasını İsterdiniz?) (1870) adlı karşı ütopyası, Mary Howland’ın eğitimli, kişisel ve toplumsal olarak sorumluluk sahibi kadınların varolduğu eşitlikçi toplum ütopyası olan Papa’s Own Girl (Babasının Kızı) (1874) gibi metinler ilk dönem feminist hareket içinde var olan önemli ütopya örnekleridir.
İlk dönem kadın hareketinin en önemli yazarlarından biri, daha sonraki feminist ütopyacı düşünceyi de etkilemiş olan Charlotte Perkins Gilman’dır. Kadınların oy verme hakkı, aile içi görevlerin yeniden düzenlenmesi gibi konularda mücadele eden Gilman’ın erkeklerin olmadığı, sınıfsız ve barış içinde yaşayan bir kadınlar toplumunu anlattığı Herland (Kadınlar Ülkesi) ütopyası döneminin diğer ütopyalarına nazaran iki açıdan farklılık gösterir. 1915’te yazılan bu kitabın birinci özelliği pek çok klasikleşmiş erkek ütopyasında yok sayılan ve satır aralarında yer verilen kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığına dikkat çekmesi; ikinci özelliği ise kadınları ele alan edebi denemeler içerisinde ilk defa feminist öğelerin ütopya tarzıyla açık ve bilinçli olarak işlenmesidir. Bu anlamda Kadınlar Ülkesi, sınıflı erkek egemen toplumun kadın kalıpları, tanımları ve davranışlarına uymayan kadınları anlatır. Gilman bu ütopyasıyla 20. yüzyılın temel çelişkileri olan ulusalcılık, yurttaşlık ve kadın hareketi içindeki eşitlik ve özgürlük gerilimini gözler önüne serer.
Kadınlar Ülkesi, rekabet, cinsiyet ayrımcılığı,cinsiyet temelli işbölümü, yoksulluk, savaş ve dışarıda bekleyen düşmanlar, gibi kavram ve yaşantıların duyulmadığı, yaşanmadığı bir ülkedir. Sarp bir coğrafya içinde gizlenmiş bu ülkede yalnızca kadınlar ve kız çocukları yaşar. Her şeyi ortaklık temelinde düşünen bu kadınlar zeki, çalışkan ve eğitim düzeyi yüksek bir toplum oluşturur. Bu toplumda kadınlar bir çeşit eşeysiz üreme yoluyla erkeğin varlığına ihtiyaç duymadan çoğalırlar. Yurttaşlarının hemen hepsinin anne olduğu ve anneliğin neredeyse kurumsal bir nitelik kazandığı bu toplumda, hizmet ilişkileri tümüyle çocukların iyiliği ve sağlıklı bir nesil yetiştirmek yönünde geliştirilmiştir. Çocuk yetiştirmenin kollektif bir eylem olarak algılandığı, öte yandan sahiplenici, aidiyetçi ve mülkiyetçi tavırların asla yer almadığı bu ülkede, ortak soydan gelmek ve tek bir aile gibi yaşamak fikri, toplumcu ideolojilere yakın bir sosyal devlet anlayışı içinde çizilmiştir. Roman boyunca, bu kadınların kurduğu işgücü organizasyonu ve imece usulü yaşam, eşgüdümlü ortaklaşa bir iş akışı içinde olan arı ve karınca kolonilerinin yaşamına benzetilmiştir.
Herland’de düşünce sınırı cinselliktir. Gilman neredeyse cinsel dürtüleri tamamen ortadan kaldırarak aseksüel bir kadınlar topluluğu yaratmıştır. Tasarladığı dünyada lezbiyenliğe yer yoktur. Roman bu yüzden tüm olumlu özelliklerine rağmen heteroseksist düşünceden pek ayrışmaz. Ancak Gilman’ın tasvir ettiği Amazon ülkesi ve özellikle amazon figürü 19. Yüzyıl sonunda, güçlü ve özgür kadının metaforu olarak pek çok ütopyada karşımıza çıkar.
Bir başka “kadınlar ülkesi” tasavvuru da Doğulu bir kadın yazardan, Güney Asya’nın önemli feministlerinden biri olan ve Bangladeş’te Müslüman kadının uyanışının ve kurtuluşunun öncüsü olarak anılan Begum Rokeya Sakhawat Hossain’den gelir. Sultana’nın Rüyası ve Pagmarag adlı iki feminist ütopyası, 20. yüzyılın başında bir Doğu ülkesinde, bir kadın tarafından yazılan ütopya örnekleri olarak hayli önem taşır. Sultana’nın Rüyası, erkeklerin eve kapatıldığı, kadınlarınsa siyasette, bilimde, sanatta, yani “dışarıda” yer aldığı bir kadınlar ülkesini betimler.Erkekler selamlıkta hapistir, kadınlar ise sokaklarda, sanatta, ülke yönetiminde ve bilimde aktif rol oynar. Kadınlar zekalarını kullanırken erkekler haneiçi pratiklerle eğleşir. Kadının kurtuluşunun ancak bilimsel çalışmalarla gerçekleşebileceği savsözüne odaklanan Sultana’nın Rüyası, barışın, güzelliğin, doğruluk ve sevginin hüküm süreceği, ataerki ve baskının yok olduğu bir dünyanın ütopyasıdır. Padmarag ise geçmişte ya da gelecekte değil, şimdi ve şu anda varolduğu düşünülen, Tarini Bhavan adlı bir kadınlar okulunda geçer. Bu yönüyle “yokülke” ve “güzelülke” yi tasvir eden Batılı eril ütopyalardan ayrılır. Çünkü bu okul her yönüyle gerçek ve buradadır. Her yaştan ve sınıftan kadının gelerek dert ve sıkıntılarına çözüm bulduğu, iyileştiği, eğitildiği Tarini Bhavan, tüm yoksul ve yoksun kadınlara kapılarını açan yeryüzü cennetidir.
1960’larda Simon de Beauvoir’in “Kadın doğulmaz, kadın olunur” şiarından etkilenen ikinci dalga feminist hareket içinde kuramsal çalışmalar yanında ütopyalar da ataerkil düzene karşı geliştirilen mücadele araçlarından biri olur. Erkekle eşit olma meselesini temel sorun kabul eden 19. Yüzyıl feminizminden farklı olarak bu dönemin feministleri kişisel olanın politik ve her türlü ilişkinin bir iktidar ilişkisi olduğunu ortaya koyarlar. Dolayısıyla kadınlar kendi öznelik sorunlarını sosyal adalet, barış gibi büyük sorunlarla eşdeğer önemde görürler. Bu radikal feminist hareket, kadınların ezilmelerinin kökenini ekonomik bir temele, sadece kapitalizme değil, ataerkil ideolojiye bağlar ve kadınların kendilerine baskı uygulayan erkeklere karşı mücadele etmelerini gerekli görür. Özel olanın politik olduğu düsturundan hareketle kadın ütopyaları asla politikadan soyutlanamaz; toplumsal cinsiyet, doğaya dönüş, doğurganlık ve annelik, çiftcinsiyetlilik (androjeni) kadın ütopyalarının temel temalarındandır.
Feminist yazarlar bir yandan, kadınların özgürleştiği toplumları betimleyen ütopyalar kaleme alırken, diğer yandan totalitarizmin baskısı altında “şeyleşen” kadını da anlatan ütopyalar yazdılar. Ancak her iki ütopya türünde de ataerkil zihniyetçe biçimlendirilmiş toplumsal cinsiyet meselesini ve dildeki eril egemenliği dert edindiler. Dili ataerkil etkilerden kurtarmak için kimi sözcükleri kaldırıp, yeni kavramları karşılayacak yeni sözcükler önerdiler. Feminist ütopyalar aynı zamanda ütopyacı düşüncenin kendisini de eleştiren yeni bir ütopya tarzını ortaya koymaya çalıştılar. Bu tarz, geleceğe yönelik bir iyimserlik taşımakla birlikte klasik ütopyanın durağan, baskıcı, değişime izin vermeyen ütopya anlayışından kendisini ayırır.
İkinci dalga kadın hareketi ile hız kazanan kadın ütopyaları özellikle 1970’li yıllarda en önemli örneklerini vermiştir. Bunlar içinde yerli kabile yaşantılarından esinlenerek yazılmış olan, ortaklaşa ve eşitlikçi toplumlar ya da anaerkil toplumların anlatıldığı Marge Piercy’nin Woman on the Edge of Time (Zamanın Kıyısındaki Kadın) (1976), Marion Zimmer Bradley The Ruins of İsis (İsis Harabeleri) (1978), Monique Wittig Les Guerilleres (Kadın savaşçılar) (1969) ve Jayge Carr Leviathan’s Deep (Leviathan’ın Derinliği) (1979) önemli feminist ütopyalardandır. Margaret Atwood’un katı bir cinsiyet hiyerarşisi içinde kadınlar için ürkütücü bir yaşamı anlattığı Handmaid’s Tale (Damızlık Kızın Öyküsü-1986) bir karşı ütopya örneği olarak önemli bir yere sahiptir.
Özellikle farklı gezegenlerde kurulmuş ülkeleriyle Ursula K. LeGuin’in ütopyaları bilimkurgu ve feminist ütopya alanına büyük yenilikler getirmiştir. Anarşist bir toplumu anlattığı The Dispossessed (Mülksüzler) (1974) ve halkı, her iki cinsiyeti de taşıyan ve dönemsel olarak erkek ya da dişi özellikler gösteren androjenlerden oluşan bir gezegenin anlatıldığı The Left Hand of Darkness ( Karanlığın Sol Eli) (1969) en ünlü ütopyalarıdır.
LeGuin’in 1974 tarihli romanı Mülksüzler’de birbirinin uydusu olan iki gezegen, anarşist bir topluluk olan Anarres ile merkezi yönetimlere ve mülkiyete dayalı Urras, karşılaştırmalı biçimde anlatılmaktadır. Anarres’te mülkiyet sistemine dayanmayan, devlet, din, aile ya da başka bir kurumsal yapının yer almadığı anarşist bir toplum kurulmuştur. Toplumda işlerin yürütülmesini, iş bölümünü ve malların dağıtımını sağlayan bir yönetim ve yürütme ağı vardır fakat merzileşmeden ve bürokratik düzenlemelerden kaçınılır. Her birey toplumun kendisiyle birlikte varolduğu, toplumun kendileri olduğu, hayatta kalabilmeleri için birlikte çalışmaları, paylaşmaları gerektiği bilinciyle yaşar. Cinsel ilişkilerde herhangi bir denetleme, evililik gibi kurumsal bir birliktelik bulunmamaktadır, herkes aynı ya da karşı cinsten kişilerle cinsel ilişki kurabilmektedir. Mülksüzler’de kişinin aile kökenini ifade eden ve babasoylu bir şekilde belirlenmiş soyadı yoktur. Karı, koca gibi kavramlar yerine eş; oğul, kız yerine ise çocuk sözcüğü kullanılır. Anarres, bir klasik ütopyada genel olarak görülen bolluk ülkesi tasarımından oldukça uzaktır. Çorak, verimsiz ve sınırlı sayıda bitki ve hayvanın varolabildiği bir coğrafya üzerinde kuruludur. Urras bu anlamda Anarres’in karşıtı olacak şekilde bolluk ve bereket içindedir. Ancak mülkiyetçi olarak tanımlanan bu gezegende kapitalist ekonomi ve oligarşik devlet düzeni geçerlidir. Anarres’in aksine sınıfsal bölünmelerin, sömürünün ve eşitsizliğin egemen olduğu katı hiyerarşik bir toplumsal yapı varlık gösterir. Bu düzende kadınlar açık bir toplumsal cinsiyet ayrışmasına maruz kalırlar. Kamusal yaşamın tamamen dışında tutularak, yüksek öğrenim görmeleri engellenir. Görünüşlerinde cinsellik ön plandadır, bedenleri özel alan içinde sergilenip dışarıda örtülerek, kendilerine sahip olan erkekler tarafından denetlenmektedir. Anarres’teki çalışan, üreten, bilgi sahibi olan ve yine de cinselliğini kaybetmemiş olan kadının aksine burada bir nesne olarak görülen, sahip olunan ve yönetilen kadınlar bulunur.
Sonuç olarak mülkiyet sistemine dayanan, hiyerarşik siyasal, ekonomik ve toplumsal yapısıyla Urras da bir ütopyadan beklenen adaletli, mutlu ülkeyi sağlayamamaktadır. Mülksüzler’de her iki gezegen de tam bir ütopya ülkesi sunmazken, LeGuin, “tüm eksiklikleriyle bir yeni dünyayı ve tüm sevilebilir yanlarıyla bir eski dünyayı” ortaya koymakta ve yeni dünyaya ancak eski dünya üzerinden varılabileceğini göstermektedir. Mülksüzler, ütopyacı düşüncenin kendisine de odaklanarak, geleneksel ütopyanın kapalılığına, değişimi gereksiz ve tehlikeli gören, engellemeye çalışan yapısına karşı eleştirel bir tutum da takınarak modern ütopya yazınında önemli bir yeri olan eleştirel (critical) ütopya olarak da adlandırılmaktadır.
Ütopya yazını içerisinde feminist ütopyaların en önemli özelliği bireyselliği ön plana çıkarmaları ve farklılığı doğal kabul edip toplumsal yaşamı da buna göre şekillendirmeleridir. Bu anlamda kadın ve erkeği dünyayı eşit şekilde paylaşan, fiziksel görünüm, duygusal yapı ve toplumsal hak ve sorumluluklar bakımından büyük farklar göstermeyen bireyler olarak, yaşamı toplumsal cinsiyet bölümlenmesine imkan vermeden kurgulayan yaklaşımları temsil ederler. Bunun sağlanması adına kadın ütopyalarında hem fiziksel hem de sembolik bir androjenlikten söz etmek mümkündür. Androjeni yani kadın ve erkeğin tek bedende birleşmesi, akıl ve maddenin, kültür ve doğanın birleşmesi anlamına gelir. İkiliği reddeden bir sentez, bir tümlenme arzusudur bu. LeGuin’in Karanlığın Sol Eli, Piercy’nin Zamanın Kıyısındaki Kadın ve Virginia Woolf’un Orlando adlı eserlerinde androjeni teması etkileyici bir şekilde işlenmiştir.
Feminist ütopyalar sadece toplumsal cinsiyet ayrımını değil, bunun yansıması olan dildeki ayrımcılığı da ortadan kaldırmaya çalışırlar. Dili ataerkil etkilerden kurtarmak isteyen kadın yazarlar, toplumsal cinsiyeti belirleyen bazı kelimeleri kaldırmış, bunun yerine yeni kavramları karşılayacak yeni kelimeler üretmişlerdir.
Sonuç olarak feminist ütopyalar, birey karşısında topluma öncelik veren ve erkek karşısında kadını ikincil konuma yerleştiren geleneksel ütopyacı düşüncenin aksine, birey ile toplumu, erkek ile kadını bir denge içinde kurgulayan yeni bir kavrayış getirmiştir. Bu anlamda, klasik ütopyaların eşitlik söylemi içerisinde eril olana torpilli ve çoğunluğun ancak kendilerine çizilmiş sınırlar içerisinde varolabildiği bir toplum yerine, feminist ütopyalar, kadın, erkek ve çocuk herkesin kendini gerçekleştirme imkanına sahip olduğu tam anlamıyla eşitlikçi bir toplum yaratmayı hedefler.
KAYNAKLAR
Ann Lane, “Kadınlar Ülkesine Yolculuk”, BİA Haber Merkezi, California, 23 Temmuz 2011. http://bianet.org/biamag/diger/131670-kadinlar-ulkesine-yolculuk
C.P. Gilman, “Kadınlar Ülkesi (Herland)”. Çev. Seher Özbay. İstanbul: Otonom Yayıncılık, Şubat 2007
Elif Kutlu, “17. Yüzyıl Ütopya Düşüncesinde Toplumsal Cinsiyet Eşitsizlikleri”, BİA Haber Merkezi, Kocaeli, 25 Aralık 2010. http://bianet.org/bianet/biamag/126815-17-yuzyil-utopya-dusuncesinde-toplumsal-cinsiyet-esitsizlikleri
Fatmagül Berktay, “Felsefeyi Öteki’ne Açmak”, BİA Haber Merkezi, İstanbul, 13 Mart 2010. http://bianet.org/kadin/diger/120619-felsefeyi-otekine-acmak
Hande Öğüt, “Feminist Ütopyalar”, Amargi Kadın Akademisi, İzmir Amargi Perşembe Buluşmaları-Feminizmlerimiz ve Ütopyalarımız, İzmir, 2010. http://www.amargi.org.tr/files/FEM%C4%B0N%C4%B0ST%20UTOPYALAR.doc
Tuğba Emiroğlu, “Yok-Ülke Olmayan Cins”, Birgün Kitap, s. 18, 5 Mart 2011. https://www.selyayincilik.com/basin/birgun-utopyanin-kad%C4%B1nlari.jpeg
Platon, “Devlet”, Çev. Sabahattin Eyüboğlu-M.Ali Cimcoz, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2010.
Thomas More, “Utopia”, Çev. Tufan Göbekçin, Öteki Yayınevi, İstanbul, Ocak 2007.
Thoma Campanella, “Güneş Ülkesi”, Çev. Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2007.
Yasemin Temizarabacı,”Ütopyanın Kadınları, Kadınların Ütopyası”, Sel Yayıncılık, İstanbul, Mart 2005.